SUFİZM VE PSİKOLOJİ ( I )
Sufizm ve Psikoloji. Bu iki kavramın bir araya gelmesi bu kadar uzun zaman almalı mıydı? Acaba gerçekten bu kadar uzun zaman aldı mı? Kanaatimce hayır. Aslına bakarsanız onlar yüzyıllar öncesinden tanışıyorlardı. Sadece biz bu tanışıklığa yeni şahit olduk ve bu muazzam birlikteliği ancak kavrayabildik.
Psikolojinin doğasında var olan insanı anlama çabası insan ruhu ile karşılaştığında bir şeylerin eksik olduğunu fark etmişti. İnsanın bir yarısı anlaşılırken, diğer yarısının imal edilmesi kabul edilebilir bir durum değildi. Tıp ilerlerken ve her türlü hastalığın gün geçtikçe çaresi bulunurken, insan ruhunun anlaşılamaması, metafizik kavramların psikoloji dünyasında yerini alması ile beraber son senelerde insanı anlamak için olumlu adımlar atıldı. Psikoloji ile din (maneviyat) bir arada anılmaya başladı.
Bilindiği gibi geleneksel psikoterapi yöntemlerinde semptomlardan kurtulmaya yönelik bir süreç ele alınır. Bu süreç kişinin kendine ait sınırlarını da aşmasının bir yöntemidir ve burada asıl olan hedef benmerkezcilikten kurtulmaktır. Marifet kişinin kendini tutsak ettiği insanı arzularından kurtulmasında yatar. İşte bunu başarmakta artık bir başka terapinin varlığından söz edilmektedir ki bu da SUFİ PSİKOLOJİSİ’dir. Sanıldığı gibi bu farklı bir psikoloji türü yada terapi modeli olarak karşımıza çıkmamıştır. Bilinen terapi modellerinin modern insanın sorunlarının çözümünde yetersiz kalmasının getirdiği arayış sonucunda psikoloji sufizm ile tanışmıştır. Psikoloji kendi darboğazını genişletmek ve “anlam” arayışına cevap verebilmek için tarihi yüzyıllar öncesine dayanan sufizmin kurallarını, ilkelerini ve “hayatın anlamı” na bakışını kendi teknikleri ile harmanlayarak yeni bir tedavi şeklini benimsemiştir.
Bu noktadan hareketle öncelikli olarak kavramları zihnimizde netleştirelim. Sufizm kavramının çıkış noktasına bakmadan önce sufi kavramını ifade etmenin daha doğru bir yöntem olacağını düşünüyorum. Sufi kelimesinin ortaya çıkışı konusunda pek çok farklı görüş bulunmaktadır. Bunların içerisinde en yaygın olan ve kabul göreni; ilk sufilerin yünden yapılmış kaba elbiseler giydikleri bunun içinde kendilerine sufi dendiği görüşüdür. “Suf” Arapçada ve Osmanlıcada “yün” anlamında kullanılmaktadır. İlk zamanlar sadece kıyafetlerinden kaynaklanan bir isimlendirme yüzyıllar sonrasının tanımlayıcı kimliği haline dönüşmüştür. Burada önemli olan ismin nereden geldiği değil, sufizmin bir yeniden doğma sanatı olduğunun bilinmesidir. Annemarie Schimmel Sufizm’in kaynağının peygamber efendimiz Hz. Muhammed’e (a.s.v) kadar gittiğini belirtmiştir. Çünkü o, Sufizm’in özü olan maneviyatın da ortaya çıkış noktasıdır. Bazı kaynaklar Sufizmin ilk olarak Batı Türkistan’da, bazı kaynaklar ise Irak'ta (Kufe ve Basra'da) VIII. yüzyılda doğduğunu ifade etmektedirler. Sufizmin bilinen ilk temsilcisi Kufeli Ebu Haşim olarak kabul edilir.
Tasavvuf ile sufi kelimesinin kök ve anlam olarak birbiri ile olan ilişkisini inkâr etmek mümkün değildir. Yapılan tanımlamalarda genelde bu çerçeve içerisine oturacak şekilde ortaya çıkmaktadır. Aklın yetmediği, bilgi ile açıklanamayan, özellikle Allah (c.c.) kavramı işin içine girdiğinde gerçeğe gönül yolu ile onun aracılığıyla, aklı ve iradeyi zorlayarak ulaşılmasını kabul etmek sufizmin özünü oluşturur. Burada en önemli özellik kişinin manevi yönünü güçlü tutmasıdır. Bunun ön şartı da kişinin benliğinin zaaflarından arınmasıdır. Psikoterapi yöntemlerinde kullanılan serbest çağrışım ve travmaların yeniden yaşanması, sufizmde tefekkür ve iç âleme yapılan yolculuklarla kendini gösterir. Kişi bu yolculuk esnasında yedi ayrı makama ve beraberinde kişiliğin mükemmelleştiği bir dönüşüm yaşar. İşte bu süreç yani sufizm, kişiliği kötü huylardan temizleyip, ruhun kâmil (olgun) hale getirilmesinin yoludur. Fudayl bin Iyaz, İbrahim Edhem, Bişri Hafi Haris el-Muhasibi, Cüneyd-i Bağdadi, Beyazid Bestami, İmam-ı Gazali, Şah-ı Nakşibendi, Muhyiddin İbn Arabi, Mevlana Celaleddin Rumi sufizmin önde gelen, büyük temsilcileri arasında yer alırlar. Tüm bu sufilerin birleştiği en önemli nokta Allah'a sevgiyle varmaya yönelmiş olmalarıdır. Bu büyük sufilerin talebeleri ile olan ilişkileri, psikoterapilerde yer alan terapist-hasta ilişkisinin bir benzeridir. Aradaki temel fark sufizmdeki olgunluğu kazanmaya yönelik teslimiyet, psikoterapide yerini bağımsızlığa bırakır. İnsanın modern çağın getirdiği sorunlar arasında sıkışması, yaşadığı yoğun psikolojik sorunlar ve beraberindeki nevroz hali rasyonel manada her zaman çözüm bulamamaktadır. Yaşanan bu çözümsüzlük hali, varoluşçu yönden yeterli cevabı alamayan insanın bunalımlar içerisinde kıvranmasına sebep olmaktadır. İşte bu noktada aklı hikmete yönelten, derin bir iç huzuru telkin eden ve insanı toplumsal etkenlerle değil, kendi kendisiyle hemhal olmaya çağıran sufizm psikoloji ile kucaklaşmaktadır. Ve sufi psikolojisi olarak tanımlamaya gayret ettiğimiz yönü ile insanoğlunu bu cenderenin içerisinden çıkartarak, rahat bir nefes aldırmaktadır.
"Vahdet-i Vücud" görüşü etrafında şekillenen sufizm her şeyin bir ve tek olan Allah’ı tanıyıp, anlayıp, bilmek için var olduğunu ifade eder. Sufizmin “Vahdet-i Vücud" inancından sonra en önemli özelliği, insana önem vermesi ve onu yüceltmesidir. İnsanın sufiler tarafından yüceltilmesi gönlü dolayısıyladır. Çünkü gönül Allah'ın evi sayılır. Allah'ın insanın gönlünde bulunması, gönlün terbiye edilmesiyle mümkündür. Bu düşüncede göstermektedir ki gönül, insanın duygu ve heyecanlarının kaynağı olmasının yanı sıra Allah'ın kavranabileceği yer olması açısından da sufizm de önemlidir. Onun içindir ki sufizm aşk ve gönül ile yol arkadaşlığı yapar. Aşk kavramını zikretmişken Mevlana’yı anmamak olmaz. Batılıların en fazla bildiği ve sevdiği sufi Mevlana’dır. Ve yine Mevlana’nın mesnevisinde yer alan hikâyeler pek çok terapistin terapi sürecinde kullandığı yöntemler arasındaki yerini almıştır.
Burada biraz nefeslenelim. Kaldığımız yerden haftaya devam etmek üzere …
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.