Düşünceperestlere Tatil Boyunduruk Vuramaz – Kısa Bir Tatil Günces
Masmavi bir rüzgar esiyor balkonda ve ben şehrin kargaşasına geri döndüğümde, bir yudum nefese ihtiyaç duyduğum anlarda azar azar kullanabilecekmişim gibi depoluyorum bu mavi serinliği içime. Tahminen en az dört-beş asrı devirmiş olan yanımdaki meşe ağacından bir yaprak düşüyor omzuma ve bir sürü düşünce gayri ihtiyari bir şekilde üşüşüveriyor zihnime. Çok değil sadece ikiyüzelli kilometre ötede bıraktığım ve döndüğümde aynı şekilde bulacağımdan hiçbir şüphemin olmadığı tüm karmaşalar, bütün sevimsizlikleriyle gezintiye çıkıyorlar adeta düşüncelerimin patikalarında. Seyredegeldiği tüm hikayeleri derleyip toplayıp bana cevap verebileceğini bilseydim eğer, sormak isterdim bu kadim ağaca: Dünya hiç şimdiki kadar kamplaşmış mıydı? Savaşlar, soykırımlar, gezegeni hiçe sayarak yapılan katliamlar, ekonomik krizler, yoksulluklar, özgürlüğe ve inançlara karşı tehditler, çaresi bulunamamış hastalıklar, ruhumuzda dindiremediğimiz tüm varoluşsal acılar hiç bu kadar yoğun yaşanmış mıydı acaba insanlık tarihi boyunca? Hayatın katı gerçeklerine karşı var gücümüzle çalıştığımız sabah 9 akşam 5 mesailerinden birkaç haftalığına uzaklaşmak, biraz olsun hafifletir mi insan olmanın karşı konulamaz sızılarını?
Tabiata İlahi Kudret’in resmiymiş gibi saygı göstermek, etraftaki güzelliklere hayatı yeni keşfeden bir çocuk hayreti ve merakı ile bakabilmek, her yeni günde büyülü bir geleneği icra eder gibi nefes alıp verebilmek, birlikte an’ı yakalayıp anı topladığımız insanların değerini her daim hissedebilmek ve hissetirebilmek ne kadar da uzaklaşmış biz şehir insanlarından. Kendimizi sadece dertlerimiz ile tanımlar, tercihlerimiz ile yorumlar, alışkanlıklarımız ile yorar olmuşuz. Yetişkin sıkıntılarımızın arasında, hayal kurmaya ayıracak bir dakikamız bile kalmamış. Hayallerimize vakit ayıramadığımız gibi, sevdiklerimizle olan ilişkilerimizi de sadece asgari ihtiyaç seviyesine indirgemişiz. Birbirimize giden yollardaki taşlaşmış buzlar, uzaklıkları daha da derinleştirmiş; insan insana yabancılaşmış ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak da insan en çok kendisinden kaçar olmuş. Kime sorsam, kiminle konuşsam herkes artık gerçek sevgi ve arkadaşlığın mümkün olmadığından, insanların ne kadar güvenilmez ve çıkarcı olduklarından dem vuruyor. Benim zannım; arkadaşlık, dostluk, sevgi kısacası ilişki denilen şey; emek istediği, zahmet gerektirdiği için kimsenin bu yükü üstlenmeye tenezzül etmediği yönünde. Kendimizi tanımak ve tanıtmak için bir gayret sarf etmediğimiz gibi, etrafımızdaki insanların -her birinin kendine özgü olan iç alemini keşfe çıkmak da bize zûl gelir olmuş. Sabahattin Ali, koyu demli narsist bir kadın imgesinin etrafında ördüğü Kürk Mantolu Madonna hikayesindeki anlatıcının ağzından nasıl da bariz bir şekilde özetlemiş aslında tüm bu girdabı: “İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç bir iş olduğunu bildikleri için, bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.” Ne kadar doğru ancak bir o kadar da acı bir tespit. Günümüz insan ilişkilerinin kısa bir özeti.
Evimden ve alışkın olduğum şehir kargaşasından, bir kuş cıvıltısı uzunluğundaki sanal didişmelerden birkaç yüz kilometre uzakta olmak, kendimle yakınlaşmama, içime doğru daha yakından bakmama vesile oluyor. Tatil bitip, şehre döndüğümde hız ve haz müptelası benliğimin, bu yüzleşmeyi ve sonuçlarını günlük hayatın hay-huyu arasında görünmez kılıp unutturmasından korkarak, kendi kişisel tarihime not düşmek adına karalıyorum bu satırları şimdi.
Hayat, baş döndürücü bir hızla akıp giderken, bizler hıza müptela olmuş benliklerimizle, durmadan koşuyoruz, kaçırdığımız hayatları yakalamak istercesine. Akıntılara kaptırmışız yaşamımızın rotasını, savrulup duruyoruz. Ayakta durmak bir dert, kaygılara direnememek ayrı... Olmak cesareti gösterememek, benliğimizin yüz karası.
Bizler; bu yüzyılın zavallı modern insanları: televizyon dizilerinin, filmlerin, futbol maçlarının, trafiğin, depresyonun, migrenin, stresin, ayarlanmış saatlerin insanları… Her şeyi bölerek, parçalayarak ve böldükçe daha çok alacağımız zannına kapılıp çılgınlar gibi koşuşturarak aslında ruhumuzu parçalayıp gafletin göbeğine bırakmışız kendimizi. Eşyaca zenginleşirken, manaca zayıflıyoruz gitgide. Farkındasızlık ve duyarsızlık hastalığı kanserli bir hücre gibi hızla yayılırken içimizde, çılgın bir ivmeyle yetişmeye çalışıyoruz kendi hızımıza. Yine de olmuyor, hızlandıkça daha çok ıskalıyoruz. İşimiz çok yetişemiyoruz, derdimiz de çok bizim üstelik… Hep de çok önemlidir, çok büyüktür ya bizim dertlerimiz! Tuttuğumuz takımın kaçırdığı bir gol kadar bile üzülmüyoruz halbuki; ölen güzelim çocuklara Filistin’de, Afrika’da, Bosna’da…
Ne zamandır suni acıların kollarında can çekişmeye terk ettik ruhlarımızı? Ne zaman kaybettik pusulamızı, yönümüzü bulduran kutup yıldızımızı? Oysa ki ışıklarına tutunarak gecenin zifir karanlığında bile tökezlemeden yürüyebiliriz onunla! Unuttuk mu: Tek bir gerçek var, zamana hükmeden; akrebin, yelkovanın, sonsuzluğun ritmini tutturan.
Şimdi uyandırmamız lazım kalbimizi… Yavaşlamak ve hızına yetişemediğimiz gündelik hayata bir çelme takmak... İnsanı insan eden yaradılışı hürmetine MERHAMET lazım, SEVGİ lazım; en başta kendi kendimize! İnsan kendi kendini sürekli tavaf eden bir hacı olarak en uzun yolculuğu kendi içine doğru gerçekleştiriyorsa, bu yolculuğun bir anlamı olmalı. Şimdi kalbimizi yeniden yazmak için gerekli olan “mana”nın peşine düşmenin zamanı. Abartıyor muyum? Biz bir şeyi arıyorsak, o da bizi arıyor olamaz mı?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.