İki psikoterapistin dertleşmesi
Irvin D. Yalom, Amerika’da Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde psikiyatri profesörü. Ancak Yalom bir dinazor değil. İnsanı adeta bir eşya ya da gelişmiş bir hayvan olarak ele alan klasik yaklaşımlara karşı varoluşçu ve insancı bir çizgiyi savunuyor. Bilim-insanı oluşunun yanı sıra bir de sanatçı yönü var. Klasik psikanalizi sorgulayıp yargıladığı romanı Divan bunun için yeterli bir kanıt.
Klasik psikanaliz pozitivist bir bilim anlayışına dayalı olarak insanı indirgemeci olarak ele alan Freud’un kurduğu bir sistemdir. Freud, insanın tüm davranışlarını doğuştan getirilen kural tanımaz cinsellik ve saldırganlık dürtülerinin ailede ve toplumda bastırılması sonucu oluşan bilinçaltından kaynaklandığını ileri sürer. Buna göre Freud insanı salt bir biyolojik bir varlık olarak tanımlamaktadır.
Yalom, “Grup Psikoterapilerinin Teori ve Pratiğini Giriş” isimli çaplı yapıtında insanı bütünüyle bir insan olarak ele almaya çalışır. Ancak Yalom da insanın metafizik boyutlarını takdirde yetersiz kalır. Yalom, “Aşkın Celladı” adıyla çevrilen çalışmasında, ruh hastası olarak tanımlanan ama gerçekte daha çok rûhunu arayan insanlarla yaptığı psikoterapi görüşmelerini sunuyor. “Nietzsche Ağladığında” ise olağanüstü derecede farklı bir roman: Burada Yalom, Nietzsche aracılığı ile varoluşun kader, inanç, hakikat, huzur, mutluluk, acı, özgürlük, irade gibi kavramlarını ele alıyor. Yalom’un aslında Tasavvuf’un bir karikatürünü çizmeye çalıştığı söylenebilir yukarıda andığımız yapıtlarında. Kim bilir, Yalom tümüyle yüreğinin sesini dinleyebilse neler yazardı.
Divan, varoluşçu-insancı bir psikoterapistin kaleminden varoluşçu-insancı psikoterapi ile klasik psikanaliz arasındaki med-ceziri ironik bir şekilde ele alan bir roman. Daha derinlerde ise modern-postmodern perspektiflerin çatışmalarını ve çelişkilerini izlemek mümkün.
Divan’da Yalom, Freud’un çizgisinden giden psikanalistlerin ipliğini pazara çıkarıyor, iç yüzlerini deşifre ediyor. Yalom’un en çok vurguladığı konular pek çok psikanalistin hastalarını hem cinsel hem de ekonomik açıdan kullanılmaları, hem hastalarına hem de birbirlerine karşı ikiyüzlü davranmaları, varoluşsal problemleri çözememeleri...
Divan’ın en çarpıcı bölümlerinden birisi iki psikoterapistin birbiriyle dertleşmesi. Birisi romanın baş kahramanlarından Ernest, klasik psikanaliz ile varoluşçu-insancı terapiler arasında med-cezirler yaşayan iyi niyetli bir psikanalist, diğeri onun yakın dostu modern uygarlıktan olabildiğince uzak duran ve klasik psikanalizi hararetle sorgulayan marjinal bir psikoterapist, Paul. Şimdi bu söyleşiden bir bölüme kulak verelim:
"Ama bak", diye devam etti Ernest, "senin şu iki terapiste birden giden hastan var ya... Hopkins'deyken n'apardık hani hatırlasana-iki ayrı gözetim terapistine aynı hastayı anlatır, ikisinin hiçbir konuda mutabık kalamadığını gördükçe gülerdik kendi kendimize. Bu da aynı işte. İki terapistle ilgili hikayen çok ilginç geldi bana." Ernest elindeki çubukları masaya bıraktı. "Acaba diyorum... benim de başıma gelir mi? Sanmam. Hastanın ne zaman doğru söylediğini anlarım ben, bundan kesinlikle eminim. Bazen başlangıçta şüpheler olabilir, ama bir an gelir, artık ondan sonra hakikatte ortak olduğumuza dair en ufak şüphe kalmaz."
"Hakikatte ortak olmak-güzel söz, Ernest, ama ne demek? Hastaysa bir ya da iki yıl boyunca aralıksız çalışırsın, sonra öyle bir şey olur veya bir yerden öyle bir şey duyarsın ki, hasta hakkında bildiğin bütün her şeyi yeni baştan değerlendirmen gerekir; hastaya yıllarca bireysel terapi uygularım, sonra grup terapisine alırım onu ve gördüklerim karşısında nutkum tutulur. Aynı insan mıdır ikisi? Bana göstermediği ne kadar çok yönü varmış meğer.
Üç yıldır", diye devam etti Paul, "gördüğüm bir hasta var, çok zeki bir kadın, otuz yaşlarında, kendiliğinden -benden kesinlikle hiçbir zorlama gelmeden- babasıyla ilgili ensest anıları hatırlamaya başlamıştı. İşte, bir yıl kadar bunun üzerinde çalıştık ve senin tabirini kullanacak olursak, hakikatte ortak olduğumuzdan şüphem kalmadı. Anıların geri geldiği o dehşet dolu aylar boyunca onun elinden tuttum, babasıyla bu konuda yüzleşmeyi denedikten sonra yaşanan aile faciaları boyunca Ona destek oldum. Oysa şimdi -belki medyadaki fırtına harekâtı doğrultusunda- bu ilk anılarından şüpheye düşmeye başladı.
"Vallahi doğrusunu istersen, ben serseme döndüm artık. Hayal nedir, hakikat nedir, hiç fikrim yok. Üstelik bir de bu kadar kolay gaza geldiğim için beni eleştirmeye başladı kadın. Geçen hafta rüyasında ana-babasının evinde görmüş kendini. Goodwill marka bir kamyon gelip evi temellerinden yıkmaya başlıyormuş. Ne diye gülüyorsun?"
"Goodwill'in 'iyi niyet' anlamına geldiğini düşündüm de. Bil bakalım kim bu kamyon? Üç hakkın var?"
"Tamam. Bunun esrarengiz bir yanı yok. Kamyonla ilgili çağrışım yapmasını söylediğimde, dalga geçer gibi rüyanın adını söyledi bana: Yardımsever Dost Yine Elini Uzattı. Senin anlayacağın rüyanın mesajı şu: yardım ediyormuş gibi yaparak ya da yardım ettiğime inanarak ben, onun evini ve ailesini ta temelinden sarsıyorum."
"Besle kargayı..."
"Aynen. Ve kendimi savunmaya çalışmak gibi de bir aptallık ettim. Burada senin kendi anılarını analiz ettik, deyince de, her anlattığına inanacak kadar saf olduğumu söyledi bana.
"Hem", diye devam etti Paul, "belki de haklıdır. Belki de çok safız biz. Hastaların kendi hayatlarındaki hakikati dinleyelim diye bize para verdiği düşüncesine öyle alışmışız ki, yalan söyleyecekleri hiç aklımıza gelmiyor. Geçenlerde bir araştırma yapıldığını duydum, pskiyatristler, bir de FBI ajanları, yalanı doğrudan ayırma konusunda çok beceriksizmiş. Şu ensest tartışması da iyice tuhaflaşıyor... beni dinliyor musun, Ernest?"
....
(Ernest:) Sana yeni hastamdan bahsetmiştim değil mi- kendimi tam anlamıyla açığa vurma konusundaki büyük deneyimde kullandığım hastadan? Neyse, geçen hafta ikinci seansa geldi ve bir ara onu okuyamadım... birbirimize çok uzaktık... sanki aynı odada değilmişiz gibi. Sonra hukuk fakültesindeyken sınıf birincisi olduğunu anlattı ve birden bire gözyaşlarına boğulup mutlak bir dürüstlük sergilemeye başladı. Geçmişe ilişkin büyük pişmanlıklardan bahsetti. Ayağına gelen bütün büyük kariyer fırsatlarını teptiğini, bunun yerine evlenmeyi tercih ettiğini, ama evliliğinin de çok geçmeden karabasana dönüştüğünü anlattı. Sana söylemiştim, ilk seansta da abisinden ve küçüklüğünde ondan gördüğü cinsel suistimalden -yani olası suistimal- bahsederken tam olarak aynı şey olmuştu, o zaman da yine birdenbire dürüst davranmaya başlamıştı.
"Her seferinde yüreğimde duydum söylediklerini... yani, gerçekten birbirimize değiyorduk, anlıyor musun? Öyle bir şekilde değiyorduk ki birbirimize, dürüst olmamanın hiçbir yolu yoktu artık. Aslında tam da son seanstaki o andan sonra hakikate inanılmaz bir şekilde bağlı kaldı... dikkat çekecek kadar içten bir tarzda konuşmaya başladı... cinsel tatminsizliğinden... birileriyle yatamazsa çıldıracağından falan bahsetti."
"Bakıyorum bir çok ortak yönünüz var."
"Yaa, yaa. Ben de oradan gidiyorum zaten.
....
(Ernest:) İki gün önce hastam Eva öldü-sana ondan bahsetmiştim-tıpkı onun gibi bir karım olmasını isterdim, ya da annem. Yumurtalık kanseriydi, hatırladın mı? yaratıcı yazarlık dersleri veriyordu. Harikulade bir kadındı."
"Hani rüyasında babasını görmüş de, adam ona "Benim gibi evde oturup tavuk çorbası içme-Afrika'ya git, Afrika'ya' diyormuş, o kadın mı?"
"Evet. Bak onu unutmuştum. Evet, ya, Eva o işte. Onu özleyeceğim. Bu ölüm çok acı veriyor bana."
"Bu tip kanser vakalarıyla nasıl çalışıyorsun bilmiyorum. Nasıl dayanıyorsun, Ernest? Cenazesine gittin mi?"
"Hayır. Çizgiyi orada çekiyorum işte. Kendimi korumam, bir tampon bölge oluşturmam lazım. Kabul ettiğim ölümcül hasta sayısına da bir sınır koyuyorum. Bir hastam var; psikiyatrik sosyal hizmet görevlisi, onkoloji kliniğinde çalışıyor ve yalnızca kanser hastalarıyla ilgileniyor-her gün sabahtan akşama kadar. Çok acı çekiyor kadın."
"Yüksek riskli bir iş bu, Ernest. Onkoloji uzmanları arasındaki intihar oranını görüyor musun? Psikiyatristlerinki kadar yüksek! Bu işe devam etmek için mazohist olması lazım insanın."
" O kadar da karanlık bir tablo değil, canım," diye cevapladı Ernest. "İnsana kazandırdığı şeyler de var. Ölmek üzere olan hastalarla çalışıyor ve terapi yapıyorsan, kendi kendinin değişik parçalarıyla ilişki kurabiliyorsun, önceliklerini yeniden sıralıyor, ufak tefek şeyleri dert etmemeyi öğreniyorsun-terapi saatlerinden sonra genellikle kendim ve hayatımla ilgili olarak daha olumlu bir hissiyat içinde olduğumu biliyorum ben. Demin bahsettiğim sosyal hizmet görevlisi beş yıl süreyle çok başarılı bir analizden geçmiş, ama ölmekte olan hastalarla çalışmaya başlayınca bir sürü yeni araz çıkmış ortaya. Mesela rüyalarında hep ölüm korkusu var.
"Geçen hafta en sevdiğim hastalardan bir ölünce olağanüstü bir şey oldu. Rüyasında, benim yönettiğim bir komite toplantısına katıldığını görmüş. Bana bir takım dosyalar getirmesi gerekiyormuş ve bu sırada da yere kadar inen, kocaman ve açık bir pencerenin önünden geçecekmiş. O bu kadar büyük bir tehlikeye girmekteyken benim kayıtsız davranmama çok sinirlenmiş. sonra birden fırtına çıkmış; ben grubun başına geçip herkesi metal bir merdivenin başına toplamışım, yangın merdiveni gibi bir şey. Hepsi çıkmaya başlamış ama son basamağa gelince bir de bakmışlar, merdiven tavanda son buluyor, gidecek yer yok. Gerisin geri aşağı inmişler."
"Başka türlü söyleyecek olursak," dedi. Paul, "ne sen ne de bir başkası onu koruyabilecek, ya da ölüme giden bu hastalıktan kurtarabilecek."
"Tam olarak öyle. Ama benim asıl anlatmak istediğim, bu kadın beş yıl analiz gördüğü halde ölüm teması hiç yüzeye çıkmamış daha önce".
"Bana terapiye gelen hastalarda da hemen hemen hiç çıkmıyor".
"Oysa bunun peşine düşmek lazım. Daima yüzeyin altında gezinen bir şeydir bu".
"Peki kanser konusuyla bu kadar uğraştıktan sonra sen ne alemdesin. Ernest? Yeni arazlar çıkıp duruyor diyorsun-ufukta yeni bir terapi dönemi olabilir mi?"
"Ölüm korkusuyla ilgili kitabı bu yüzden yazıyorum ya.
...
(Paul:)Şu yeni hastayla kendini dışa vurmak için yaptığın deneyi hemen özetle bana. Nasıl biri bu kadın?"
"Tuhaf biri. Son derece zeki, becerikli, ama anlaşılmaz derecede naif. Kötü bir evliliği var-bu evlilikten kurtulabileceği bir noktaya getirmek isterdim onu. Birkaç yıl önce boşanmak istemiş, ama bu arada kocası prostat kanserine yakalanmış, şimdi adam ölene kadar ondan ayrılamayacağına inanıyor. Daha önceki terapileri içinde bir tek Doğu Kıyısı'nda bir psikiyatristten gördüğü etkili olmuş. Ve -bak bunu iyi dinle, Paul- adamla cinselliğe dayanan, uzun süreli bir ilişki yaşamışlar! Birkaç yıl önce ölmüş adam. Çok boktan iş, kadın bu terapinin kendisini iyileştirdiği konusunda ısrarlı- adamın iyi niyetli olduğuna yeminler ediyor. İlk defa böyle bir şeyle karşılaşıyorum. Terapistiyle cinsel ilişkiden yarar gördüğünü iddia eden bir hasta tanımamıştım hiç. Sen tanıdın mı?"
"Yarar mı görmüş? Eh, terapistin abazanlıktan kurtulmasına yararı olur tabii de- hasta açısından daima kara haberdir bu!"
"Nasıl dersin 'daima' diye? Daha bir dakika önce bir vakada yararlı olduğunu söyledim sana. Olguların bilimsel gerçeğin önünü kesmesine için vermeyelim lütfen!"
"Haklısın, Ernest. Düzeltiyorum. Nesnel olmaya çalışmam lazım. Bir bakalım, bir düşünelim. Geçen yıl bilirkişi olarak katıldığın dava geldi de aklıma-Seymour Trotter'dı, değil mi? O da hastasının yarar gördüğünü iddia ediyordu, kadını tedavi etmeyi başarmasının tek yolu buymuş. Ama tam bir narsistti o herif, belanın tekiydi, kim inanır ona? Yıllar önce bir hastam vardı, yaşlı bir terapiste gidiyormuş ve adamın karısı ölünce birkaç kez yatmış onunla. 'Merhametten düzüştüm' diyordu. Bunun özel olarak ne acı verdiğini ne de fayda sağladığını iddia etmişti-ama ille de birinden birini seçmek gerekiyorsa, olumsuzdan ziyade olumlu etkisi olmuş.
"Tabii", diye özüne devam etti Paul, "hastalarıyla böyle ilişki kurduktan sonra onlara evlenen birçok terapist de var. Onları da hesaba katmak lazım. Bu konuda hiçbir veri yok elimizde. O evliliklerin akıbetini kim biliyor ki? Belki bizim sandığımızdan çok daha başarılı oluyorlardır! Gerçek şu, elimizde hiç veri yok. Sadece olumsuz örnekleri biliyoruz. Bir başka deyişle sadece payı biliyoruz, paydayı değil."
"Çok garip," dedi Ernest, "hastam da tam olarak böyle söylemişti-kelimesi kelimesine."
"Ee tabii, çok açık: Sadece olumsuz örnekleri biliyoruz, ama bu örneklerin ait olduğu toplam vaka sayısını bilmiyoruz. Belki böyle bir ilişkiden gerçekten yarar sağlamış olan bir sürü hasta vardır, ama biz duymuyoruz! Niye sessiz kaldıklarını tahmin etmek de zor değil. Bir kere, bu herkesin içinde konuşulacak türden bir şey değil, İkincisi, belki yarar gördükleri için artık terapiye gelmiyorlar, biz de onlardan haberdar olamıyoruz. Üçüncüsü, eğer bu olumlu bir deneyim olmuşsa, hasta, terapist aşığını korumak için sessiz kalacaktır.
"İşte Ernest, bilimsel gerçekle ilgili sorunun cevabı. Böylece bilime olan vefa borcumu ödemiş oluyorum. Fakat bana kalırsa, terapist ile hasta arasında seks, ahlaki bir sorunudur; bilimin, ahlaksızlığın ahlaki olduğunu kanıtlaması da hiçbir şekilde mümkün değil. Ben, hastayla seks yapmanın ne terapiyle ne aşkla ilgisi olduğuna inanıyorum-bu hastanın sana yalan söylemesi için bir neden yok ki!"
...
(Paul:)"Ne kadar açığa vuruyorsun kendini?"
"Daha saydam olmayı öğrenmeye başladım, ama yine de istediğim gibi gitmiyor. Yani benim düşündüğüm gibi değil."
"Niye değil?"
"Vallahi ben daha insani daha varoluşsal bir ifşaat peşindeydim-'bak işte birlikte varoluşun gerçekleriyle yüz yüze geliyoruz' diyebileceğimiz bir şey düşünmüştüm. Onunla, aramızdaki ilişkiyle, benim kendi endişelerimle, onunla paylaştığımız temel kaygılarla ilgili anlık duygularım üzerine konuşabileceğimi sanmıştım. Ama o derin ya da anlamlı denebilecek hiçbir şeyden bahsetmiyor; bunların yerine fuzuli şeyler dayatıp duruyor bana:
Benim evliliğim, kadınlarla çıkmam falan."
"Sen nasıl cevap veriyorsun peki?"
"Yolumu bulmaya çalışıyorum. Doğru cevaplar vermek ile onun taşkın merakını tatmin etmek arasında ayrım yapmaya çalışıyorum."
"Ne istiyor ki kadın?"
"Rahatlamak istiyor. İnsan hayatındaki berbat durumlardan biri içinde sıkışıp kalmış, ama genellikle meseleyi çok dar bir açıdan ele alarak cinsel doyumsuzluğunu takıntı haline getiriyor. Ciddi bir cinsel açlık içinde. Her seans sonunda bana sarılma adeti çıkardı."
"Sarılma mı? Sen de karşılık veriyor musun?"
"Niye vermeyeyim? Ben, bütünlüklü bir ilişki geliştirme deneyi yapıyorum. Sen münzevi hayatı sürdüğün için gerçek dünyada insanların sık sık birbirlerine dokunduklarını unutmuş olabilirsin.
Cinsel nitelikli bir sarılma değil ki. Cinsel olanını bilirim."
"Ben de seni bilirim. Dikkatli ol, Ernest."
"İçin rahat etsin, Paul. “Anılar, Rüyalar ve Derinlemesine Düşünceler”de Jung'un, 'terapist her hasta için yeni bir terapi dili icat etmelidir' dediği bölümü hatırlar mısın? Üzerinde düşündükçe bu sözler daha da güçlü geliyor bana. Bence Jung'un psikoterapi konusunda ettiği en ilgi çekici laf, yalnız onun da bunu yeterince ileri götürdüğünü sanmıyorum, meselenin her hasta için yeni bir dil ya da hatta yeni bir terapi icat etmek olmadığını, asıl önem taşıyanın icat olduğunu görememiş bence! Yani burada asıl önemli olan, terapist ile hastanın birlikte çalıştıkları, içtenlikle icatlar yaptıkları süreçtir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.