Akşamı olan bir günsün sen!
Kişinin kendisinde en değerli, pek değerli, çok değerli gördüğü şeyleri başkalarına göstermek için didinmesi, yani zenginliklerinin (!) başkalarınca görülmesini tutkuyla arzulaması pek sıhhat alâmeti değildir.
Gösteriş yapmak ayıptır. Daha doğrusu bir zamanlar gösteriş yapmak ayıptı.
Gösterişin biraz abartılı formu olan "teşhir" ise bir tür sapıklıktı. Ruh sağlığının bozulduğunun alâmetiydi yani.
Peki şimdi öyle mi?
Hayır! Bilâkis gösteriş yapmak, argo tabiriyle "caka satmak", neredeyse modern yaşamın gereklerinden.
Eskiden bu hâllere "nisbet yapmak" denirdi. Nisbet yapmak, yani "Kendini bir benimle kıyasla da ne kadar zavallı olduğunu anla!" yahut "Bir kendine, bir bana bak da benim ne büyük bir adam olduğumu gör!" demeye çalışmaktı. Ve bu çok ayıptı. Çocukçaydı. Dahası kadıncaydı. Kadınların birbirlerine nisbet yapmaları, nedense (!) hoş görülür ama, erkek taifesinde bu tür tafralar hamlık, pişmemişlik göstergesi olarak algılanırdı.
Şimdiyse kocaman adamlar gece gündüz birbirlerine nisbet yapıyorlar; ve ayıplanmıyorlar. Sonradan görmelerin sıklıkla yaptığı işin adı 'gösteriş'. Ne garip ki artık gösteriş doğal. Show.
***
Kibir ve tekebbür, "büyüklenme" demek. Kişi, kendisini büyük hissedebilmek için başkalarına ihtiyaç duyar. Başkaları ne kadar küçükse, başkalarını ne kadar küçültebilirse, kendisinin büyüklüğü o derece görünür hâle gelir.
Kibir ve tekebbürün nefsin çiğliklerinden addedilmesinin nedeni, bu büyüklüğün başkalarına nisbetle olmasıdır. Başkalarına nisbetle büyüklük. Başkalarına nisbetle, yani başkalarının küçüklüğüne nisbetle...
Amiş Efendi'nin yanına bir molla gelmiş, "Efendim" demiş, "Biz müslümanlar Allahu Ekber derken Cenab-ı Hakk hakkında "O en büyüktür" demiş, yani onu başkasına nisbetle yüceltmiş, büyültmüş oluyoruz. Acaba bu başkası nedir, kimdir?" diye sormuş. (Büyük... Daha Büyük... En Büyük. Peki ama kime nisbetle?)
Amiş Efendi de, "Cenab-ı Hakk zatı gereği (bizatihi) en büyüktür. Başkasına nisbetle değil!" der. (Bu, şerhi uzun sürecek bir bahistir.)
Kullarına gelince, insanoğlu bir damla sudan yaratılmıştır. Büyüklükleri de, küçüklükleri de bizatihi olmayıp li-gayrihidir, kendi kendine değil, başkasına nisbetledir.
"Nefsini bilen rabbini bilir." Yani nefsini bilen kendisinin bir rab olmadığını da bilir. Nefsini bilen, her şeyden evvel yüceltmesi, büyüklüğünü idrak etmesi gerektiği zatın kendisi değil, Hakk olduğunu da bilir.
Nefsi bilmek, kişinin aşağıya bakıp yukarıda olduğunu bilmesi demek değildir, aksine yukarıya bakıp aşağıda olduğunu bilmesi demektir. Nefsinin ne menem bir şey olduğunu bildiği için de böbürlenmemesi, büyüklenmemesi demektir.
***
Gösteriş ve teşhir ham ervahın, yani pişmemiş, olgunlaşmamış nefislerin şânından.
Büyüklenme de öyle.
Ben... ben.... ben.... diyoruz hiç durmadan. Sanki bir an dursak, sanki bir an durup 'ben' diyemesek, kendisine işaret ettiğimiz 'benliğin' yok olacağını sanıyoruz. Kendimizi unutmamak, benliğimizin avuçlarımızın arasından kayıp gitmesini önlemek için, benliğimizin hep orada durup bizi beklediğini duyumsamak için ben... ben... ben... diyoruz. Demek zorunda hissediyoruz kendimizi.
Hâl böyle olunca, elimizde neyimiz varsa ortalığa saçıyoruz, gösterişimizden, gösterdiklerimizden hareketle biteviye 'ben' diyor, ne yapıp edip kendimize işaret etmenin bir fırsatını buluyoruz.
Görülmeye ihtiyacımız var. Bilinmeye yani. Görülmek, bilinmek istiyoruz. Sanıyoruz ki görüldükçe görüneceğiz, göründükçe bilineceğiz, bilindikçe varolacağız. Sessizliğe, yokluğa, yalnızlığa, karanlıkta kalmaya tahammül edemeyişimiz bundan. Ne kadar çukurdaysak, kendimizi ne kadar aşağıda hissediyorsak, o denli gösterme, gösteriş yapma, o denli büyüklenme ihtiyacı hissediyoruz.
Kısacası küçükler büyüklenir. Çünkü ihtiyaçları var. Büyüklerse tevazu gösterir. Evet, gerçekte büyükler küçüklenir.
"Dehr içinde hangi gün gördüm ki akşam olmaya..." demiş şair.
Ey talib, hiç büyüklenme, en nihayet akşamı olan bir günsün sen!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.