Aşıksan, niçin aşktan vazgeçmiyorsun?
Düğmesine bastığı hâlde bilgisayarının açılmadığını gören kişi, şayet bilgisayarını söküp saatlerce hangi parçasının bozulduğunu anlamaya çalışır, ve fakat bir müddet sonra, tesadüfen elektriklerin kesilmiş olduğunu farkederse, hiç kuşkusuz ki bu hâli, seyredenlere gülünç görünecektir.
Bunun nedeni, o kişinin zihnen gereğinden az veya bedenen gereğinden çok enerji harcamasıdır, Freud'a göre.
Burada akla gelen soru şu: Zihnen veya bedenen, harcanan enerjinin gereğinden az veya çok olduğuna kim, nasıl karar verecek?
Sıradan ve önemsiz bir sorunu çözmek için zekâyı gereğinden fazla yormanın gülünç olabilmesi için, önce o sorunun kime göre sıradan ve önemsiz olduğunu tayin etmek gerekmez mi?
Gereğinden fazla ve gereğinden az. İyi ama kime göre?
Hatırlıyorum da onbeş yıl önce Ernest Renan'ın "İslâm ve Bilim" başlıklı konferansına yazılan reddiyeler hakkında uzun süre çalışmış, sonra da yayına hazırladığım iki ciltlik evrakı bir kenara bırakıp, Divan dergisinde, çalışmamı yaklaşık 100 sayfalık bir makaleyle özetlemiştim:
— Ernest Renan ve Reddiyeler Bağlamında: İslâm-Bilim Tartışmalarına Bibliyografik Bir Katkı.
Makalenin başlığına bakar mısınız?
Gülmeyin!
Muhtemelen şimdi size korku veren bu uzun başlık, o zaman bana gurur vermişti.
İşsizdim. Dokuz ay boyunca, gece gündüz Renan'la yatmış, Renan'la kalkmıştım. Kahrolası hânedeki evlâd u iyâlimi de, neşredilince makaleme iyi bir ücret ödenebileceği ihtimaliyle kandırıp durmuştum. Tek istediğim, biraz sabredip beni rahat bırakmalarıydı. Sonunda herşey düzelecekti.
O 'son' hiç gelmedi.
Aldığım ücretse iyi değil, bir sadakaydı sadece.
Beni en çok uğraştıran meselelerden biri de bu konferansın Sorbonne'da veriliş tarihi ile metninin Journal des Débats'da yayımlanış tarihiydi. Çünkü uluslararası şöhrete sahip birçok akademisyen bu konuda birbirinden farklı tarihler veriyorlardı. En ciddi kaynaklar bile akılalmaz tutarsızlıklarla malûldü.
Bazıları 29 Mart 1883, bazıları 30 Mart 1883 kaydını zikrediyordu; üstelik hem konferansın, hem de gazetede neşrinin tarihi olarak!
Ben de uzun tedkiklerden sonra en nihayet konferansın Mart'ın 29'unda verildiği, 30'unda ise yayımlandığı tahminini öne sürdüm. (Sonradan bu tahminimi belgeleriyle doğrulama imkânı da buldum.)
Tabiatıyla bu analizin serimlenmesi birkaç sayfa sürmüştü. Makalemi okuyan dostlarımdan biri, "Hocam!" dedi, tebessüm ederek, "Allahını seversen, hiç bu kadar uğraşmaya değer miydi? 29 Mart olsa n'olur, 30 Mart olsa n'olur, alt tarafı bir gün!"
Bu âni uyarı karşısında öyle afalladım ki, ne yalan söyleyeyim, kendimi tam bir aptal gibi hissettim. Haklıydı çünkü. Bütün ihtilâf 29 Mart'la 30 Mart arasındaydı. Eni konu bir gün! Kesinleştirmek için bu denli uğraşmasaydım, Tarih ilmi ne kaybedecekti sanki! Alt tarafı 'bir' gün için haftalarımı, aylarımı vermeye değer miydi?
Sözün özü, zekâmı ve bedenimi gereğinden fazla yormuş görünüyordum. İlk bakışta beni gülünç duruma düşüren de işbu "fazlalık"tı.
Şaşkınlığım geçince, bu kadarcık basit bir gerçeği niçin göremediğimi düşündüm. Hakikaten, alt tarafı, hepsi hepsi 'bir' gündü. O 'bir' günü niçin bu kadar ciddiye almış, niçin sayfalarca kendimi kaptırıp gitmiştim?
Konu, İslâm'ın Bilim, Felsefe ve Sanat'la arasında bulunduğu iddia edilen mesafeye ilişkindi. Bu iddianın ortaya konulduğu ilk metinlerden birinin tarihini kesinleştirmeksizin yazıp çizmekten daha büyük lâubalilik mi olurdu benim için!
Muhtemelen, o zaman, doğru dürüst tarihini bile kesinleştirmeyi beceremediğim bir konferans hakkında devasa boyutlarda bir çalışmanın yükü altına girmeyi saçma bulmuş olmalıyım. İlk bakışta gülünç görünen ayrıntılardaki o aptalca titizlik, herhâlde nazarımda, konunun benden taleb ettiği ciddiyetle mütenasib olması gerekiyordu.
Muhtemelen ve herhalde gibi zarflar kullanmamın nedeni, bu davranışın bilinçli bir tercihin mahsûlü olmaması. Dünyaya başaşağı bakmanın bir bedeli vardı, ve ben de seve seve bu bedeli ödüyordum.
Gülünç duruma düşmenin fazlalıkla azlıkla bir alâkası yok bu yüzden! Sana kimin güldüğü önemli! Ve pek tabii ki niçin güldüğü!
Halife Harun Reşid, Mecnun'un çöllerde helâkına sebep olan Leyla'yı merak edince, ferman buyurup, "Getirin şu kızı da bakalım uğruna çıldırılacak nesi var!" demiş.
Ne görsün, Leylâ dedikleri, kara kuru bir kızmış. Tebessüm edip, "Mecnun'u helâk eden dilber bu mu?" demekten kendini alamamış. Menkıbe bu ya, Leylâ da mukabele edip, "Ey Halife, sen bana Mecnun gibi bakmıyorsun ki!" demiş; "Sende âşık gözü yok!"
Ferhad'a acıma ey talib, dağları delerken yorulmaz o! Mecnun'a da gülme sakın, divanesi olduğu yâr uğruna kaybettiği aklın ardından aslâ gözyaşı dökmez.
Sen asıl Yusuf'un hâlinden ibret al, âşık olmak varken hazinedar oldu. Bir de âlemlere rahmet olarak gönderilmiş Efendimizin (s.a) hâlini düşünsene!
O ki Mirac'da yâriyle arasında neredeyse bir adımlık mesafe kalmışken (kabe kavseyni ev edna), yâre sarılmak yerine bizleri düşündü de "Ümmetim! Ümmetim!" deyû ağlamaya başladı.
İmdi, söyle bakalım ey talib, fedakârlığı büyük olanlar kimler?
Aşıklar mı, yoksa aşktan vazgeçenler mi?
Not: Ders 11 Mayıs'ta, saat: 18.30'da. Taksim-Tünel'de. Yine elim boş gelmiyorum. Bu sefer çiçeklerimi on gün boyunca Kuzey İtalya'dan topladım. Milano-Verona-Padua-Bologna hattından
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.