GENÇLİK BİR KERE YAŞANIR!
Gençliğin bir hazine olduğunu bilmeden, gerektiği gibi değerlendiremedik ve bunun sıkıntısını yaşıyoruz. Şimdiki zamanda genç olmak ise, daha fazla haz tuzağına düşmek anlamına geliyor. “Hızlı yaşa genç öl.”, “Savaşma seviş.” felsefeleriyle harcanan geçmişin gençliğinin yerine; bugün “İnternetin başından ayrılma.”, “Facebook’ta oyalan.”, “Twitter ile geğirdiğinden, aksırdığından arkadaşını haberdar et.” “Yanındakiyle yakınlaşma, uzaktakine öykün, onu idealize et.” tarzında bir felsefe pazarlanmaya çalışılıyor.
Gayet başarılı olundu da. Gençler, en değerli hazineleri olan gençliklerini “sonraki yaşamlarında kullanmak üzere geliştirmeyi” bir kenara bırakmışlar ve günlük oyalanmaların içinde eriyip gitmekteler. Çocukluğun saf dünyasından (ki çocukluğun ne kadar saf kaldığı ayrıca bir tartışma konusu) modernizmin hoyrat dünyasında kaybediyoruz gençlerimizi.
Kafe köşelerinde sevgili edinmeye çalışırken ya da edindiği sevgilisine mesaj atmaya uğraşırken görüyoruz gençleri. Yahut sevgilisinden ayrılmış depresyonda boğulurken veya “Benim neden bir sevgilim yok?” diyerek eksiklik duygusuyla kıvranırken…
Kulağındaki kulaklıkla son seviye dinlediği rock ya da rap şarkıyla “Bu dünyadayım, ama dünyanızda değilim!” derken rastlıyoruz onlara…
Peki, aynı gençleri meraklı bakışlarla dünyayı algılamaya çalışırken görüyor muyuz? Bir kitapçıda dolaşırken görüyor muyuz? Sonbaharın ağaçlardaki izlerini fark ederken... Kaldırımdaki yaşlıyı karşı tarafa geçirmek için koluna girerken… Annesi için temizliğe yardım ederken, babasına su getirirken…
Medya tüm gücüyle “Gençlik bir kere yaşanır!” diyor. Haklılar, gençlik bir kere yaşanıyor. Sonrasında öneri de geliyor hemen; o zaman gençliğini aklına estiği gibi yaşa!
Gençliğin keyif içinde geçen kısa baharının ardından gelen orta yaşın hayatta tutunma çabası, yapılması gerekenlerin zamanında yapılamamış olmasının verdiği hüzün ve kapitalist çarkın içinde bir yer edinme çabasıyla da birleşince, uzun yolda giderken yolda kalan ve ölmek isteyen insanlara dönüşüyor bugünün gençleri.
İki yağmur görünce dağılan ayakkabılara benziyorlar hayatın zorluklarıyla karşılaştıklarında. Açılıyorlar, dikiş tutmuyorlar. Acı karşısında, acıya yükleyecek bir anlam sunamadık onlara. Medyanın sunduğu anlam da çok açık: “Acıyı yok say!” diyor, “Yok sayamıyorsan kaç ondan!”
Dünyaya ve hayata anlam verebilmenin bir basamağı olan gençlik, anlam arayışından kaçmanın, bedensel hazlara saplanıp kalmanın adresi yapılmış durumda…
Sermayeyi yolda yemiş olmanın getirdiği pişmanlıkla, kendisine ve içinde yaşadığı topluma karşı kızgınlık duygularıyla boğuşan gençler, anarşizmde bulacaklar belki de çıkışı. Değerleri yok sayarak yaşamayı, gününü gün etme peşinde koşmayı deneyecekler. Ve birileri kuklaya dönüştürecek onları. Kapitalizmin tüketen insanına dönüşecekler ve günün sonunda hedefleri de hayalleri de “dünya kadar” büyümeden, “cep (telefonu) kadar” küçülecek.
“Çözüm nedir?” diye düşünmeliyiz. Gençlik merkezleri yapıyoruz, içlerine gençlerimizi getiremediğimiz. Gelen gençleri bezdirdiğimiz... Bir şeyleri yeniden değerlendirmeli ve gençlik hazinesini kaybetmek üzere olan gençlerimizi kurtarmalıyız. Nasıl bir hazinenin üstünde oturduklarını ve “ruhları açlıktan ölürken, kendilerinin bu hazineden bihaber süründüklerini” anlatabilmeliyiz onlara, kendi dilleriyle. Otoriter olmayan ve üstten konuşmayan bir dille belki de…
Gençlerimizle aramızdaki köprüleri trafiğe kapayalı çok oldu. Belki de açmalıyız yeniden. Eleştirmeden anlamaya çalışarak ve en güzel uslupla onlara kalbimizi açmalıyız bir ana önce…
Nazlı Özburun / Aile Ve Evlilik Terapisti
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.