Uçanları Vurmasınlar Ya Da İnsan İnsanın Kurdudur
Yaz aylarında BKM Mutfak ekibinin oynadığı “Çok Film Hareketler”i izledim. Son skecine bayıldım, yazanı alnından öpmek istiyorum. Skecin adı “Uçanları Vurmasınlar”.
Özetle şöyle: Lisede bir sınıfta ders işlenirken dışarıdakiler de muziplik yapıyorlar. Sınıfın koridora bakan camlarının önünde bir grup genç İbrahim adlı karakteri elleri üstünde taşıyor, İbrahim de bir kolunu ileri uzatarak Süpermen gibi “uçuyor”. Camdan onu gören sınıftaki öğrenciler gülüyor ve öğretmen olayı fark edip dışarı çıkıyor. İbrahim dışındakiler kaçıyor. İbrahim havada asılı kalıyor ve uçabildiğini fark ediyor, kendi de şaşırıyor. Öğretmen onu azarlıyor. “Niye uçuyorsun sen? Okulun kurallarına (!) karşı geliyorsun!” diyor.
Ama beni mest eden kısım, bundan sonrası. Öğretmen İbrahim’i alıp uçar vaziyette müdürün odasına götürüyor. Yılmaz Erdoğan müdür rolünde. O kadar güzel canlandırmış ki tanımasak gerçek bir okul müdürü sanabiliriz. Müdür İbrahim’e şu hayat dersini veriyor: “Niye uçuyorsun oğlum? Arkadaşlarından geri kalırsın. Daha da kötüsü, arkadaşların senden geri kalır. Senden geri kalınca da sana gıcık olurlar. Çünkü sanki sen ilerde değilmişsin de ilerdeymiş gibi yapıyorsun gibi gelir onlara” diyor.
Bunu izlediğimde sarsıldım. Zaten bildiğim, zaman zaman da şahit olduğum insana dair bir gerçeğin bu kadar çıplak ifade edilmesi sarsıcıydı çünkü. Gerçek bu kadar yalındı aslında: “Senden geri kalınca sana gıcık olurlar”.
Gerçek yaşamdan bir kare: Karneler alınmıştır. Küçük kız ilkokul ikinci sınıftadır, teşekkür almıştır. O gün ikindi vakti sokağa çıkar, yaşıtı olan arkadaşlarıyla oyun oynamak için yanlarına yürürken içlerinden biri ona bakıp “aman be, biliyoruz iyi ki bir teşekkür aldın!” diye haykırır. Küçük kız şoke olur, çünkü sadece oyun oynamak için onların yanına gitmektedir. Teşekkür aldığını o an unutmuştur bile. Başarmanın dışlanmaya sebep olacağını öğrendiğinde kalbi kırılır. Hayatın ne kadar acımasız, arkadaşların (onlardan ileri geçildiğinde) ne kadar haset olabileceği gerçeğiyle o gün tanışır.
Bir de fıkra: Gün olur harman olur, dünya biter ve ahiret yaşamı başlar. Bir gün cennet ve cehennemi gezmeye bir misafir gelir. Bir sorumlu da misafiri gezdirmeye başlar. Büyük bir meydana gelir bakarlar ki her şey dört dörtlük, herkes zevk-ü sefa içinde. Müdür: “İşte burası cennet” der misafire. “Peki ya cehennem?” deyince “buyurun” der müdür. Cehenneme varırlar ki bir de ne görsünler? Cehennemin üzerinde bir sürü delik, her deliğin başında da bir zebani var. Cehennem çukurundan çıkmaya çalışanları zebaniler bir tokmakla aşağı gönderirler. Her ülkenin bir deliği ve başında bir zebanisi vardır. Yalnız misafirin dikkatini zebanisi olmayan bir delik çeker ve müdüre “neden bu deliğin zebanisi yok, ya çıkarlarsa? der”. Müdür, “merak etme bu delik Türklerin, çıkmaya çalışan olursa zaten alttan mutlaka birisi çeker” der. Bu sadece Türkler için mi böyle bilemem ama “insan” söz konusu olduğunda bu tavrın gerçekliği su götürmez. Kim kendini bir adım ileri götürmek isterse paçasından çekeni eksik olmuyor.
“Kötü gününde seninle üzülecek birini bulursun ama iyi gününde seninle sevinecek birini bulmak daha zor olabilir” derler. İnsanlarla bizi başarısızlıklarımız da yakınlaştırır, kederlerimiz de… Uzun zaman grup halinde takıldığınız, arkadaşlık ettiğiniz kişilerle “aşağı yukarı” aynı statüde iseniz ilişkiniz yürür. Ne zaman içlerinden biri kozadan çıkıp kelebeğe dönüşmek için adım atar, bir şeyler başarır, yani “diğerleriyle arayı açar”, yani “uçmaya” başlar, o zaman o gruptan bir kısım insan ona “gıcık” olmaya başlar. Çünkü aralarından biri sıyrılmış ve uçmayı başararak, “uçmanın aslında onlar için de mümkün olduğunu” ispatlamıştır. Onları beceriksizlikleriyle ya da tembellikleriyle yüzleştirmiştir. Çünkü normalde bizden uzak kulvarlardaki insanların başarılarını kolayca “açıklayabiliriz”. Bizden daha şanslı doğmuşlardır, aileleri daha iyi yetiştirmiştir, çevreleri geniştir, iyi okullara gitme, doğru insanları tanıma fırsatına sahip olmuşlardır filan… Yani “o fırsatlar bize verilse biz de yapardık” türünden bir rasyonalizasyon, bahane bulma mekanizması, avuntu… Hani “o kadar makyaj bana yapılsa ben de güzel olurum” deriz ya… Bu şekilde insanın içi “rahatlar”. Ama yakınımızdaki biri “bizi de çevreleyen o çemberi kırarak” bir adım atınca kendimizle yüzleşiriz. O ayna bizi tembelliğimizle, üşengeçliğimizle, bahanelerimizle, yani aslında “o işlerin bizim gibiler tarafından da yapılabilirliğiyle” yüzleştirir. Bu da kimilerinin canını acıtır. Başarana öne geçene öfke duyar ve adeta “bunu yapmak zorunda mısın?” derler hal diliyle. “Bunu yapıp da bize istersek başarabileceğimizi hatırlatmak zorunda mısın?” Müdürün dediği gibi “daha da kötüsü, arkadaşların senden geri kalır, senden geri kalırlarsa da sana gıcık olurlar”
“İnsan insanın kurdudur” der Thomas Hobbes. Külliyen öyle midir, bilinmez. Pek çok dini ve mistik sistemde bin yıllardır “haset etmek” eleştirilir, yerilir. Demek ki bu olgu insana dair temel marazlardan biri, yeni değil, istisnai de değil. Ama yine de umutsuz olmamak gerek. Siz başardığınızda kendisi başarmış gibi sevinen, gözlerinin içi gülen, can-ı gönülden destekleyen dostlarınızın da olması, varsa sayılarının çoğalması dileğiyle…
Rukiye KARAKÖSE
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.