Dücane CÜNDİOĞLU

Dücane CÜNDİOĞLU

Tanrı konuşmak için yalnız olanları seçer

Tanrı konuşmak için yalnız olanları seçer

Yazılarımın anlaşılabilirliği ile ilgili 'kimi' okurlar zaman zaman şikâyette bulunup

bazen kullandığım sözcüklerin kullanım-dışı olduğunu,

bazen temas ettiğim konuların saded harici kaldığını,

bazen de yorumlarımın kendilerini ziyadesiyle yorduğunu bildiriyorlar.

Kendimi savunmak, benim altından kalkabileceğim bir iş gibi görünmediğinden, çaresiz, kimi noktaları açık kılmakla, açıklık getirmekle, açıklamakla yetinmek durumundayım.

Doğrusu “kılmak, getirmek, yapmak” eylemlerinin iktidar kokan yanlarında —hiç değilse tarafımdan— bir sevimsizlik hissediliyorsa da özenli bir yakınmanın bu sevimsizliğe yol açtığını söylemek durumundayım.

Bu nedenledir ki yazma iktidarının okura ilişen yönünde bir tasallut halinin boy göstermesine katlanamayacağım gibi, pervasızlığımın gereksiz yere yanlış algılanmasından hoşnutluk duyacak da değilim.

Güzel bir Türkçe'yle yazılmış özenli bir yakınmanın, hele hele mütebessim bir dertlinin şikâyetlerine kulak tıkamak, kimin haddine!

Ben kendimi hiç savunmadım ki. Hâlimi savunmaya gerek duyacak hiçbir şey yazmadım ki. Tamıtamına öyle. Sözcüklerimin bir kısmı kullanım-dışı, konularımın önemli bir kısmı saded harici, yorumlarımın çoğu ise ziyadesiyle yorucu.

O halde sondan başlayayım: Yorum yorar; hayra yorsanız da yorar, şerre yorsanız da yorar. Evet, yorum yorumlayanı da yorar; yorumlananı da... “Yoruma seyirci kalmak” durumunda olanlar, meclisi terkedeceklerdir. Burası kaçınılmaz. Çünkü meclisi terketmek, kelimenin tam anlamıyla yoruma seyirci kalmak, yorumu anlamamak, yorumun konusuyla ilgisi bulunmamak demektir. Yorulmaktan kaçınanların, yorumların ikamet ettiği o izbe sokakların kokusundan kaçtıklarına dikkat etmek gerekir.

Bilmeli ki kendi klozetinin kapağını açmaya cesaret ve kapağın altından sızan pis kokulara tahammül edecek kimselerin sayısı çok değildir; çünkü yalnızlığın değerini bilecek olanların sayısı çok değildir.

Anacaddelerde parlak vitrinlerin önlerinde vakit geçirenlere, zamanın, kazanılacak en kıymetli nesne olduğunu hatırlatmaktan gayrı elimden ne gelebilir ki?

Tanrı konuşmak için yalnız olanları seçermiş. Yalnızlara sözüm de yok; kalabalıklar arasından onları seçmeye gücüm de.

Peki, sözcüklerin kullanım-dışılığı ya da konuların çokluk saded harici kalışı?

“Mürüvvete endaze olmaz” demeyeceğim. Biliyorum ki bir belağat kaidesidir, sözün beliğ olması için mukteza-yı hâle mutabık bulunmalı; sözü, muhatabın hâlini nazar-ı itibara alıp da öyle söylemeli.

Sözlerimin muhatabımın değil de benim mukteza-yı hâlime mutabık olması, başka bir şeyden değil, tamıtamına yaşam yorgunluğundan... sözün niçinini nasılına tercih etmek zaafından... içine çekilişin kaygan zemininde kaymayı, kayıp gitmeyi, kaygı duymayı mermer karoların o muhkem zeminlerine basmaya yeğ tutmaktan...

Bakınız Halikarnas Balıkçısı bir mektubunda Azra Erhat'a ne diyor:

— “Enginarın büyük kelle çevirmesi için, çıkacağı yerin üzerine ağırca bir taş korlar; ya kelle kuvvet toplar ve taşı bir yana devirir çıkar, yahut taşın altında ezile kalarak çürür. Kitap yukarıdaki bir daldır, insan onu tutarak kendini yukarı çeker, sonra ona basarak daha yükseğe bakar. Kitabı yazan, tırmanmakta, insana yardım olsun diye bir kol salmış gibidir. “Tut elimden, seni başımın üzerine çıkarayım!” dermiş gibi. Yoksa bütün ağırlığımla üstüne abanayım da ezeyim diyen bir marifet değil. Kitap böyle olmayınca hikmet-i vücudu kalmaz. Hep bunlar alelâde gerçekler. Fakat insanlar bunları unutuyor bazen.” (s. 26, İstanbul, 1979)

Enginarla üzerine konan taşın hareketi aksi istikamette: biri aşağıya, diğeri yukarıya doğru. Taşın ağırlığı enginarı ezmek için ve ezecek kadar değil, bilâkis daha da güçlenerek büyümesi için, kuvvet toplaması için, taşı üzerinden atıp kendi yolunu bulması için.

Balıkçı, ne kadar dertlenmiş olmalı ki birkaç sayfa sonra da şöyle diyor:

— “Diyeceksin ki doğrudan doğruya yazı yazarak açlıktan ölmemek mümkün değil mi? Mümkün. Fakat Bâbıâli yokuşunu bilirsin. Zaten oranın yabancısıydım; ve yabancısı kaldım. Tamamen yazıdan geçim sağlamak için orada mutlaka birisinin hoşuna gitmek lâzım. “Hoşuna gitmek”ten dalkavukluk kastediyorum. Bu ise imkânsız. Kimisi para kazanmak için yazar, devleti veya birisini pehpehler; kimisi de yazı yazabilmek için para kazanır. Aralarında derece farkı değil, kategori farkı vardır. Tavşanla yengeç yarışa çıkmışlar yarış bitmemiş; çünkü aralarında istikamet farkı var.” (s. 31)

Tavşanlar bütün güçleriyle dağa, yukarıya, yukarılara doğru koşarlarken, yengeçler çaresiz denize, aşağıya, aşağılara doğru yürürler. Farklı yönlerin yolcularıdır onlar. Bu nedenledir ki yarışamazlar; yarışsalar bile tarafı oldukları yarış bitmek bilmez bir türlü.

Taş mısın, enginar mı? Tavşan mısın, yengeç mi?

Kararını ver, bir daha konuşalım.

İstemiyorsan, söyle susayım.

Not: 14 Ağustos 2004 tarihli bu yazıyı yenilememek, yinelememek elimden gelmedi. Sevinesin diye. Talibsin diye.

Bu yazı toplam 11785 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Dücane CÜNDİOĞLU Arşivi