Müsaadenizle Anneler! Kocalarınız da Baba Olmak İstiyor
Biz Bize İletişim Becerileri
Dünle beraber gitti cancağızım,
Ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.
Hz. Mevlana
Olgu Bildirimleri (kadın):
Danışan 1 (Anne A.): “Bilmiyorum ne yapacağım? Eve geliyor, alıyor gazetesini, açıyor televizyonu. Sanki bu çocuğun hiç problemi yok. İlgilenmiyor bile.”
Danışan 2 (Anne B.): “Dayanamıyorum herkesin yanında bağırmasına oğlana. Daha yaşı kaç ki? 16 alt tarafı. Yalnızlarken terbiye etsin. Yok çıtı çıkmaz o zaman. Ben varım ya. Ama kendi arkadaşları varsa etrafında, rezil eder oğlanı, ne okuyorsun ne de çalışıyorsun diye. Yan odadan mesaj atıyorum cepten hemen. “Yapma” diyorum.”
Danışan 3 (Anne C.): “Yok, demeyin lütfen! Otistik falan değil bizimkisi. Sadece beyninde bir araz oluşmuş, genetikmiş, beynin iki yarısı haberleşemiyormuş birbiriyle. Hem doktoru ile konuştuk. Engelli çocuk sınıfındaymış. Sizin göreviniz o engeli çözüp ortadan kaldırmak değil mi?”
Mektup:
Sevgili Anneler,
Bu satırları uzun süredir sizlere yazmak istedim. Geç kaleme aldım. Çünkü sizleri anlamak, yazmaya hazır olmak için ortalama 20 yıldan fazla bir süredir emek veriyorum. Malumunuz, sizler farklısınız çocuklarınızdan. Eğitiminiz, büyüdüğünüz köy/kent, kendi anne-baba-aile ilişkileriniz… Herşey farklı. Çocuklarınız, ne tuhaf, uzay üssü gibi odalara doğdular. Öyle zekiler ki, cin gibi kullanıyorlar bilgisayar denilen aleti. Gerçi, onca zekalarına, sunduğunuz onca imkan ve emeğe rağmen ders çalışmıyorlar, ödev yapmayı hiç sevmiyorlar galiba. Bir de… Akşamların otoritesi ilan olunan babayı dahi dinlemiyorlar. Oysa, sizlerin yaşamında, çoğunuzda belki, altın tepsi ile sunulmadı okuma imkanı. Kız çocuğu olduğunuza göre, okumanızdan çok, iyi bir evlilik yapmanız, iyi bir ev kadını, iyi bir anne olmanız önemliydi. Evlendiniz. Görücü usulü ya da değil, gördünüz ve “tamam” dediniz. Neye tamam dediğinizi pek de bilemeden, size biçilen elbiseyi aksaksız taşıma onurunu tattırdınız anne-babanıza. Hatta, o “tamam”ınızın heyecanı ile ne kadar cabbar, çalışkan, enerjiktiniz değil mi, kayınvalidenizin aile reisiniz olduğu yıllarda? Şefkatle baktınız onlara. Son yıllarında yatağa mahkum kaldığında dahi siz vardınız. Eltilerinize de siz hizmet ettiniz. Çocuklarınızı temiz pak giydirip ödevlerini kontrol ettiniz. Kocanıza elinizden gelenin alasını sundunuz. Kendinizi esirgemediniz. Hep verdiniz. Verdikçe, evinizin kadını oldunuz. Ama olmadı! Çocuğunuz okumadı. Eşinizin sürekli işleri vardı, evde dahi yoktu artık. Öteki kadın öyküleri belirdi bir bir. Hak etmemiştiniz. Engelli doğan çocuğunuz sizden bilindi. Sigara içen ve flörte meyleden kızınızın suçlusu sizdiniz. Okulu tümden boşlayan büyük oğlunuzu hiç sormayın. Nasıl okutamamıştınız onu, onca kurslara, özel hocalara rağmen? Ah, tüm bunlar böyle söylenmese bile yüzünüze, aşikardı düşünceler: Suçlu sizdiniz. Anne/sizdiniz çünkü…
Araştırmalar:
Literatürde ilk defa, araştırmacı Spitz tarafından tariflenen bir hastalık vardır: Marasmus (anaklitik depresyon). Terk edildikleri için çocuk esirgeme kurumlarında annelerinden yoksun büyüyen bebeklerde tespit eder bu hastalığı Spitz. Kendilerine yeterince dokunulup kucaklanmayan bazı bebekler, genel sağlıklarında bir araz bulunmamakla birlikte, ölebilmektedirler.
Bedenimizi saran derimiz ortalama 3.6 kilodur ve yine ortalama olarak 1.5-2 metrekare arası bir alan kaplar. Metal para büyüklüğünde bir deri parçamız 3 milyondan fazla cilt hücresi, 300’ün üzerinde ter bezi, 50 sinir ucu ve 90 cm uzunluğunda kılcal damar taşır. “Sevmek dokunmaktır” der Morris. Santimetrekaresinde bu kadar duyarlı olan cildimiz, çocuğumuzu kucaklarken neler neler söylemez bize? Hatta, uzun bir süredir biliyoruz ki, hamilelik evresinde, fetüs, dokunsal uyaranlara, tıpkı işitsel uyaranlardaki gibi duyarlı. Ve doğum sonrasında benzer dokunsal ve işitsel uyaranlara sakinleşerek yanıt veriyor. Doğum öncesi anılar sözcüğü yabancımız değil artık. Ya doğum sonrası?
Gelelim başka araştırmacılara… Maslow’dan söz edelim biraz. “Kendimizi Gerçekleştirme” yolumuzun bir ihtiyaçlar hiyerarşisi çerçevesinde ele alınması gerektiğini ileri sürer bu araştırmacı. Bu hiyerarşiye göre açlık, susuzluk, dinlenme, uyku gibi biyolojik ihtiyaçlarımız döne döne çıkar karşımıza. O yüzden kişilik oluşum piramidimizin geniş tabanını bu biyolojik itkeler oluşturur. Bu tabana çıktığımız ilk kat güvenlik, ardından sevgi-bağlanma, sonrasında saygı görme, ve nihayetinde kendimizi gerçekleştirme ihtiyaçlarımız vardır. Hani, kız istemeye giden damat adayına sorulur: “Ne işle iştigal etmektesiniz?”, “Aylık geliriniz nedir evladım?”, “Kendinize ait bir eviniz ya da arabanız var mı?”, “Peki, kızımızı seviyor, onunla anlaşabileceğinize inanıyor, onu üzmeyeceğinize söz veriyor musunuz?”… Bu ve benzeri sorular, araştırmacının varsaydığı 1) “biyolojik ihtiyaçlar”ınızı doğru dürüst karşılayabiliyor musunuz?, 2) Başınızı sokabileceğiniz “güvenli bir ortam” sağlayabilecek misiniz?, 3) Bir arada “sevgi ve aidiyet bağı” kurabileceğinizi vaad ediyor musunuz?, 4) “Saygı”ya layık mısınız?, 5) “kendinizi var edebilecek” güçte ve donanımda olabilecek misiniz? gibi soruların yani teklif edilen modelin pratik olarak sınanmasından ibarettir. Zira, modele göre, açlık çeken, sefalet içindeki bir çiftin kendini gerçekleştirmek için bir şeyler yapması mümkün gözükmemektedir. Ancak, ilk birkaç basamak için (en azından) ortalama cevapları olan bir çift, “kendini gerçekleştirme” basmağında, Maslow’un öngördüğü “zirve deneyimler”e ulaşabilir. Yani yaşantılarında üst düzeyde tatmin-mutluluk sağlayabilmek üzere, kişisel bilgi, beceri, ilgi ve yeteneklerini keşfederek kendilerini gerçekleştirebilme kapasitelerinin tadını çıkarabilirler. İşte, yazık ki, kültürümüzde evli kadının talihsizliği, sıklıkla, böyle bir gelişim kapasitesinin ancak ve ancak çocuğunu iyi yetiştirebilme, iyi bir ev kadını olabilme, yani kendisi için değil de, süregen bir şekilde diğerleri için var olma pratiği ile kısıtlanmasıdır. Oysa, erkek, gazetede sadece 3. sayfa haberlerine göz atmayıp, dünyada siyasal ve ekonomik alanda neler olup bittiği ile ilgilenmeye çalışır. Heyecanlı bir futbol maçında rekabet süreçlerinden nasıl sağ çıkılacağının egzersizini yapar. Takım olma kurallarının içinde kişisel yetenek ve becerileri yitirmeden var olmanın yollarını arar. Hatta, biyolojisinin kuvvetli armağanı olan adrenalin (bir heyecan hormonu) pratiğinin spordaki neticelerini belki iş ortamına taşıyarak (kuralları kavrama ve kuralına göre oynama çıkarımı gibi) belirgin bir övgü ve saygınlık sağlar. Kısacası, erkek hayatın içinde örgü örmek, yemek yapmak, titiz ve temiz bir adam olmak edimlerinin dışında bir var olma alanı tarifler. Ve o alan, hayatın ev dışı gerçeklerine genellikle uyumludur. Ev içi gerçekler ise şaşabilir. Ostrojenik (kadınsı) beklentilerin empatisini kuramayabilir mesela. Akşam bir gül alıp evin ziline basma edimini yerine getirse bile, ediminin ardında derin bir mana kuramayabilir. Tıpkı, kadının ofsayt tarifiyle derinden ilgilenememesi gibi. Gerçekte, gül ne kadar sevgi demekse –ki öyle midir?-, haksız çalan bir ofsayt düdüğü de o kadar adaletsizlik ve kayıp yaşantısı demek olabilir pek ala. Aslında, her iki edim de, yaşamın farklı alanlarının soyut düzlemde tekrar tekrar tecrübe edilmesidir. Yani kadın sorar kendisine: “Var mı, seviyor mu beni, benden / duygularımdan / varlığımdan haberdar mı bu gülü getirdiğine göre?”. Ve erkek sorar kendisine: “Kaybedersem, adaletsizlikler bizi bulursa, başa çıkabilecek kadar delikanlı, başa çıkabilecek kadar güçlü müyüm haksız çalan bu düdük sesinde?” Çocuk oyunlarını bir seyredin. Anılarınızı bir tazeleyin. Oyun oynayın çocuklarınızla. Ne görürüsünüz? Kızınız evcilik oynarken evin annesidir, yemekleri yapar, çocukları yaramazlık yaptıkları için azarlar. Oğlunuz elinde silah askercilik oynarken düşmanları yakalar, vurur, yener. Yaşamın pratiği değil midir çocuk oyunları?
Sonuç:
Ya bizim oyunlarımız? Transaksiyonel Analizin kurucusu Berne, yaşamın kendisini bir oyun olarak tarifler. Ne yazık, o oyunda çabuk unutuyoruz çocukluğumuzu. Bizler hep harikaydık. Şahane okuduk, elimizden hiç kitap düşmezdi (hala daha öyle!), ailemizle sorun yaşamadık, iki etmedik bir dediklerini… Ama çocuklarımız biz olamadı… Kazanamadığımız tıp fakültesine gitmeyi, onlar kazandıkları halde reddettiler. Okumadığımız romanları onlara okutturamadık bir türlü. Bizler yamalı pantolon ile büyümüş ve onlara dolaplar dolusu kıyafet almışken, onlar bu ticareti onaylamayarak bizi anlamamayı seçtiler. Neden onlar, aslında bizim de olamadığımız şahane çocuklar olamadılar ki?
Yoksa… Biz mi yanlış yaptık? Onlar emanetti bize. Geçmiş acılarımızın, iletişim yoksunu evliliklerimizin, kendimizi kendi yeteneklerimiz doğrultusunda gerçekleştiremeyişimizin yani evimizin dram hallerinin temizlik malzemesi değildiler. Oysa, biz onlardan bekledik empatiyi, iyileşmeyi, yaşamımıza anlam katmayı. Çok yaşayan olarak bizler onları kavramayı değil de, az yaşayan olarak onların bizi kavramasını umduk hep. Biz okuyamamıştık, onlar okumalıydı. Biz saygınlık temin edememiştik, onlar saygın olmalıydı. Biz, kalbimizden konuşamıyorduk birbirimizle ama onlar öyle evlilikler yapmalıydılar ki, çok mutlu olmalıydılar eşleriyle. Neden olamadılar peki, en azından biz gibi; en mükemmeli hayal ettiğimiz gibi; en acısı ellerinden yitip giden kendileri gibi?
Danışan 4 (Anne D.): ““Futbolcu olacağım” diye, derslere boşlayıp duruyor. Oysa, 8 yıl boyu topu topu 3 idmana gitti. Biri 6 yaşında. Diğer ikisi 13’ünde. Şimdi 16’sında. Durun bakalım, başladı yine. Belki, futbolu yapar. Akşamları mahallede arkadaşlarıyla hep maç yapıyor zaten. Gol bile atıyor. Ah, bir de okuduğunu görsem… Umut ediyorum ne yapayım? Vaz mı geçeyim? Anneyim ben.”
Müsaadenizle anneler! Kocalarınız da baba olmak istiyor. Belki, onlar, içine nasıl sızabileceklerini bilemedikleri bir terbiye sürecinde, ite kaka okunan açık liseden nasıl doktor çıkaracağınızı, varlığının yeterince özel olması dışında özel motor yetenekler sunamayan üç idmanlı bir delikanlıdan nasıl futbolcu üretebileceğinizi bilememiş olabilirler. Siz de bilemiyorsunuz baksanıza! Toz-çamur çağrışımlı saçın süpürge-ruhun paspas olduğu evlilik betimlemeleri kimseye iyi gelemiyor olabilir. Hatta, erkekler, belki de merkezde onları yetiştiren biz kadınlara, annelerine inat, hala daha yüreklerinin saklı köşelerinde baba olmak istiyor olabilirler. Yeter ki, ofsayta düşmenin tarifini beraberce öğrenmek sabrına erebilelim…
Klinik Psikolog Gül ÇÖRÜŞ [email protected]
www.diyalogdanismanlik.com
Tel: (0212) 466 09 70
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.