Bugün Psikanalizi Tartışmak
Yazar Hakkında
Talat Parman, İstanbul'da doğdu. Orta öğrenimini Saint Joseph Fransız Lisesi'nde tamamladı. Tıp öğrenimini İstanbul Tıp Fakültesi'nde, psikiyatri uzmanlığını Paris René Descartes Üniversitesi'nde yaptı. 1994 yılında Türkiye'ye döndü ve İstanbul Üniversitesi Çocuk Sağlığı Enstitüsü'nde ergen psikiyatrisi alanında çalışmaya başladı. Aynı yıl birkaç psikanalistle birlikte, Türkiye'de psikanaliz geleneğini başlatmayı ve bir psikanaliz kurumu kurmayı amaçlayan İstanbul Psikanaliz Grubu'nu oluşturdu. Paris Psikanaliz Kurumu (Société Psychanalytique de Paris) ve Uluslararası Psikanaliz Derneği (International Psychoanalytic Association) üyesidir. |
Neden hâlâ psikanaliz? |
Ortaya çıkışının üzerinden yüzyıldan fazla bir süre geçmişken, insan bilimlerinin bir parçası olmak savındaki psikanalizin neler getirdiğini tartışmak sürekli gündemde olan bir konudur. Bu tartışmayı psikanalizin geçersiz olduğu, artık modası geçtiği, Freud’dan beri köprülerin altından çok sular aktığı şeklinde sürdürenler sıklıkla ortaya çıkmaktadır. Haftalık haber dergilerinin yılda bir kez “psikanaliz bitti”, “Freud yanıldı” ve benzeri kapak konularıyla çıkması batı ülkelerinde basın gelenekleri arasına girmiştir. Yayıncıların bu konunun satış grafiğini olumlu etkilemiş olduğunu düşünmeleri elbette onlar açısından ticari bir öngörüşlülüktür. Ancak biz burada bunun nedenlerini sorgulamalıyız. Psikanalizi, kimilerine göre geçersizliği kanıtlamış olduğu halde neden hâlâ tartışıyoruz? Neden çoktan tarihin tozlu sayfalarına gömülmedi? Psikanalizin doğuşunun üzerinden yüzyıldan fazla zaman geçmesi onun üzerine yapılan tartışmaların yoğunluğunu neden azaltmadı? Evet neden? Bu sorulara yanıtı öncelikle psikanalizin tanımlarında arayabiliriz. Sigmund Freud 1922’de psikanalize üç tanımı birden uygun görmüştür1. Birinci tanıma göre, psikanaliz başka türlü araştırılamayan ruhsal süreçleri araştırmakta ve ortaya çıkarmakta kullanılan yolun adıdır. İkinci tanım psikanalizin ruhsal hastalıkların tedavisinde kullanılan bir yöntem olduğunu vurgular. Son olarak da psikanaliz, insan ruhsallığı üzerinde bu yöntemle elde edilen bulguların birikimiyle oluşan yeni bir bilimsel disiplindir. Psikanalizin tüm gücünü bu üçlü yapısından aldığını söyleyebiliriz2. Psikanaliz araştırma yolu, tedavi yöntemi ve insan bilimleri ailesinin üyesi olarak insan üzerine çalışmanın en önemli seçeneklerinden biri haline gelmiştir. Böylece söz konusu üç alandan da kendini besleyebilmiş ve aynı zamanda bu alanları da beslemiştir. Freud’dan sonra psikoloji önemli ilerlemeler kaydetmiş ve onun geliştirdiği araştırma yolu ve tedavi tekniğinden esinlenen çeşitli ruhsal tedavi yöntemleri ortaya atılmıştır. İnsan ruhsallığının yapısı ve oluşumu üzerine ortaya attıklarıyla insan bilimlerinin çehresini değiştirmiştir. Freud’un hekim olduğunu ve psikanalizi önce hastalarının ruhsal sorunlarına çözüm bulmak için geliştirdiğini biliyoruz. Ancak Freud tıbbi sınırlarla yetinmemiş ve buluşunun insani tüm yaşam ve yaratım alanlarının anlamlandırılmasında kullanılabileceğini düşünmüştür. İnsanın üretiminin hemen her alanını sorgulamış, yorumlamış ve katkılarda bulunmuştur. Bu sorgulamadan ve yorumlardan sıradan insan da payını almış, öte yandan yalnızca ruhsal hastalıkları değil normali de sorgulayarak insanı tümüyle kucaklamaya çalışmıştır. Bu geniş yelpaze psikanalizi günümüz kültürünün bir parçası haline getirmiştir. Yirmibirinci yüzyılın psikanalizi Sigmund Freud’un insanı insan yapan hemen her olguyla aynı merakla ilgilenmesi, psikanalizi, değişen toplumsal yapıyı, farklılaşan kültürel olguları ve dahası yepyeni bir bireyselliği anlayabilmemiz ve yorumlayabilmemizin anahtarlarından biri haline getirmiştir. Bireyin öznelliğinin bu denli baş tacı edilmesi, onun ötekilerle ilişkisinin arka plana atılması anlamına gelmemiştir. Tam tersine Freud “Kitlelerin Ruhu ve Benlik Analizi”5 başlıklı yapıtının önsözünde “Bireyin ruhsallığı tek başına ele alındığında ötekinin model, destek veya rakip olarak sürekli gündeme geldiğini ve bu nedenle bireysel psikolojinin anında ve koşut olarak toplumsal psikoloji haline gelmesinin mükemmel bir biçimde doğrulanabileceğini görüyoruz.” der. Bu psikanalizi dinamik bir yaklaşım haline getirmiş, bireysel ruhsallıkta olduğu kadar toplumsal yapıda da ortaya çıkan değişiklikleri anlayabilmemizin yolunu açmıştır. Başka bir deyişle Sigmund Freud bize bireysel olanla toplumsal olan arasındaki bağı, ilişkiyi dahası eklemlenmeyi anlayabilmemizi sağlayacak evrensel bir aygıt vermektedir. O nedenle örneğin günümüzün toplumsal yapısı, küreselleşme ve getirdikleri bireysel düzeyden yola çıkılarak toplumsala ya da toplumsaldan yola çıkılarak bireysele ulaşılarak anlaşılabilir. Bu değişimin nedeni geçen yüzyılda bilim adamlarının insanın nirengi noktalarını ve sınırlarını saptamış ve sorgulamış olmalarıdır. Matematiğin biçimsel temellerini oluşturan David Hilbert’i, tutarlılık kuramını ortaya atan Kurt Gödel, kapitalist ekonominin temel tanımını yapan Karl Marx’ı ve Kastrasyon ve Oedipus karmaşalarını tanımlayarak insan olmanın nirengi noktalarını ve elbette sınırlarını ortaya koyan Sigmund Freud’u bunlar arasında sayabiliriz. Evet, bütün bu bilim adamları varoluşumuzun sınırlarını ve nirengi noktalarını gösterdiler bize. Bunları tartışmak insancılığın (humanisme) zorunlu sonucuydu. Ancak bu sorgulamaların baştaki hedeflerinden saparak yapısalcılık gibi “insanın ölümüne” yol açmış olduğunu da gözlemliyoruz. Modern toplumun bireyi nesneleştirmesinde kimi kez yukarda adı geçen bilim adamlarının sorumlu görüldüğünü biliyoruz. Freud’da bu eleştirilerden payını almaktadır. Oysa insancılık insanın yüceliğini ve insan sevgisini en yüksek amaç bilen, insanı her şeyin ölçütü olarak ele alan bir öğreti olarak tam da psikanalizin hedeflendiğine uygun düşmektedir. Şu saptamayı yapmak yanlış olmayacaktır: psikanaliz insancıl bir kuramdır. Çünkü öznelliği, yani özneyi ön plana alır. Bu noktada bir adım daha atan Jacques Lacan’a göre aslında tüm insanbilimlerini “öznelliğin bilimleri” olarak yeniden tanımlamak gerekir. Bu yüzden yaşadığı dönemin hâkim görüşü yapısalcılığın içinde anılmaya şiddetle itiraz etmiştir8. İnsan bilimlerinin giderek insan merkezli olmaktan uzaklaştığını belirtmek yanlış bir saptama olmayacaktır. Örneğin psikoloji giderek bir istatistik bilimi haline gelmekte, ekonomi tarih ve coğrafyayı bir kenara itip matematiği baş tacı etmektedir.
Paris-Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Hélène L’Heuillet psikanalizin özneye bakışını sorguladığı yapıtında “Psikanalistin bürosu bugün insan gerçekliğinin özgün olarak yeniden yaratılacağı tek yer olarak kalmıştır, çünkü bu özel konumda özne, işitileceğinin, öyküsünün akışını yeniden oluşturabileceği ve metnini daha okunaklı hale getirebileceğinden emindir.”9 der. Günümüz psikiyatrisi ruhsal hastalıkları, ABD kaynaklı rüzgârların etkisiyle bozukluk olarak adlandırmayı yeğlemektedir. Bozukluk (disorders) denmesi bozukluğun tamir edilmesini çağrıştıracaktır. Davranışçı ve bilişsel yöntemler şartlanma ve yeniden öğrenme ilkelerine uygun olarak örneğin uykusuzluktan şikâyet eden her kişiye “uykunuz gelmeden yatağa girmeyin, kafanızdan sıkıntılı konuları uzaklaştırın” gibi genel ve aptallaştırıcı öğütler verebilmektedir. İnsanı nesneleştiren bu maddeci görüşler özellikle son otuz yıldır psikiyatri ve psikolojiyi egemenliği altına almıştır. Oysa psikanaliz yalnızca tamir eden bu yeni tedavi yöntemlerinden hayli farklıdır. İnsanın nesneleştirilmesine en yüksek sesli karşı çıkışı dile getiren yaklaşımlardan biridir. Psikanaliz için özne öncelikle konuşurken ortaya çıkandır. Dil yetisi bir nörolojik olgu olmakla birlikte yaşam, arzu ve hatta semptomlar10 da bu yeti dolayımıyla yaşanır. Ancak konuşmak, yüklemin birinci tekil şahıs olduğu cümleler kurmak, “ben” “şahsen” bizzat” “kendim” demek öznenin ortaya çıkışı için yeterli midir? Hayır. Psikanaliz için özne aslında en beklenmedik anda ortaya çıkandır. Dil sürçmelerinde, sakar eylemlerde, düşlerde belirendir. Bu öznel dışavurumlar özneye en özgü olanlardır. Çünkü kimsenin dil sürçmesi, sakar eylemi ötekininkine benzemez. Öznenin temelini oluşturan arzusunun hakikati (vérité) işte buradadır. Arzu önce dile sonra eyleme ulaşmaya çalışır. Bu noktada Lacan’ın Freud’un kuramına zengin açılımlar kazandırırken, Hegel’den aldığı, arzunun her zaman bir tanınma, bir kabullenilme arzusu olduğu tezini bilinçdışı arzuya uyguladığından söz edebiliriz. Özne, arzusuna az da olsa bir tanınma sağlayabiliyorsa yaşam daha mutlu ve huzurlu olacaktır. Bu yaklaşıma göre hüzün daima arzu üzerine yalan söylemek demek olacaktır. Hatta hüzün kendiliğe karşı yapılan bir hatadır, çünkü öznenin arzusuna sırt çevirdiğini gösterir. Ancak burada söz konusu edilenin bilinçdışı arzu olduğunu vurgulamalıyız. Bilinçdışı arzu temeldir. Bilinçdışının öznesi arzunun öznesidir. Öyleyse düşler, sakar eylemler, dil sürçmeleri bireye kendi bilinçdışının mesajları olarak değerlendirilebilir. Bu mesajlar kendi arzusuna karşı birer uyarıdır. Psikanalizin amacı bu mesajları çözerek, öznenin öznel gerçekliği olan bilinçdışı arzunun tanınmasını sağlamaktır. Bu aynı zamanda psikanalizin etik görevidir. Etiktir çünkü bilinçdışı toplumsaldır. Psikanalitik süreç insani ve özneler-arası ilişki sunarak, bireyin kendi arzusu kadar ötekinin arzusunu tanımasını da sağlar11. Şu saptamayı yineleyelim: Psikanalizi diğer ruhsal tedavi yöntemlerinden ayıran, ıstırapta, semptomda özneyi aramasıdır. Psikanalitik süreç sırasında semptomlar ortadan kalkabilir ama bununla yetinilmez. Psikanaliz ancak yolunda gitmeyenin “anlamı” ortaya çıktığında başlamış olarak kabul edilir. Böylece semptom kaybolur bireyin kendisi hakkında sahip olduğu yeni bir “bilgi” ortaya çıkar. Bu bilgi onun varoluşunu, arzusunu, yaşamda onu yöneteni kapsayan bir bilgidir. İşte bu yüzden, Freud’un karamsarlığına karşın, Lacan daha iyimserdir ve psikanalizin bir neşeli-bilgi (gai-savoir) sunduğunu belirtir12. Yeniden Melman’ın ağırlıksız adamına dönelim. Ekonomik dengesizliğin, bir günde zengin olup, bir günde her şeyini yitirmenin, evsizlerin, işsizlerin modernliğin koşulu olduğu günümüzde dil yetisi, çatısı altında barınabileceğimiz son konut olarak ortaya çıkmaktadır. O nedenle dil gibi yapılanmış olan bilinçdışımızın bize kalan son sığınak olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden L’Heuillet’nin dediği gibi yaşama bir göz atabileceğimiz, yaşamımız hakkında bir karar verebileceğimiz, nesnelliğin değil öznelliğimizin ağır basacağı tek yer psikanalistin bürosu olacaktır. Psikanalizin semptoma gösterdiği bu özel ilginin bir nedeni de onu kendine karşı sorumlulukla bağdaştırmasıdır. Çünkü semptom öznenin gücüdür, ona kendi varoluşu hakkındaki “sorumluluğuna” yeniden kavuşabilmesinin yolunu açar. Analizde sorumluluk mutlak bir özdenetimden değil, kendi yanlışını görmekten geçer. Sorumluluk bireyseldir ve bireyin kendi arzusuyla olan ilişkisine sıkı sıkıya bağlıdır. Yani sorumluluk arzuya karşı takınılacak tutumla tanımlanabilir ancak. Özne kendi arzusuna karşı cesur veya korkak olabilir. Ama bundan yalnızca o sorumludur. Burada bireyin kendine karşı ahlaki bir konumda olup olmaması sorunsalıyla karşı karşıya kalıyoruz. Ahlaki korkaklık kendi arzusundan vazgeçmekse, analiz bireye “vazgeçmekten vazgeçmeyi” gösterebilir ancak. Kendi mutsuzluğunun tek mimarı bireyin kendisidir. O nedenle psikanalizin bilinçdışını yani bilinç tarafından denetlenmeyeni ön plana çıkarması, ediminden sorumsuz bir bireye prim verdiği anlamına gelmez13. Özne olsa olsa kendine karşı sorumsuzluk edebilir. Eğer kendi arzusuna sırt çeviriyorsa, mutsuz olmak sorumsuzluğu, evet bu bir sorumsuzluktur, yalnızca ona aittir. Notlar 1 S. Freud “Psychanalyse” Oeuvres Complètes içinde, Fr. Çev. A. Bourguignon, Pierre Cotet, Tome XVII, Paris, 1992.
| |
|
|
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.