Duygularımız bizim oyuncaklarımız mıdır?
Yıllardan beri, ruh sağlığı profesyonelleri olarak dilimizdeki “duygusal” sözünün ne kadar yanlış kullanıldığını, duygu-mantık karşıtlığının saçmalığını anlatmaya çalışıyoruz. Zihnin yazıyla ve sözle dışa vurulan “düşünce” ürünlerinde pekala değişkenlik ve hasbilikten kaçışlar mümkünken, duygusal alanın nispeten çok daha sağlam bir yanının olduğunu anlatmaya gayret ediyoruz. İnsanın ne düşündüğünden ziyade ne hissettiğinin ve bu hissiyatını dışa vurma biçimlerinin önemli olduğunu vurguluyoruz. Yani bir insanın ne söylediğine, ne yazıp çizdiğine değil söylerken, yazarken nasıl yaşadığına bakmak lazım geldiğini anlatmaya uğraşıyoruz. Çok başarılı olduğumuz söylenemez zira halimiz meydanda.
Duygularımızın, duygusal alanın kültürümüzde öneminin bir türlü anlaşılamadığı siyaset dünyamızdaki son bir tartışmayla yine kendisini gösterdi. Bazı siyasi figürlerin “gözyaşlarını tutamadıkları” konuşma sahnelerinin karşıtları tarafından sahtecilikle, istismarla suçlanması, sanki duygularımızı elimizin altında istediğimiz gibi oynayabileceğimiz bir oyuncakmış gibi algıladığımızı bir kez daha ortaya koydu. Bunun böyle olmadığını, duygularımızla bırakın oynayabilmeyi, insan psikolojisinin duygu akışı tarafından belirlendiğini anlatmaya çalışmak yine üzerimize farz oldu.
Elbette duyguları oldukça yüzeysel ve oynak olan, tiyatro oyuncusuymuş gibi tavırlar takınan kimseler vardır. Bizim “histrionik” dediğimiz bu kimseleri hepiniz kolayca tanırsınız, bir türlü kendi iç dünyalarını olduğu gibi yansıtamadıklarından, samimi olamadıklarından kendilerini hemen ele verirler. Allah’tan sayıları pek de fazla değildir, toplumsal psikolojiyi etkileyecek bir güçleri de yoktur. Zaten bu insanların kendileri de bırakın başkalarını etkilemeyi hasbi olamamaktan dolayı hayatlarının zindan olmasından muzdariptirler. Duygularının işleyişlerinde sorun yaşayan bu insanlar ve marifetleri başka hayatlara, rollere kolayca girebilmek olan çok büyük tiyatro sanatçıları dışında kendimizi bir başka duygu alemindeymiş gibi göstermek mümkün değildir. Biz duygularımızı değil, duygularımız bizi yönetir. Bu nedenle ruhsal bakımdan sağlıklı nesiller yetiştirmek istiyorsak çocukluktan itibaren bir duygu eğitimi şarttır. İnsan iç dünyasından nelerin olup bittiğini, hangi duyguların gelip geçtiğini tanıdıkça, karar verme süreçlerinde ileride kendisini zora sokacak durumlardan o kadar uzak durur.
Yukarıda sözünü ettiğimiz histrionik, teatral tipler dışında da duygusal sistemi iyi çalışmayan kimseler vardır. Bir durum karşısında aklı adeta tatile çıkan, hiç aklı yokmuş gibi dürtüsel davranan (maalesef gündelik hayatta çoğu kez onlara “duygusal” diyoruz) impulsif tipler onlardandır mesela. Yine karşısındaki insanın duygularını anlamayacak kadar vicdansız olan, iç dünyalarında başkalarının çektiği acıyı anlamaya yarayan donanımları bulunmayan psikopatların da duygu sistemleri bozuktur. Duygu sisteminin bozuk olması demek, duygunun insan psikolojisinde dürtülerle, düşünceler arasında aracılık etme işlevinin yapılamaması demektir. Duygularımız, ailedeki yetişmemiz sırasında, diyalog içinde şekillenir; bize hem kendi iç dünyamızdan hem karşımızdaki insanın yaşadıklarından haber verir. Duygular sayesinde insanlaşırız, başkasının halinden anlamaya, kendimizi anlatmaya başlarız. Ama ailemizde sağlıklı bir duygu eğitiminden geçmemişsek, duygularımız ya körelir ya da onları nasıl kullanacağımızı bilemeyiz; psikolojimiz dürtülerimiz ve düşüncelerimiz arasında kalakalır. Böyle insanlar, kendilerini de başkalarını da anlayamadıklarından sadece çıkarlarını düşünürler, ne kadar menfaat peşinde koşarlarsa o kadar mutlu olacaklarını sanırlar.
Biraz daha açalım zira sadece siyaset dünyamızın değil toplumsal psikolojimizin büyük dertlerinden biriyle karşı karşıyayız.
Bunu hep yapıyoruz; kendimizle ya da toplumsal olaylarla ilgili bir paradoks yaşasak ya da bir yakınımızın böyle bir yaşantısına tanık olsak, kendi tuttuğumuz tarafı “mantıklı” diğerini “duygusal” olarak niteleyip, “mantık” tarafında tavır almaya zorlamaya koyuluyoruz. Veya duygusal bir yaşantıyı biraz derinden yaşayan bir insana hiç onu anlamaya çalışmadan “artist” damgasını yapıştırıveriyoruz. Gündelik yaşantımız sırasında, duyguları, eğer bizim çıkarlarımızla örtüşmüyorlarsa her görüldükleri yerde ezmeye koyuluyoruz. Bu yüzden dilimizde “duygusal”lık, ağır bir suçlama, bir zayıflık işareti, berbat bir zaaf oldu çıktı.
Oysa bugün psikanaliz gibi tutucu bir alanı bile etkileyen nöropsikolojik araştırmaların sonucunda artık, duyguların, dürtülerin ve güdülenme sistemlerinin ana psikobiyolojik yapıtaşları olup, yetişkin yaşamda rol alan hiyerarşik dürtü sistemlerinin örgütlenmesine büyük katkıda bulunduklarını biliyoruz. Duyguların doğumdan itibaren sabit kalmayıp sürekli bir gelişme gösterdiklerinin; içgüdüsel ve çocuksu duygusal iç-dünya yaşantılarının, toplumsal etkileşimler ile harmanlanıp, ilerdeki yaşamda daha karmaşık duygulara dönüştüklerinin de farkındayız. Duygular hakkında bildiğimiz bir başka önemli şey de, daha bebeklikteki halinde bile duygulara eşlik eden mutlaka bilişsel bir yan bulunduğu; yani duyguların ve mantıklı düşüncenin insan zihninde asla birbirinden ayrı hele hele birbirlerine karşıt konum içermedikleridir.
Akıl yürütmek ve karar vermek için gereken verisel bilgiler, zihne imgeler şeklinde gelir ancak imgeler zihinde, nesne ya da olayların veya sözcük ya da cümlelerin fotokopileri gibi depolanmazlar. İnsanın muhteşem algılama, bellek ve akıl yürütme etkinliklerini sağlayan şey, korteksteki (beyin kabuğu) sinirsel ateşleme modellerinin etkileşmesinden doğmaktadır. “Zihin” olarak adlandırdığımız fizyolojik işlevler ise, yalnızca beynin değil, beyinle beden ve çevre arasında sürüp giden yapısal ve işlevsel bir topluluğun türevidir. Zihnin imgesel üretimi ve sonunda akılcı bir düşüncenin için olabilmesi için beynin birçok yapısının işbirliği zorunludur ama bu işbirliği için bir de aracıya gereksinim vardır. Bu aracı, duygulardan başkası değildir.
Bir duygu, çoğunlukla belirli bir zihinsel içerik tarafından harekete geçirilen, hem beyinde hem de bedende meydana gelen değişiklikler kümesidir; ortaya çıkışı ve yönlendirilmesi asla insanın kendi elinde olamaz. Nasıl birisine onun ricasıyla aşık olmak imkansızsa, kimse durduk yerde ama hasbi bir biçimde ağlayamaz, gülemez, üzülemez; emir komuta ile mutlu olunmaz. İnsan zorla duygularını bir biçime sokmaya çalışırsa komikleşir. Sahte bir ağlama(ya çalışma) karşıdakinde üzüntü yerine gülme hissi uyandırır.
Bu nedenle ruh sağlığı profesyonelleri, zihinsel süreçte duygulara ayrıcalıklı bir konum verirler. Ona göre, duygular bedenle kopartılması olanaksız bağları yüzünden zihinsel yaşamımızda egemen durumdadırlar. Duygu, her zaman düşünceyi önceler. İlk önce gelen, sonradan gelene bir referans oluşturduğu için de duygular, daima düşünce oluşumunda muazzam bir etkiye sahiptir.
İşte böyle. Modern bilimsel bakışa göre, duygu ve mantıklı düşünce birbirlerine karşıt olmaktan ziyade, birbirleriyle çok bağlantılı; sağlıklı düşünce üretimi için sağlıklı bir duygusal yaşantı ve farkındalık şart; duygular düşüncenin oluşumuna büyük katkıda bulunuyorlar. O halde “duygusallık”, “artistlik” suçlamalarını nereye koymalı?
Ben bunu doğrudan doğruya toplumsal psikolojimizde, çocuk yetiştirme pratiklerimizde duygu eğitimine önem verilmemesine bağlıyorum. Bir insanı bir duygu yaşantısı nedeniyle sahtecilikle, istismarla suçlamak yerine duyguların hangi durum nedeniyle ortaya çıktığını anlamak zorundayız. Başka türlü diyalog olamaz. Olmadığı siyasi söylemlerimizin halinden bellidir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.