Fruppé
-Yok baba, sırtından alıyorlar kanı ama vücudun başka bölgelerinden de alınıyorsa bunu ben bilmiyorum’ diyor Latif.
-Ama Malta’da,-Fatih’te, tanıştığım bir kuyumcu hacamatın kafadan yapıldığını söylemişti. Ve istersem yaz aylarında hacamat yapabileceğini, çünkü kış ayında saçlarımı traş ettirmemin mümkün olmadığını söylemişti’ diye ekleme yaptım Latif’in konuşmasına. Tutturmuş, ‘abi gel hacamat yaptırmaya gidelim’ diyordu. Kendisi periyodik aralıklarla bunu yaparmış, en son iki ay öncesinde yaptırdığında hacamat doktoru(?!) iki ay sonra tekrar gelmesi gerektiğini söylemiş.
Yakınlarda bir yerlerde bulunan minibüs durağından 5-10 dk yürüyor ve sağlık kabinine benzer bir dükkânın önünde duruyoruz. Bu sağlık kabininin tabelasında bizim kızılayın ay’ı var, kırmızı bir ay’cık! İçeri girdiğimizde her tür baharat, esans, tütsü ve otun satıldığı bir yer olduğunu fark ediyorum. Hatta balın da envai türlüsü mevcut. Sağ tarafa doğru geçtiğimizde de doktor önlüğü giymiş bir çalışanla konuşuyoruz.
Başta söylediğim sağlık kabini sözcüğü oturdu mu emin değilim artık çünkü bu türden bir iş yerine ne denir artık bilmiyorum. Aktar desen değil, Erzurum Hınıs’ta diş çeken Emin Dayı’nın dişçi dükkânı desen değil, hastane hiç değil, içine girdiğimiz bu dükkân neyin nesi o halde?
Galiba modern tıp ile geleneksel tedavi yöntemlerinin,-kimilerinin T’ye alarak dile getirdikleri kocakarı ilaçlarının, sentezlenerek satıldığı bu işyeri, resmi bir kurum olmanın ötesinde tarihsel bekgraunda sahip bir tür tıbbiye sentezi. İki ayrı koltuğa geçerek sırtlarımızı açıyoruz, Latif 7 adet ayet-el kürsi okumanın sünnet olduğunu söylüyor, besmele çekip başlıyorum okumaya. Önce Latif ile başlıyor beyaz elbiseli adam, pamuktan bir bez parçası yakarak fincan büyüklüğünde iki cam bardağın içine koyuyor ve cam bardakları sırtın orta yerlerinde bir yerlere yapıştırıyor.
Bir Tarık Akan filminde gördüğüm ve çokça da duyduğum kulunçları alma işlemi gibi bir şey herhalde başımıza gelen. Bir müddet bu halde bekliyoruz. Kendi sırtımı göremiyorum tabii ki ama Latif’in sırtından gündemi takip etmek mümkün! Bardağın uç kısmına doğru eti şişmeye başlıyor, beyaz elbiseli hacamatçı bir süre sonra bardakları sırtından çekiyor ve şişen bölgeye 7-8 kez jilet atıyor, et derhal kanamaya başlıyor ama çizik çizik bir görüntüsü var ve acıtmıyormuş ta.
Demek Aryandereli Alaattin’in ‘Jilet atmak sünnettir’ deyişinde haklılık payı varmış! Sonra bardakları tekrar şişen ve artık kanamaya da başlayan bölgeye yeniden yapıştırıyor. Bardakların içine her üç nokta beş saniyede bir kan sızıyor! Mübarek hacamat üstazı kanı öylesine damıtıyor ki sanki kandan parfüm üretecek Parisli bir parfümcüye parasızlık nedeniyle kanın en güzel kokan bölümünü satıyormuşuz gibi oluyorum! Sahi kan necis bir vakaydı değil mi? Tööbe neuzubillah!
Aynı işlem bendenizin sırtında da gerçekleşiyor, şükürler olsun acı yok. Ama her jilet atılışını hissediyorum. Hacamat işlemimiz sona erdiğinde, 10’ar dinarı hacamat üstazına uzatıyoruz, o da bize bir belge vererek 2 ay sonra tekrar gelmemiz gerektiğini söylüyor.
Artık kanımdaki zararlı ve ‘pis’ damlalardan kurtuldum ve kendimi iyi hissetmek istiyorum. Kanıma karışmış aykırı kandan kurtulmuşumdur umarım. Asil kanıma karışan virüslü sektörleri bir işlemle def ettiğimden artık eski muhalif tutumlarımı da gözden geçirmem gerekecek. İtaatkâr ve akıllı olacağım, değil fincancı katırlarını ürkütmek, kendi gölgesinden korkan altmış sekiz kuşağı,-daha doğrusu altmış sekiz artığı, bir ortak yaşamcı bile apışıp kalacak bu vaziyetime!
Ama dünya dönmeye devam ediyor nedense!
-Baba biz şimdi kan verdik ya, kaybettiğimiz enerjiyi yeniden kazanmamız lazım. Sana öyle bişii içiriciim ki her hafta içmek isteyeceksin bu mereti. Latif aynen bunları söylüyor.
Kullandığı terminolojiye mi, şiveye mi, diyalekte mi,- diyeyim, aldanıp ta Türk olduğunu zannediyor insan. Oysa İstanbul Nişantaşı’nda kaldığı için oraların ‘ne diyosuuun, dööncem ben sana, hayvan gibi bişeyyy’ gibi tabirlerinden bildiğimiz konuşma tarzını kapmış. Zaten ona buralarda ‘Türk Latif’ diyorlar Türkiyeliler.
Saha-yı Hadra’ya (Yeşil Meydan) doğru yürüyerek gidiyoruz. Burası şehrin merkezi. Yeşil Meydan denmesinin nedeni pek tabii ki burada yeşile olan ilgi. Latif dükkan kepenklerinin yeşile boyanmasının zorunluluk olduğunu söylediğinde yeşile bunca merak duyulmasının sebeb-i hikmetini hiç sormamıştım. Bana sorsalar bunu her zamanki gibi çölle alakadar kılar, yeşilin kıt oluşundan ötürü her tarafı yeşil görmek istediklerini söylerdim Libilerin. Malum, bayrakları da som yeşilden. Saha-yı Hadra’dan Ömer el Mukhtar Caddesine dönüyor ve az ilerde her hafta içmek isteyeceğim iddia edilen içeceğin satıldığı cafénin önüne geliyoruz. Ama cafénin önünde çok büyük bir kalabalık var. Latif cafénin sağına doğru giderek başka bir giriş olduğunu söylüyor ve oradaki çalışanlar tarafından içeri alınıyoruz.
Siyah renkli café sahibiyle tanışıyoruz. Türkiyeli olduğumu söyleyince 5-6 kişiden oluşan çalışanlara,-vücut dilinden öyle anlaşılıyordu ki, sanki fırça atıyormuş gibi konuşuyor ve ‘Haza Türki, haza Türki’ dediğini anlıyorum. Devamında bu adam Türk, Türkiye’den gelmiş, çabuk hazırlayın içeceğini’ çabuk olun meali bir şeyler söylüyor. Bana özel bir yer hazırlatıyor sonra, özel biri olarak davranıyor sağ olsun. Biraz mahcup oluyorum, çünkü dışarıda sırada bekleyen onlarca kişi var. Ve burası, adını söylemek için sabırsızlandığım(!) içeceğin en harika kıvamda yapıldığı café.
İçeceklerimiz geliyor. Büyücek bir pet bardağın içine dolduruluyor,- ve sadece bana servis edildiği için, içine ekstradan nerdeyse 200 gram fındık ezmesi de katılıyor. Süt, muz ve hurmadan mürekkep bu içeceğin kazandırdığı binlerce kalori yetmiyormuş gibi bir de mükemmel bir tada sahip olan ve içine bolca bal katılan, harikulade bir börek servisi yapılıyor.
Tatlı krizi tuttuğunda sevdiceğin getirilmesi gereken yer işte burası diyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.