Sonunda sade bir ah kopar dilden!
Bir şehri tanımak, biraz da o şehrin ölülerini tanımak demektir. Ölülerini, yani kabristanlarını...
Sözgelimi İstanbul. İstanbul'da ilim-irfan hayatının tarihi, aslâ mezarlıklarına müracaat edilmeden yazılamaz.
Meselâ Edirnekapı Mezarlığı. Tam ortada Mehmed Akif Ersoy, bir tarafında Babanzade Ahmed Naim, diğer tarafında Süleyman Nazif, hemen yanıbaşında da Muallim Cevdet... Yine birkaç adım aşağıda Yusuf Akçura, biraz daha ilerisinde de Hasan Basri Çantay...
Fatih Camii haziresinde Ahmed Cevdet Paşa, ve keza yanısıra Ahmed Midhat Efendi...
Cağaloğlu'nda, hadi Sultan türbelerini zikretmeyelim ama Şeyh Bedreddin'in veya Said Halim Paşa'nın ya da Ziya Gökalp'in mezarını görmek isterseniz, başınızı biraz kaldırıp etrafınıza bakmalısınız.
Peki Süleymaniye'nin veya diğer camilerin hazirelerinde kimler yatıyor dersiniz?
Ya Eyüp Mezarlığı'nda yatanlar?
Hani nerede Karacaahmed'in veya Beylerbeyi Mezarlığı'nın sakinleri? Cemil Meriç nerede meselâ?
Bu arada, eğer Elmalılı Hamdi Yazır'ı ziyaret etmek isterseniz, biraz kenara kayacaksınız. Sahra-yı Cedid Mezarlığına...
Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar neredeler diye mi soruyorsunuz, o takdirde yönünüzü Boğaz'a çevireceksiniz. Aşiyan'a... (Hasbelkader orada Tevfik Fikret'in evi de korunmuş durumda. Belki bir de Burgaz'da Sait Faik hatırlanacaktır. Peki ya diğerleri?..)
Kısacası, bir zamanlar şehrin ilim-irfan hayatını etkilemiş isimlerin çoğu, şimdi bu mezarlıklarda medfun bir hâlde düşünce ve sanat ehlinin ilgisini bekliyorlar.
Evlerine sahip çıkamıyoruz, bari mezarlarına sahip çıkalım. Mezarlarına ve bilhassa mezar taşlarına...
Her mezar taşı bir bilgi hazinesidir okumasını bilene!
Sahip çıkmak, muhafaza etmek, ihtimam göstermek...
Nerede?
Bu işlerin sorumluları, mezarları tanıtıyoruz diye hazırladıkları uyduruk plaketleri o canım mezar taşlarının üzerine hem de kocaman demir çivilerle çaktılar da kimsenin sesi çıkmadı. Uyardık ama dinleyen de olmadı. (Eyüp Mezarlığı bu katliamın örnekleriyle doludur. Dileyen, Tunuslu Hayreddin Paşa kabristanından seyre başlasın!)
Yıllardır, İstanbul'da ve Bursa'da muhakkak bir 'Mezar Taşları Müzesi' kurulmalı diye yazdım durdum, kulak asan çıkmadı; ne İstanbul Büyük Şehir Belediyesi'nden, ne diğer ilçe Belediyelerinden, ne de Kültür Bakanlığı'ndan...
Bunun asıl sebebi, sanırım biraz da benim şu 'tabii senatörler' adını verdiğim bir sıra danişmendin o ruhsuz, o cansız, o uyuşuk tabiatlarının on-on beş yıl içinde şişine şişine artık iyice takallus etmesi!
En nihayet, sade bir ah kopar dilden.
(İşte altı üstü hepsi bu kadar!)
Acaba bu işler Batı'da çok mu farklı?
Aslında oralarda da benzer sorunlar var. Çünkü devlet (belediyeler) bu işlere pek doğrudan karışmıyor. Mezarların bakımını üstlenenler daha çok özel kişiler, yani ilgili düşünür veya sanatçının yakınları ve sevenleri. Vakıflar.
Roma'da veya Paris'te Panteon'lar hep devletin himayesini yansıttı ve hâlen de öyledir. Keza Londra'da da Westminster Abbey veya St. Paul Katedralleri bir tür Panteon görevi yapıyorlar. Meselâ ilkinde Darwin, ikincisinde Turner yatıyor.
Londra'nın acemisiyim. Nitekim dün de ilk gün Marx'ın Highgate'teki mezarına gittiğimi yazmıştım. Marx'ın ciddi takipçilerinin, bu tür işleri fuzuli addettiklerini, bu nedenle de mezar bakımına biraz soğuk baktıklarını sanıyorum. Muhtemelen 'burjuva âdeti' filan diyorlardır. (Gerçi insan Lenin'in mozolesini hatırlamadan edemiyor ya, neyse!)
Dikkat çekici olan, Marx'ın mezarına kadınların rağbetiydi. Sanırım genelde de ziyaretçilerinin çoğu kadın. (Ah şu vefa!)
Wittgenstein'ın mezarına ev sahipliği yapmasaydı, Cambridge'e gider miydim pek emin değilim. Mezar taşı, bir dervişinki kadar sadeydi. Göze görünmemek için saklanıyordu âdeta. Anlaşılan, hâlâ âşık-ı sâdıkları var. Çiçeklerden belli.
Berlin'de Hegel ile Fichte'nin mezarları yanyanadır. Yosun tutmuş taşları da fevkalâde mütevazidir. Oysa aynı mezarlıkta, birkaç adım ileride yatan Brecht'le eşi Helena Weigel'ın mezarları gayet canlı, gayet bakımlıdır. Çünkü mezarlık, zaten yıllarca yaşamış oldukları evlerinin hemen yanındadır. (Mezar taşının üzerine küçük küçük çakıl taşları koyanları mı istersiniz, yoksa Brecht'e selam çakmak kabilinden taşın üzerinde purolarını söndürenleri mi?)
Alexander ve Wilhelm Humboldt kardeşler, malikânelerinin haziresinde (aile mezarlığında) medfun oldukları için biraz gözden uzaktalar. Ama isteyenler için aynı mesafe ancak bir taş atımı kadar!
Paris'in yüreği ne kadar Panteon'da atıyorsa, kalbi de bir o kadar Père-la-Chaise'de çarpar.
Voltaire'lerin, Rousseau'ların, Hugo'ların, Zola'ların hatıraları o kasvetli Panteon'un mermerleri altında ezilirken, Père-la-Chaise'de Honoré de Balzac bütün haşmetiyle ziyaretçilerine Beşerî Komedya'yı anlatır durur hâlâ.
Molière ve La Fontaine gibi edebiyatçıların, Saint-Simon ve Auguste Comte gibi düşünürlerin, Chopin ve Edith Piaf gibi sanatçıların mezarlarını bulmak için biraz zahmet çekeceksiniz. Yılmaz Güney ile Ahmet Kaya'nın mezarları da orada. (Güney'in mezarı ne kadar ruhsuz yapılmışsa, Kaya'nınki de o kadar sevimlidir.)
Van Gogh'un mezarını ziyaret etmek isteyenler şehrin biraz dışına çıkmak zorunda. Auvers-sur-Oise tarafına. Mezarı, tabancasını göğsüne sıktığı tarlanın hemen karşısındadır. Ölmeden önce yaptığı son tabloda resmettiği tarlanın karşısında. Hem de kardeşiyle koyun koyuna. (Sırf estamplarından etkilendiği Hiroşige Utakawa'nın hatırına, Van Gogh'un mezarı hemen her mevsim Japon ziyaretçilerle dolup taşar. Gösterdikleri hürmet hakikaten görülmeye değer.)
Prag'da Kafka'nın mezarını değil ama mezarlığını görebilmiştim. Bu nedenle hep kitap arasına konulmuş kuru bir yaprakla hatırlarım o ziyareti.
Yazıyı Floransa'yla noktalayalım. Machiavelli, Galileo ile Michelangelo'nun mezarına, Dante'ninse makamına evsahipliği yapan Santa Croce Kilisesi'yle.
Sırasıyla siyaset, bilim, sanat ve edebiyat, hepsi de bir çatının altında. Yanyana.
Bir kültür senfonisi.
Sözün özü, ey talib, hurafelerinin kıymetini bil!
Kendini yani.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.