Kişi niçin eşine masraf, metresine israf eder?
Yaklaşık bir iki aydır, 'haz' ve 'fayda' kavramları üzerine tartışıyoruz; hem Taksim'de, hem de Altunizade'de.
Haz nedir? Fayda nedir? İyi nedir?
Bu ve benzeri soruların cevabını aramaya başlar başlamaz, zihin hemen, “Elem nedir? Zarar nedir? Kötü nedir?” diye sormaya başlıyor. Tabiatıyla, kavramları karşıtlarıyla düşünmeye ve açıklamaya çalışıyor.
Bu da yeterli gelmiyor ve zihin benzer kavramları da arayıp buluyor; 'haz'la birlikte lezzet, zevk, keyif, hoş, beğeni, güzel vs. birçok kelime ve kavrama da aynı ölçüde açıklık getirmek istiyor.
Ne var ki henüz yolun başındayken, kelimelerin sayısı arttıkça, talibin, o kelimelerin temsil ettiği 'kavram'ı görme gücü azalır. Kelimelerle baş edemediğinden, edemeyeceğinden dolayı o da ekonomik davranmak zorunda kalır ve meselâ fayda, menfaat, yarar, çıkar kelimelerini eşanlamlı kabul etmeyi tercih eder.
Bazen bu kısaltma teknikleri işe yarar, bazen yaramaz. Çünkü kelimeler her defasında varlık karşısında yetersiz kalır. Bu acziyet dil'le varlık arasında tarafları iknâ edici bir mutabakatın kurulmasına mâni olur.
Hele hele bir de işin içine duygular girmişse, talib ne yapacağını iyice karıştırır.
Düşünmek demek, biraz da karıştırmak demek değil midir zaten?
Düşünceli olmak'taki 'düşünce' bile endişe ve tereddüt anlamına gelmiyor mu?
Bir tek düşünceliler mi? Düşünürler de, uzaktan bakıldıkda, halka, kafası karışık tipler olarak görünmüyorlar mı?
Sezgi'nin karşıtı olarak kullanılan 'düşünme', insana verilmiş en büyük cezadır; hem de çatalla patlamış mısır yemeye çalışmak kadar büyük bir ceza!
Düşünmek: cezaların en büyüğü!
Tadan herkes hazzın ne olduğunu bilir; ve lezzetin, ve keyfin, ve zevkin... Pek tabii ki acının da, elemin de, gamın da, kederin de, hüznün de, üzüntünün de...
Ağrının ve acının ne olduğunu bilmek, ağrıyı ve acıyı tanımlamaya, yani açıklamaya (açık kılmaya) yetmiyor.
Ağrı nedir? Acı nedir? Aralarındaki fark nedir?
Kişi çokluk hisseder ama tanımlayamaz.
Niçin?
Acının veya ağrının kavramına değil, sadece duygusuna sahip olduğu için.
Fayda, bir hesabın sonucunda elde edilir; nicelikler aracılığıyla da olsa düşünmenin sonucunda...
Haz ise, hesapsızlığın mahsulü. Dileyen deneyebilir. Meselâ en haz aldığınız şeyi hesaba vurun, aldığınız haz hemen yok olacaktır.
Hazda idareye gidilmez. Zevklerde ölçülülük, zevkin tabiatına aykırıdır.
Çikolata bile olsa, gram gram yemek haz değil, acı verir.
Vuslatta süre ölçülmez. Biter çünkü.
Hem düşünüp hem gülemezsiniz. Çünkü kişi gülerken düşünemez, düşünürken gülemez.
Yeri gelmişken bir lâtife yapalım: Düşünmek ciddi bir iştir.
Eğlence dünyası insana fayda değil, haz/zevk sunduğu içindir ki hizmetin bedeli kolay kolay rasyonalize edilemez. İzafidir. Ne olsa gider.
İhtiyaçlarını karşılamakta kişi ne kadar dikkatliyse, hazlar sözkonusu olduğunda da o kadar dikkatsizdir.
Niçin?
Çünkü dikkat hazzın en büyük düşmanıdır. İçkinin eğlence dünyasındaki en önemli işlevi dikkati azaltmaktır.
Kişi dikkati azalsın diye eğlenir, yani eğlendikçe dikkati azalır. Fakat ne ilginçtir ki dikkati azaldıkça daha çok eğlenir.
Masraftan israfa geçiş böyle olur.
Harcamada işin içine hesap girerse sarfiyat 'masraf' adını alır; hesapsızlık ise 'israf'.
Kişi ne zaman israf eder? Hazza talip olduğunda.
Bir ev kadınının evi için, kendisi için satın aldığı 'şeyler', umumiyetle kendisi için masraf, kocası için israftır. Şayet kocanın o alışverişten payına düşen bir haz yoksa.
Varsa, sonuç bellidir: Helâl olsun!
Geçen hafta, ders öncesi, bir grup arkadaşla sohbet ettik:
Masraf-israf ikilemini açıklamak için kendilerine bir misâl vermek sadedinde, genellikle erkeklerin eşlerine masraf, metreslerine israf etmeyi yeğlediklerini söyledim.
İtiraz gelince de evlilik ilişkisinde genellikle fayda-zarar ilkesinin geçerli olduğuna işaret ettim. Fayda-zararın olduğu yerde, hesap da olur. Hesap varsa akıl da vardır. Ölçü de, dikkat de, özen de...
Ölçünün olduğu yerde hazlar da ölçülü olur. Ölçülü ve sürekli.
Yüksek hazlar ise ölçüden nefret eder, ölçüden, ölçülülükten, ve tabiatıyla süreden, süreklilikten... hatta itidalden, akıldan... ve sevinçten...
Şair boşuna seslenmemiş sevgiliye:
— Que m'importe que tu sois sage? / Sois belle! et sois triste!
Yani:
— “Akıllıymışsın bana ne! / Güzel ol! Hüzünlü ol!”
Haklıdır Baudelaire. Çünkü onun çıkar temelli bir ortaklığa ihtiyacı yoktur. Aradığı şefkattir sadece.
Bu yüzden de varını yoğunu israf etmekten kaçınmamıştır.
Varını yoğunu, yani yaşamını. Masrafla değil, israfla zenginleşen bir yaşamı.
Ey talib, sen güzellikteki ölçüyü boş ver, ölçüdeki güzelliği ara!
Ölçülü olan güzel değildir ammâ güzel olan ölçülüdür.
Üstelik ölçülemeyecek kadar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.