Bilal AÇIKBAŞ

Bilal AÇIKBAŞ

MARDİN’DE BİR KATLİAM OLMAMIŞTIR

MARDİN’DE BİR KATLİAM OLMAMIŞTIR

Bir katliamı izlemek, katliama ortak olmak gibi bir şeydir. Çünkü katliam yapan ile “kendisine” katliam yapılanın arasında durmak demektir bir bakıma.

Ancak, “pornografik bir haz” alarak televizyon ekranlarından izlediğimiz vahşetin hakikatine şahit olma imkânımız olmadığı gibi, bu imkânı ortadan kaldıran şey de “ortadan kaldırma, yok etme” duygusu yayan televizyondur. Nükleer bir patlama gibi etrafına ölümcül-yapay-kurgusal atıklar sızdırmaktadır.

Yalnız, ortadan kaldırma/yok etme arzusunun (histerisinin) estetize edilerek ve yeni bir “form”da, her defasında bir “yenidensunum” haline getirilerek gözümüze sokulması ve ekran karşısında sekârat ve şaşkınlık halinde donuklaşmış ve matlaşmış bir vaziyete gelmemiz, öyle bir pozisyona sokulmamız, hem “tanık” olma şansını yok eder, hem de (vukubulduğu varsayılan) katliamın şiddetini artırır.

Çünkü izleyenler için, televizyonda başlayan her şey daima şiddet üretir. Ve bütün izleyici kitle bu şiddetin hem nesnesidir (yani, kendisine şiddet uygulananıdır) hem de öznesidir (bizatihi şiddete ortak olan ve yöneten). Dolayısıyla hem üreticisidir hem de arkaik bir tüketicisi.

Ekran karşısındaki halimiz, ekranlardan yansıyan (vukubulduğu varsayılan) katliam görüntülerinin bir daha yaşanmayacağının garantisi değildir. Aksine bizi her an yutacakmış ve içine alacakmış gibi duran televizyon karşısında vakit geçirmek demek, daha doğrusu böyle bir seçim ve tercihte bulunmak demek, sürekli izlenecek bir katliam, vahşet veya “hiper-pornografi”nin üretilmesine bile-isteye onay vermek demektir. (1)

Dolayısıyla şunu rahatlıkla ifade edebiliriz; Mardin’de vukubulduğu söylenen, izlenen, üretilen katliam, psikolojik bir torna tezgahından (tv, kamera) geçirilerek, felaket estetiği ile ekranlara yansıtılan bir gösteri haline dönüştürülmüştür. Tıpkı bir havai fişek gösterisi gibi. Ve fakat daha önce benzer hadiselerin başına gelen bu olayda da ortaya çıkacak ve tarihin sanal çöplüğüne gönderilecek, orada yerini alacaktır. Toplumsal hafızamızın derinliklerinde hiçbir yer bulamadan, zamanını ve mekanını yok ederek ortadan kaybolacak ve unutulacaktır. Hem de katliamın kendisine rağmen. Yahudilerin çok ünlü bir anlayışları vardır; “unutmak” der, Yahudiler, “katliamın ta kendisidir”.

Unutmanın toplumsal belleklerimizi işgal etmesinin yegâne sebebi, yaşanılan her vakanın televizyon ekranlarından yaşamımıza girmesidir. Çünkü ekran kendi “pürtüklü” ve kurumlarla dolu akışına uygun olarak, katliam olayını örten delilleri alenen segilenen ve fakat nesnel gerçeklikle hiç ilişkisi olmayan “kendi öz gerçekliğini” gizleyen otonomik bir olay haline getirmektedir.

Katliamı yapanlar, -gerçekleştirdiği varsayılanlar- otoimmünatif(2) mantık ile kendi varlığına ve kendi bağışıklığına zarar vermektedir. Otoimmünitenin çifttaraflı bir intihar girişimi olduğunu varsayarsak (derridacı izlek doğrultusunda) varlığını denetim altına alma yolunda hem bizatihi kendisine işkence etmekte, aynı zamanda katliama maruz “kılınan”ı da ortadan kaldırmakta yok etmektedir. Ve bu şekilde ortaya çıkan, daha doğru bir deyişle çıkartılan şiddetin de sınırları yoktur olmayacaktır.

Estetize edilen bu şiddet olayı, tersine çevrilmiş, kaynatılmış ve kameranın nükleer filtrelerinden geçirilerek absorbe edilmesi sağlanarak televizyonik bir yapıya büründürülerek, insanları biçimlendirmek için televizyonlara düşürülmüştür.

Televizyonların binbir türlü parodik hikayeleriyle seyirciye şiddet uygulayarak bilinçlendirdiği (!) ve haberdar ettiğini bas bas bağırsa da, gerçekte zihinlerimizi maniple ederek ioptek altına aldığı tartışması bir pre-gerçekliktir. Fakat bu gerçekliğin zemini ekranla girdiği hiper-savaş neticesinde ortadan kaybolmuş ve havada asılı kalmıştır. Deleuze’ün kapitalizme yüklediği anlamın bir başka örneğini de bu gerçeklik zemininin kaybolması öngörmektedir.

Hiç kimsenin anlamak istemediği veya anlamamakta inat ettiği kural, adına “Mardin Katliamı” denilen hadisenin hiç yaşanmamışlığıdır. Katliamın vukubulduğu  anda, o saatte veya dakikada kameraların, olayın gerçekleştiği varsayılan/söylenen mekanda kayıtta olmamasıdır. Dolayısıyle aldığımız haberin kaynağının sıhhati burada infilak etmiştir. Gerçeklik duygusunu kaybetmiş sanallaşmıştır.

Kayıtta ol(a)mayan kameraların “kayıttaymış gibi” yaparak, aslında kaydedilemeyen –yani, geç kaldığı, kaydedilecek olay için zamanında record tuşuna basılamaması- görüntülerin, kameranın objektifinden yaydığı radyasyonik etki, tıpkı nükleer silahların yaydığı tehdit duygusu gibidir.

Her ne kadar, olayı bir kamera kasedine hapsedememiş olsa da, bu olumsuzluğun hırsıyla ortaya çıkardığı tehdit çok kutuplu ve provokatiftir.  Hiçbir meta-ahlaka dayanmaz kışkırtıcı, soğuk ve ölümcüldür.

Ve bizler, yani seyirci/izleyici hâlâ ekranın gerçekliğine inanıyoruz, inanmadığımızı söyleyerek. Hâlbuki televizyon akla gelebilecek her şeyi kurgular, çevirir, başkalaşıma uğratır, provokatif bir şekil, farklı bir dil ve biçimle/formla sunar.

Dolayısıyla, vukubulduğu ifade edilen bu olay önümüzdeki günlerde yepyeni kostümlere büründürülerek televizyon dizisi haline getirilecektir. Ve katliamı an be an kayda alamayan kameranın seyirciden rövanşı alması bu şekilde olacaktır. Dizileştirilen bu vahşet ile izleyiciden intikamını almış olacaktır böylece.

Çünkü olayın vukubulduğu andan, içinde bulunduğumuz zamana kadar geçen süre içersindeki hiyerarşik örgütlenme bunu emretmektedir.


Notlar:

1- Seyirci izlediği her şeye ortak olmak ister. Görüntünün türüne ve durumuna göre bir asker veya doktor, bir futbolcu veya aktrist, bir fahişe veya bir melek…

Hislenerek, ağlayarak, kimi zaman gülerek veya sinirlenerek ortaklığını belgelemeye çalışır izleyici…

2- Kavram için Fransız filozof Jacques Derrida’ya teşekkür ediyorum…

Bu yazı toplam 8615 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Bilal AÇIKBAŞ Arşivi