Cüneyt Kayhan

Cüneyt Kayhan

STRAUSS' UN YABAN DÜŞÜNCESİNE YABANCI OLMA(MA)K

STRAUSS' UN YABAN DÜŞÜNCESİNE YABANCI OLMA(MA)K

Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki Strauss ile ilgili yazdığım ilk yazının bu kadar okunarak yorumlanması pek öngördüğüm birşey değildi. Özelliklede yorumların oldukça farklı bakış açılarıyla yazılmış olması bana her Strauss okuyucusunun ( her yorum yazanın Strauss u azda olsa okuduğunu varsayıyorum) yazarı ne kadarda farklı yorumladığını düşündürdü. Bunun sonucunda da yorumların tümü olmasada büyük bir kısmını karşılayabileceğini düşündüğüm yeni bir Strauss yazısı yazmaya karar verdim. Umarım bu defa kendimi okuyucuya daha da yaklaştırabilirim.

Farklı kültürlerin bir arada olmasını ve bu kültürler arasında, tarihsel deneyimin farklı temellere sahip olabileceklerini kanıtladığı görece yumuşak ilişkilerin geçerli olmasını hiçbirşey engelleyemez. Kimi zaman, her kültür kendini tek hakiki ve yaşanmaya değer kültür olarak görür; diğer kültürleri bilmezlikten gelir, hatta onların kültür olduğunu bile inkar eder. İlkel diye adlandırdığımız halkların çoğu kendilerine '' doğrular'', ''iyiler'', '' mükemmeller'' anlamına gelen bir isim verirler veya sadece '' insanlar'' derler. Diğer halklara ise '' yer maymunları'' gibi onların insanlık durumlarını inkar eden nitelemelerde bulunurlar. Hiç kuşkusuz, kültürler arasında düşmanlık hatta kimi zaman savaşta egemen olabilir ama söz konusu olan özellikle haksızlardan öc almak, kurban etmek için adam kaçırmak, kadınları veya malları çalmaktır. Bunlar bizim ahlakımızın mahkum ettiği geleneklerdir, ama bu gelenekler asla diğer kültürün gerçekliği kabul edilmediğinden, bir kültür olarak diğer kültürü imha edecek veya köleleştirecek kadar ileri gitmezler ya da böyle bir durum çok istisnaidir. Ünlü Alman bilim adamı Unkel uygar bir merkezde uzun süre kaldıktan sonra köyüne geri döndüğünde, köy halkı hayatın yaşanır olmaya değdiği tek yer diye düşündükleri kendi köylerinden uzakta katlanmak zorunda kaldığı acıları düşünerek gözyaşı döküyorlardı. Başka kültürler arasında ki bu derin kayıtsızlık, bu kültürler için kendi dilediklerince ve kendi bildikleri tarz içinde var olabilmenin güvencesiydi.

Ancak bu tavrın karşıtını oluşturmaktan çok onu tamamlayan başka bir tavırda bilinmektedir; bu tavra göre yabancı, uzaktan gelmenin itibarından yararlanır ve oradaki varlığıyla toplumsal varlığını genişletme fırsatını temsil eder. Bir aileyi ziyaret ettiğinde yeni doğan bir bebeğe isim koyması için o seçilir; evlilik birleşmeleri de uzak gruplarla yapıldığında daha değerli olur. Yani anlaşılan odur ki farklı kültürler sadece arzulanan bir dialog söz konusu olduğunda birbirlerini taraf olarak kabul ederler.

Demek ki asıl sorun kimi toplulukların kendi üstünlüklerine kanıt olarak ileri sürdükleri genetik mirasları ile pratik başarıları arasında varolabilecek muhtemel bir bağın bilimsel düzlemde ortaya koyduğu türden bir sorun değildir. 16. yüzyıl İspanyollarının okyanus ötesine asker, at, zırh ve ateşli silah taşıyabilecek gemilere sahip olmları nedeniyle kendilerini Meksikalılar ve Perululardan daha üstün gördükleri ve değerlendirdikleri, buhar makinesi ve övünebileceği başka birkaç teknik marifete sahip diye 19. yüzyıl Avrupası da kendisini dünyanın geri kalanından üstün ilan etmişti. Avrupalılar bütün bu açılardan ve daha genel olarak Batıda doğmuş ve gelişmiş olan bilimsel bilgi bakımından gerçekten üstün olsalarda yine de durum Batı nın köleleştirdiği veya kendisini izlemek zorunda bıraktığı halklar- az rastlanır ve bilinçli insanlar hariç- Batının bu üstünlüğünü kabul ettiklerinden ve bağımsızlıklarını elde ettiklerinde, bağımsızlık güvencesi verildiğinde ortak gelişme çizgisindeki bir gecikme olarak gördükleri bu farkı kapatmayı amaç olarak benimsediklerinden daha az tartışma götürür niteliktedir.

Hayli kısa sürede onaylanan bu görece üstünlüğün var olmasından, ne bu üstünlüğün kesin olduğu sonucuna ne de farklı temel yetenekler ortaya çıkardığı sonucuna varamayız. Uygarlık tarihi yüzyıllar boyunca şu ya da bu uygarlığın özel bir parıltıyla parıldıyabildiğini göstermiştir. Ama bunun tek bir gelişme çizgisinde ve herzaman aynı yöne doğru olması zorunlu değildir. Batı birkaç yıldan beri , bazı alanlarda ki sınırsız kazanımların ağır karşılıklar doğurduğu gerçeğini benimsemeye hazır hale gelmiştir. Bazı değerlerden yararlanmak için reddetmek zorunda kaldığı değerlerin daha fazla saygıyı hakedip etmediğini kendine sorma noktasına gelmiştir artık. Yakın zamana kadar geçerli olan, diğer toplumlar geride kalırken sadece Batının duraklamadan katetmiş olduğu bir yol boyunca sürekli ilerleme fikrinin yerini, böylelikle, farklı yönler arasında seçim yapma mefhumu alır; öyle ki herkes, kazanmak istediği alanların bedeli olarak , bir ya da birkaç alanda kaybetmeyi göze almak durumunda kalır.

Yani insanın kendi cinsine duymasını istediğimiz saygı, hayatın bütün biçimlerine karşı hissetmesi gereken saygının sadece özel bir durumu olduğundan, bu sorunu diğer canlı türleri düzleminde çözmeye çalışmadan insan ölçeğinde çözmeye çalışmak hiçbirşeye hizmet etmeyecektir. Antik Çağ' ın ve Rönesans' ın mirasçısı olan Batı Hümanizmi insanı yaradılışın geri kalanından soyutlayarak, insanı onlardan ayıran sınırları çok katı bir biçimde tanımlayarak onu koruyucu bir siperden mahrum bıraktı ve 19. ve 20. yüzyılın deneyimlerinin kanıtladığı gibi , insanı, yeterli savunma olmaksızın kendi kalesi içinde hazırlanan saldırılara maruz bıraktı. Bu hümanizm insanlığın gitgide güçsüzleşen kesimlerinin, keyfi olarak çizilen sınırların dışına atılmasını mümkün kılmıştır; insanın saygıdeğerliliğinin yaratılışın efendisi olmasında değil öncelikle canlı varlık olmasından kaynaklandığı unutulmuş olduğundan, insanlığın bir kısmına gösterilen saygı bu kesimlere o kadar kolay gösterilmemektedir. İnsanın öncelikle canlı bir varlık olarak saygıdeğer olduğunun kabul edilmesi, insanı tüm canlı varlıklara karşı saygı göstermeye zorlayacaktır. Bu bakımdan batı entelijansı tarafından Budist olan uzak asya ülkeleri bunu karşılayan bir inanç sistemi olarak gösterilsede bunu tam olarak karşılayan inacın İslam inancı olduğunun işaretini Yunus Emre 13. yüzyılda '' Yaradılanı sev yaradandan ötürü'' diyerek vermiştir.

Sadece alay konusu edilen ya da en fazla, küçümseyici bir merak gösterdiğimiz bütün o diğer yaşam tarzlarına, adet ve inançlara nesnel bir değer ve ahlaki bir anlam vermemiz için bilgimizin gelişmesi ve yeni sorun alanlarının bilincine varmamız için daha ne kadar beklememiz gerekecek?!

Bu yazı toplam 6821 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
5 Yorum
Cüneyt Kayhan Arşivi