Rukiye KARAKÖSE

Rukiye KARAKÖSE

ÜMİTSİZ EV KADINLARI

ÜMİTSİZ EV KADINLARI

Türk Kadının yaklaşık % 75’i ev hanımı. Yani resmi olarak herhangi bir işte çalışmıyor. Arşivimi tararken bir haber gözüme çarptı. “Yine mi?” dedim. Niye şaşırıyorsam artık… Haber şöyle: “Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nden edinilen bilgiye göre, bir yıl içerisinde bunama, psikoz, nevroz ve kişilik bozukluğu nedeniyle tedavi görerek taburcu olanların yüzde 24'ünün ev hanımı olduğu belirlendi. Ev hanımları, şizofreni tedavisi görenlerin yüzde 20.5'ini, manik depresif psikozlar ve paranoya tedavisi olanların yüzde 33.6'sını, histeri tedavisi yapılanların yüzde 46'sını; takıntılı fikirler, temizlik hastalığı gibi obsessif kompulsif nevroz tedavisi görenlerin yüzde 41.6'sını, diğer nevrozların yüzde 53.5'ini, kişilik bozukluğu tedavisi görenlerin de yüzde 22'sini oluşturarak ilk sırada yer aldı.”
Artık genç kızlar “ev kadını olmak” denince ürküyorlar ve bunu bir çeşit pranga gibi algılıyorlar. Gençlerin konuya yaklaşımlarını görmek için popüler sözlük sitelerine göz atmak yeterli.
Diyorlar ki: “Ev kadınlığı dünyanın en nankör mesleklerinin başında gelir. Çünkü bu meslekte ne yaparsanız yapın öncelikle karın tokluğunadır. Sigorta yoktur, yol yoktur, yemeği zaten kendiniz yaparsınız. Bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji ve konsantrasyon ister. Çok zor bir meslektir. Dışarıdaki işlere benzemez. Dışarıdaki işlerde alınan sorumluluk belli bir sayıyı geçmez ve diğer işleri yapan başka bir eleman bulunabilir. Ancak, ev hanımlığında evin pazarlamacısı, temizlikçisi, aşçısı, bakıcısı, yeri geldiğinde doktoru, iç mimarı, kralı, kraliçesi hep o aynı kişidir. Krallık ve kraliçelik için ayrılabilecek vakit de tahmin edilebileceği üzere çok ama çok kısıtlıdır.

Pek çoklarının sandığı gibi ev kadınlığı yan gelip yatma yeri değildir. Gelin bunun için kocası ve çocukları olan, çalışmayan bir kadının rutin(leşmiş) hayatına göz atalım.

Sabah erkenden kalkar 6.30 gibi, çayı koyar, kahvaltıyı hazırlar. Kocasını ve çocuklarını uyandırır. Besler ve işe-okula gönderir. İlk iş olarak kahvaltı masasını toplar, bulaşıkları yıkar. Ev tozlanmışsa süpürüp siler, çamaşırları yıkar, ütü yapar. En mühimi olan akşam yemeğini hazırlar ve beklemeye başlar. Yorucu bir gün geçirmiştir ama eşinin geleceği ve ailece akşam yemeğine oturacakları anı bekler bütün gün.

Rutine bağlanan bu işler hemen her gün tekrarlanır. Arada mesela ütülenecekler yoksa ütü yapmaz ama perdeleri yıkama veya cam silme zamanı gelmişse onu yapar. Ekstra işler çıkabilir yani. En sevmediğimiz işleri onlar yapar ve emeklerinin karşılığı (ki el emeği çok çok değerlidir) yoktur. Sigortaları yoktur. Kendilerine ait paraları yoktur. Emeklerinin bir ölçü birimi yoktur. Bekledikleri, özledikleri ve hak ettikleri takdirden başka bir şey değildir.Eve gelen asabi tipler ne kadar yorulduklarından, çalıştıklarından yakınır durur akşamları. Ama kimse ona “günün nasıl geçti?” diye sormaz.

Kaç kişi “evinin kadını”na kaç kere "eline sağlık bu yemeği senin kadar iyi yapabilen biri yoktur" demiştir, kaç tanesi evin aksamayan düzeninden sorumlu kişiyi takdirlere boğmuş şımartmıştır?
Varolma kaygısıSosyal anlamda bir varlık gösteremeyen ev kadınları, ''kendilerini gerçekleştirememe'', ''üretim içinde yer alamama'', ''ürettiğini görememe'' nedenleriyle ''tatminsiz”ler, ciddi anlamda uzunca bir süre ''işe yaramazlık duygusu'' yaşıyorlar ve bu nedenle de depresyon gibi ruhsal hastalıklara daha yakınlar.

Üretemedikleri için, içlerindeki yaşam enerjisi ve libido bundan olumsuz etkileniyor. Benlik değerlerinin düşük olması, kendilerini değersiz, işe yaramaz görmeleri, hayata ve kendilerine yabancılaşmalarına neden oluyor. Dolayısıyla ev kadınları grubu psikiyatrik rahatsızlıklar açısından çok riskli bir grup haline geliyor. Gerçekten de yapılan sosyo-demografik içerikli psikiyatrik çalışmaların sonuçları değerlendirildiğinde, ev kadını olmanın psikiyatrik hastalıklara yatkınlaştırıcı bir faktör olduğu görülüyor. Ev kadınlarının kendilerini bu monoton süreçten kurtarmaları gerekiyor. Kendilerine yaşamdan doyum alacak ve kendilerini başarılı hissettirecek yeni alanlar bulmaları –en azından ruh sağlıkları için- zorunludur.

Şimdilerde “ev kadınları” da bunun hayli farkında olacaklar ki kendilerine türlü türlü meşguliyetler buluyorlar. Yemek kursları, ev güzelleştirmek için binbir çeşit süsler yapılan programların müptelası olmalar (misal telefondanlık, şapkadanlık, parfümdanlık -tabirler yapanlara ait- yapanlar var), börek, çörekli altın ya da Euro günleri, olmadı toplanıp kadın programlarına konuk gidip el çırpmalar…
Ama olmadı ki hakikaten… Bu hanımların sıkıldığı zaten ev kadınlığının rutinliği, isimsizliği, sıradanlığı değil miydi? Çözüm diye tutundukları şeyler de o ruh halini daha koyu, daha kolektif ve daha trajik şekilde teşhir etmekten öteye gitmiyor. Oysa bu mudur bir kadının potansiyeli? Yaşamak için zaten bir şekilde yapmak zorunda olduğumuz işler var evet, yemek, temizlik, ütü… Ha insan bunları sevebilir de mesela yemek yapmayı çok severim, ailemi ve diğer sevdiklerimi doyurmak psikolojik olarak da besleyici, onarıcı, kadın/anne olmanın sembolüdür çünkü duygu dünyamda. Ama ev işine –sil, süpür, parlat döngüsüne- adanmanın insanı ruhen pek de doyurmadığı ortadayken niye rahatlama adına onlara sunulan şeyler de öz olarak çok farklı değil?

Oturalım, incik boncuktan, şapkadanlık, parfümdanlık yapalım, evin her tarafına o yaptığımız rengarenk şeyleri asıp dilek ağacına çevirelim, süslerle aksesuarlarla kafayı bozalım, sulusepken kadın programlarına konuk olup, el çırpıp dekor olalım, sonra? Bu da bir nevi afyon değil mi?

İnsanın potansiyeli öyle büyük ki bu şekilde harcandığında bünyede sorun ortaya çıkıyor. Navaro’nun deyişiyle kullanılmayan ruhsal enerjiler de kullanılmayan madenler gibi pas tutuyor.

İnsanın özüne ve saygınlığına yaraşır yeni meşgaleler bulmalı(yız) kadınlar (olarak)… Kendi etrafında olup bitenle ilgilenebileceği bir zihin dünyası inşa etmeli kendine. Aslında hepimizin çevremize ayırabilecek kadar enerjisi var. Evin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra kalan zamanımızda neden toplumun yaralarını sarmak için de bir şeyler yapmıyoruz? Binlerce sokak çocuğu var. Sadece haberlerde izlemek ve “yarın bunlar ne suç işleyecekler, acaba ne şekilde bize zararları dokunacak?” diye sorup dehşete düşmek yerine “kendi çocuklarımı giydirip kuşatır ve beslerken bu çocuklar için ne yaptım acaba?” diye sorabiliriz.

Yoksullar için, hastalar için çalışan, gerektiğinde bir gönüllüye bile çok ihtiyacı olan yardım kuruluşları var. Onlarda görev almak hem insanın insani sorumluluk duygusunu tatmin edecek hem de topluma katkı sağlayacaktır.

Osmanlıdan itibaren bizim toplumsal mirasımızda vakıfların ne kadar önemli bir yer tuttuğunu biliyoruz. Yetimleri korumaktan, yolda kalmışlara yardım etmeye, kimsesiz kızlara çeyiz yardımından, kuşları koruma ve gözetmeye kadar akla gelen pek çok konuda hizmet eden vakıflarımız olmuş.
Bugün maalesef erkekler çok meşgul ve çok yorgunlar. Belki de kâra odaklı kapitalizm, toplumsal yapımızdaki vakıf ruhunu unutturdu. Ama kadınlar bunu başarabilirler. Şefkat kadında baskın olan bir değerdir. Ve her kadın doğursun ya da doğurmasın, yüreğinde kocaman bir anne taşır. Enerjisini gelişi güzel sarf etmek yerine ruhen de tatmin edici olan sosyal işlere adanan, daha da iyisi bir Sivil Toplum Kuruluşunda gönüllü çalışan kadın hem kendimizi daha kolay ifade edecek, hem işe yaramazlık duygusundan kurtulacak hem de toplumu aydınlatmaya katkı sağlayacaktır. Yoksa dizidekinden daha ümitsiz kadınlar çoğalacak…

www.rukiyekarakose.com

Bu yazı toplam 12419 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
6 Yorum
Rukiye KARAKÖSE Arşivi