Psikoterapi Dünyayı Değiştiremez Ama!
Psikoterapilerin dünyayı değiştiremeyeceklerini zaten biliyorduk, içinde yaşadığımız teknomedyatik dünyada psikoterapilerin giderek yerlerini gıdıklayıcı-hoşnutluk yaklaşımlarına bırakacaklarını yeni yeni anlıyoruz. Ama belki ileride lazım olur diye, kişilik yapısında kalıcı bir değişiklik, bir olgunlaşma vaadiyle yola çıkmış psikoterapilerin aslında kişilikleri değiştirmeye ne kadar muktedir oldukları üzerinde bir parça durmak istiyoruz. Bugünkü bilgilerimize göre psikoterapilerin insan kişiliğinde neleri değiştirmeye muktedir olduğu konusundaki düşünce koşusu, iki parkurdan yola çıkarak yapılabilir. Bunlardan birincisi modern kişilik yaklaşımlarındaki son gelişmelerdir.[1]
C.R. Cloninger’in, 1993’te yaptığı hayvan davranışı ve ikiz incelemelerini de içeren kişilik tipleri araştırmalarının sonucunda, insanın kişilik özelliklerini kalıtsal olanlar ve sonradan edinilenler diye ikiye ayırmanın bilimsel olarak da gerekli olduğu ortaya çıktı. Kişiliğin bu iki yanını ifade edebilmek için Cloninger, “huy” ve “karakter” kavramlarından yararlanma yoluna gitti. Cloninger, huyu, duygusal uyarılara doğuştan-yapısal olarak belli bir şekilde otomatik tepki gösterme eğilimi; karakteri ise bireyin göreceli olarak değişmeyen, nesnel olarak gözlenebilen davranışları ve öznel olarak bildirdiği iç deneyimleri olarak tanımlıyordu. Ona göre kişiliğin dördü huya, üçü karaktere ait olanlar olmak üzere yedi boyutu vardı. En ilginci Cloninger, “huy”a ait boyutların daha ziyade doğuştan geldiğini, “Karakter”le ilgili olan boyutların ise daha ziyade sonradan, çevrenin ve eğitimin etkisiyle edinildiğini ileri sürüyordu.
Cloninger’in “huy”un içinde saydığı boyutlar, “yenilik arayışı” (etkin olarak çevreyi keşfetmeye çalışma, yeniliklere ilgi, engellemelerden kaçınma), “zarardan kaçınma” (kaygılı olma, ceza almaktan korkma, kuşkudan uzak durmaya eğilim), “ödüle bağımlılık” (sürekli başkalarının onayına, desteğine ihtiyaç duyma) ve “sebatkarlık” (yorgunluğa ve engellenmeye aldırış etmeksizin bir eylemi ısrarla devam ettirme çabası) şeklinde sıralanır. Bu boyutlar açısından nerede bulunduğu, daha bebeklikten itibaren bir insanda gözlemlenebilir.
Cloninger’in “karakter”in içinde saydığı boyutlar ise, “öz denetim” (kendisine değer verme, başkaları üzerinde bir etkisi olduğuna inanma ve kendine amaçlar belirleyebilme yani kendi kendini yönetme kapasitesi), “işbirliği” (başka insanları anlamaya, onlarla işbirliği yapmaya çalışma, duygudaşlık-empati; eşduyum- ve özgecilik özellikleri) ve son olarak “kendini aşma” (yaşamın anlamına, bu dünyaya ait olduğuna inanma, maneviyata önem verme) diye üçe ayrılır.
Gerek huy gerek karakterle ilgili bu nitelikleri bir insanda gösterebilmek için Cloninger, 240 maddeden oluşan, kişinin kendi kendine “doğru” ya da “yanlış” diye değerlendirdiği bir ölçek geliştirmiştir. Şu anda araştırmacıların elinde bulunan, birçok dünya diline çevrilmiş, bilimsel dille en uyumlu kişilik ölçeği hala budur.
Cloninger’in kişilik üzerine çalışmalarından ulaştığı sonuçların konumuzla bağlantısı şudur: Kişiliği oluşturan unsurlardan huyla değil karakterle ilgili olanlar değiştirilebilir. Psikoterapi dünyayı değiştiremez ama kişiliğin karakter boyutunda bazı değişiklikler yapabilir. Dikkat edilecek olursa karakter boyutunun içinde sayılan özellikler, doğrudan doğruya "öteki" ile olan ilişkiyi, bir başka deyişle ahlakı tanımlamaktadır. Psikoterapinin kişiliğimizde değiştirebileceği alan, en geniş anlamda "öteki"yle olan ilişkimiz, yani ahlaki olandır. Ancak bu söylediklerimizden ve kaba bir ahlak tanımından hareketle psikoterapinin ahlaki bir girişim olduğu gibi saçma bir sonuç çıkarılmaya yeltenilmemelidir. Demek istediğimiz çok açıktır: Psikoterapi en nihayetinde genetiğe demirlemiş huyu değil, karakteri oluşturan öz-denetim, işbirliği ve kendini-aşmayı sağlayabilir, bir başka deyişle insanın ahlaki varoluşunu güçlendirir.
Psikoterapinin insan kişiliğinde neyi değiştirebileceği sorusuna sonunda cevap verilebilecek ikinci düşünce parkuru, psikodinamik kavramlarla ifade edilebilir. Psikodinamik yaklaşımın kişiliği iki eksenli olarak ele aldığını söyleyebiliriz. Bu eksenlere geçmeden önce kişiliğin beş özellik tarafından belirlendiğini belirtmeliyiz. Bunlar:
- 1. Gerçeği değerlendirme yetisi,
- 2. Ayrılma ve bireyleşmede gelinen düzey,
- 3. Benlik ve kimlik gelişiminin sağlamlığı,
- 4. Dürtü denetimi (doyumu erteleyebilme, çift-değerliliğe ve belirsizliğe tahammül kapasitesi),
- 5. Savunma mekanizmalarının niteliğidir.
Kişiliği oluşturan eksenlerden ilki “dikey”dir, ona derinlemesine ya da “gelişimsel boyut” da diyebiliriz. Bu eksen kişiliğimizin gelişiminin bebeklikten itibaren bir süreç içinde ele alınması gerektiğini vurgular. Hepimizin kişiliği, bebeklikte genetik olarak getirdiğimiz huylara aileden, çevreden öğrendiklerimizin eklenmesiyle şekilleniyor, organize oluyor. Kişilik organizasyonunun ana çatısı temelleri çocuklukta (biçimlendirici yıllar) atılmak üzere, ergenlikle birlikte kuruluyor ama kişiliğimiz gelişmesini, olgunlaşmasını çok yavaş da olsa sonra da sürdürüyor. “Gelişimsel boyut”la tüm bunları anlatmaya, “kişilik olgunlaşmasının hangi mertebesinde olduğumuz” sorusuna bir cevap bulmaya çalışıyoruz. Kişiliğimiz, yukarıdaki kişiliği belirleyen beş özelliğin ortaya çıkma biçimine göre gelişimsel boyutta dört katmanlı bir biçimde organize olabilir: Psikotik, sınırda, nörotik ve kendini gerçekleştiren kişilik organizasyonları. Hepimiz dünyaya gözlerimizi açmamızdan itibaren doğuştan getirdiğimiz potansiyellerin aile ortamında şekillenmesine bağlı olarak zaman içinde, ergenlik döneminin ardından bu kişilik organizasyonlarından birine dahil oluruz.
Bir de kişiliğin düşey yani enlemesine ekseni var, ona da “tipolojik boyut” adını veriyoruz. Bu boyutla kişiye özgü kalıplaşmış bir kişilik tarzının ve stilinin olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Biz bir kimseye ilk bakışımızda kişiliğin gelişimsel boyutunu değil, tipolojik boyutunu görüyoruz. Tipolojik boyutu kişiliği belirleyen beş özellikten daha ziyade savunma mekanizmaları biçimlendiriyor. “Kişilik bozuklukları” ve kişilik tipleri de tipolojik boyutla ilgili. Bazı kişilik tipolojilerinin kalıplaşmasını, asla bu kalıpları aşarak dünyaya uyum sağlayamamasını ve üstelik kendini haklı görmeyi sürdürmesini “kişilik bozukluğu” diye ifade ediyoruz. Bazı insanlarda kişilik bozukluğu düzeyine varmasa da bazı kişilik özellikleri bir araya gelerek bir kişilik tipi oluşturuyor. Büyük çoğunluğumuz tipolojik boyutta ne kişilik bozukluklarından ne de kişilik tiplerinden birine dahil edilemeyecek, nevi şahsımıza münhasır, kendimize göre kişilik özelliklerine sahibiz.
Bu söylediklerimizden hepimizin kişiliğin “gelişimsel boyut”unda mutlaka bir konuma sahip olduğumuz anlaşılıyor. Kişiliğin gelişimsel boyutundaki düzeyleri yani olgunlaşma mertebelerini gördüğünüzde kendinizi ve belki karşınızdaki insanı bunlardan birisine mutlaka yerleştirebileceksiniz. Ama aynı kesinlikte bir ifadeyi kişiliğin “tipolojik boyut”u için söylemek mümkün değil. Zira tipolojik boyutta, idealize edilerek tanımlanmış, kişilik bozuklukları ve tipleri var. İnsanların büyük çoğunluğu bu tanımlanan özelliklere tıpatıp uymuyorlar, kategorilerin dışında kalıyorlar. Bazıları tanımlı kişilik tiplerinden bazı özelliklerini bir araya getirerek kendilerine bir tipoloji oluşturabiliyorlar ama yine çoğumuz bu kategorilerde kendimizi bulamıyoruz.
Yaşamın ilk yıllarında temelleri atılan kişilik organizasyonumuzu, elbette daha sonraki yıllarda belli ölçülerde değiştirme, yenileme imkanımız var ama bu imkanın oldukça kısıtlı olduğunu ve kişilik organizasyonumuz ne kadar alt bir kuruluşa sahipse kısıtlılığın da o kadar artacağını da ilave etmeliyiz. Yaşamımızın ilk yıllarında atılan temelleri sonradan değiştirmek zordur, bu temeller zayıfsa zorluk daha da artar, zayıf bir temel üzerine sağlam bir inşa neredeyse imkansızdır. Gelişme ve değişim daha ziyade nispeten ileri bir kişilik organizasyonuna sahip olan nörotiklerin daha kendini gerçekleştiren bir düzeye doğru ilerlemesi şeklinde seyreder. Psikotiklerin sınırda, sınırdakilerin nörotik organizasyon düzeyine ulaşmaları imkansız denilecek ölçüde zordur.
Kişiliklerle baş etmeye uğraşırken değiştirmeye çalışmamak ve olduğu gibi kabul etmek ilkesi, kişilik bozuklukları için ziyadesiyle geçerlidir ve zaten onların da böyle bir talebi genellikle yoktur. İşin ilginç yanı, kişilik organizasyonu nörotik ya da sağlıklı olabilecek düzeye kadar gelişmiş insanlar, insan ilişkilerinde kendilerini sıkıntıya sokan konularda değişime daha yatkındırlar. Zira böylesi bir değişimi, kişiliklerini, kimliklerini değiştirmek olarak görmezler. Kişilik sorunları yaşayanlar ise, kişiliklerini değiştirme taleplerini, kişiliksiz kalacakları endişesiyle karşılarlar. Her ne kadar uzaktan bakarak biz onlar için ne kadar “sorunları var” desek de, kişilik problemi yaşayanlar kendileri için bunu aynı rahatlıkta söyleyemezler. Onların büyük çoğunluğu tam bir benlik uyumu içindedir ve değişime inanılmaz direnç gösterirler. Yaptıkları her işte, attıkları her adımda kendilerini inadına haklı görürler. Daha doğrusu kullandıkları savunma mekanizmaları onların gerçeği görmesini engeller, tüm yaptıklarını mazur ve meşru gösterir. Onlara göre davranışlarında hiçbir sorun yoktur, sorunlu olanlar kendileri gibi davranmayan, yaptıklarını anlamaktan aciz diğer insanlardır. Böyle davranmak için size öyle gerekçeler sıralarlar ki, aklınıza hiç yatmasa bile söyledikleri, o kadar inanarak söylemeleri karşısında “Bu kadar ısrarla söylediğine göre, demek ki haklı olabilir” diyecek hale siz gelirsiniz. Yardım için başvuracak kadar kişilik sorununu fark edebilen içgörülü danışanlar, hep alışageldikleri davranışlarını değiştirenin ne zor olduğunu bilirler, “Değiştirmek istiyorum ama o benden daha güçlü!” derler.
Psikoterapide kişilik değişiminin, yaşanılan acıların üstesinden gelmenin yegane yolu, insanların yeni sevgi nesneleriyle özdeşim kapasitelerini artırmaktır. “Analitik terapinin hedefleri, kendiliğin en ilkel ve rahatsız edici yönlerinin anlaşılmasını, kendine sevgi duyguları geliştirilmesini ve kişinin özgürlüğünün eski çatışmaları yeni yollarla çözecek şekilde genişletilmesini içerir; kendiliği iğrenilen yönlerinden arıtmayı ve ilkel arzuları yok etmeyi içermez. Yüceltmenin ego gelişiminin doruk noktası olarak düşünülmüş olması, insan organizmasına ve onun doğuştan gelen potansiyellerine ve sınırlarına ilişkin temel psikanalitik tutum ve psikanalitik tanı koyma sürecini yönlendiren temel değerler hakkında birçok şey söyler.” “Tedavi süreci üzerine olan araştırmalar, hasta-terapist ilişkinsin duygusal niteliğinin, başka her türlü spesifik etkene göre sonuçla daha yüksek bir ilişki gösterdiğini tekrar tekrar ortaya koymaktadır. Terapi süreci üzerinde yakın dönemde yazılmış bazı analitik metinlerde ilişki o denli öne çıkarılmaktadır ki, bir zamanlar psikolojik iyileşmenin dayanak noktası olarak görülen yorumdan neredeyse hiç bahsedilememektedir.”
Psikodinamik yaklaşımın da son zamanlarda “ilişki”ye odaklanarak değişimin hedefi olarak Cloninger’in karakter, bizim ahlak dediğimiz tabloya işaret etmesi enteresandır.
[1] “Kişilik”ler ve onlara karşı baş etme yolları konusunda ayrıntılı bilgi için bizim Dr. Murat Beyazyüz ile birlikte yazdığımız, Timaş Yayınları’ndan çıkan “Geçimsizler: Kişilikleri Tanıma ve Geçinmeyi Kolaylaştırma” kitabımıza bakınız.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.