‘Türk insanı okumayı sevmiyor’ geyiği!
Hayatın aynı çizgide, rutinde sürüp gitmesi, son derece rahatsız ediyor beni. Böyle zamanlarda, kendimi kötü hissediyorum.
Başka bir tabirle… İritasyon eşiğim çok düşük, tekdüzeliğe.
Ne bileyim işte!
Her sabah aynı saatte uyanmak… Aynı zaman diliminde evden ayrılmak… Aynı trafik yoğunluğuna takılmak… Aynı sinyalizasyonda kırmızıya yakalanmak… İşe gitmek için köşe başlarında servis bekleyen aynı simaları görmek…
Kurulu bir oyuncak olduğum hissiyatına kapılıyorum zaman zaman. Sanki sabahları kalkmadan önce, gün boyunca neler yapacağıma dair dakikası dakikasına kuruluyor, haftanın aynı günleri, aynı işleri yapmaya programlanıyorum.
Kabul! İnsanın düzeni olması iyi bir şey lâkin biraz da değişiklik olsa fena olmaz mı canım!
Hani derler ya ‘Böyle gelmiş, böyle gidiyor...’ Bu tabire külliyen karşıyım.
Yanlış anlaşılmasın!
Elbette günlük akışın planlanmasına, yapılacak işlerin önem sıralamasına itirazım yok, yalnız ‘düzen bağımlılığı’ sakınılması gereken bir durum.
Gözümden kaçmıyor!
Bazı insanların, telkâri ustası gibi özene bezene tuğlalarla ördüğü ve yıkılmasın diye üzerine itinayla alçı döktüğü konformist sistem, almış başını frene basmadan gidiyor.
Kendi köşemden onların hâl ve hareketlerini seyrederken, heva ve heves düşkünlükleri karşısında şaşırıp kalıyorum.
Niyetleri saklı değil, gün ışığı gibi ortada!
Evim işime yakın olsun, uzun mesafeli yollarda yıpranmayayım... Maaşım dolgun ve dakik olsun, her ay başında bankamatikten tıkır tıkır alayım... Reklamlarda gördüğüm son model araba, kapımın önünde dursun, direksiyonun başında havamı atayım… İçini zevkime göre dayayıp döşediğim evin tapusu benim üstüme olsun, soran olursa mahcup olmayayım…
Milyonlarca kişinin aynı televizyon programını izlediğinden ya da aynı sinema filmine akın ettiğinden midir nedir?
Farklılık arz etmeyen tüm bu klişeleşmiş istekler, düşüncelerimizin, yaşam biçimimizin izdüşümünü gösteriyor.
Algılarımız, ayrıntıları seçemiyor, tekdüzeleşiyor.
Eylem ve söylemler hiç değişmeden, olduğu yerde sayıyor.
Hep benzer tabirler, kullanılıyor.
Örneğin ‘Türk insanı kitap okumuyor’ klişesi joker olmuş, ortada konuşulacak mevzu kalmadığında, muhabbet kurtarma vazifesi görüyor.
Ben de her seferinde ‘Hayır, size katılmıyorum efendim. Türk halkı, okumayı bal gibi seviyor ‘ diye atılınca, gözleri fal taşı gibi açılıyor.
‘Nasıl olur? Veriler, istatistikî değerler öyle söylemiyor…’ şeklinde taarruzlar başlıyor.
Sırası gelmişken yine söylüyorum!
Tüm iddiaların aksine, Türk insanının çok iyi okuduğunu düşünüyorum.
Evet, Türk halkı okumayı seviyor çünkü hayatı çok iyi okuyor…
Türk halkı, niyeti çok iyi okuyor…
Türk halkı, akıldan geçenleri çok iyi okuyor…
Türk halkı, gözleri çok iyi okuyor…
Türk halkı, amelleri çok iyi okuyor…
Ama bu gerçeği, arabesk sohbet ortamlarında takılıp kalmış insanlar, maalesef göremiyor belki de görmek istemiyor!
Buldukları ilk fırsatta ‘Falanca ülkede şunlar yapılırken, bizde durum kepaze!’ mesajları veriliyor.
Nedir bu yahu! Yani eleştiri cümlelerindeki özne, yüklem yerleri, bakış açısı, meseleyi ele alma biçimleri bile değişmiyor!
Sayın felaket tellalları… Lütfen… Biraz üretkenlik bekliyorum sizden…
Ama bunun da ötesinde… Hayata daha iyimser baksanız, camları kararmış gözlükleri çıkartıp gülmek için çabalasanız, ne kadar iyi olur :-)))
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.