Simgesel Bir Psikoloji Taslağı
Geçen yıl kaybettiğimiz sevgili Ulus Baker uzun bir makalesi olan “İgnoramus: (Bilmiyoruz) Psikanaliz neden işe yaramaz?” eleştirisinde klasik bilinçaltı ve bilinçdışı yorumlayışına farklı bir bakış açısı getiriyordu. Onun deyişiyle insanın, psikanalizin eksenini oluşturan temel mefhum olarak ‘bilinçdışı’ ile olan maceralı ilişkisi kuşkusuz en belirgin şekilde simgesel olarak tanımlanmıştır. Dr. Freud’un takipçileri; “simgesel (dil) ile ‘hayali’ arasındaki hududu örgütler (Lacancılarda olduğu gibi). Fallus yasası ve Babanın-Adı denen imleyici kategoriler, kendilerini kuşatan, daha geniş bir anlambilimsel şebekenin ağlarına bir taraftan ‘gerçeği’, öte taraftan, zaten kendi içlerinde bölünmüş ‘simgesel’ ile ‘imgesel’i düşürmek amacıyla kullanılırlar.” Yine de geriye, dokunulmadan kalan bir "bunlarla ne yapılabilir" sorusu kalacaktır: Dil ile, cinsellikle, emekle ve genel olarak arzuyla "ne yapacağız"?.. Dr. Freud’un psikanalitik yorumbilimi adeta simgeler üzerinden işleyen bir çarkı andırıyordur. Saffet Murat Tura'ya göre fenomenolojinin temel hatası öznenin oluşumunda Dil'in rolünü gözardı etmesidir. “İnsan ancak Simgesel Düzen'e, yani Dil'e girerek biyolojik bir varlık olmaktan çıkar ve kültürel bir özne olur. İnsan yavrusu annesiyle arasındaki kadiri mutlak imgesel özdeşleşmeden, ancak Babanın Adı ile simgelenen Oidipus karmaşasından geçerek (Lacan'a göre Oidipussuz bir Kültür mümkün değildir) insan olur. İnsan kendi çıplak gerçekliğini metaforlar zinciriyle ikame etmeye başladıktan sonra kendi gerçeğiyle düşüncesi arasında giderek açılan bir uçurum oluşur. Her metafor, insanı kendinden biraz daha uzaklaştırır.” (Freud'dan Lacan'a Psikanaliz; Ayrıntı 1996) Yani dilin yüzeysel düzenine girildiği anda bilinçdışı da kurulmuş olur ve "bilinçdışı dil gibi yapılaşmıştır." Böylece bu simgeler ağında insan kendi benliği ile kendisine yabancılaşır. Tamda bu noktada karşımıza çıkan taslak simgelerden oluşmuş bir psikolojik görüntüdür. Aslında olan, gerçeğin değil, kuramsal düzeyde oluşturulmuş benliğin yansımasıdır. İnsan psişiğinin mantıki bir bütünlükle açıklanabilecek durumu yoktur. Çoğu davranışımız belli bir programlamayı öngörmez. Her insan içinde bir mantıksızlık duvarı mevcuttur. Simgesel psikoloji taslağı olarak gördüğüm psikanaliz belki edebi ve sanat incelemelerinde yaptığı izahlara muktedir. Fakat insanı çözümlerken simgeler dünyası hayalidir, bizim psiko varlığımızı açıklayabilecek gerçekliği pek taşımaz. Simgeler hayali bile yansıtamazlar.
Elisabeth Sayın’ın Fransızcadan tercüme ettiği “semboller sözlüğü” nde; Freudcu yaklaşıma göre simge, dolaylı bir şekilde, mecazlı ve çözülmesi çok kolay olmayan arzu ve çatışmanın ifadesidir. Simge, ‘bir sözün, bir düşüncenin, bir davranışın gizli kalmış anlamıyla, açıkça belirlenmiş içeriğini bağlayan ilişkidir.’(bkz simge maddesi) Örneğin bir davranışa en az iki anlam verilebiliyorsa, anlamların bir tanesi diğerinin yerine -onu maskeleyerek- geçebiliyorsa ve onu ifade edebiliyorsa, aralarında simgesel bir ilişki vardır diyebiliriz. Carl Gustav Jung; ‘Dört Arketip’ kitabında bu ilişkiyi ele alırken bütün insan bilimlerine yansıyan türev ve etkileriyle [simge] alanındaki çalışmaları ve kişisel ya da kolektif bilinçdışının dinamiklerini ve görüngülerini irdeler. Anne arketipi, yeniden doğuş, masallarda ruhun fenomenolojisi ve hilebaz figürünün psikolojisi üzerine kaleme aldığı bu dört makale ile Jung hem Dr. Freud’u eleştirir hem de simge alanındaki çalışmalarına ışık tutacak önemli bilgiler verir. Çağımızın en önemli filozoflarından Ricoeur ise, ‘Yoruma Dair’ isimli kitabında Dr. Freud’a dair dil, simge, yorum, yorumbilgisel yöntem ve dönüşlü felsefe üzerine görüşlerini anlatırken Symbolique du mal/Kötülüğün Simgeseli diye bir kavram ortaya atar. Başka bir deyişle, simge yorumbilgisi ile somut dönüşlü düşünce felsefesi arasındaki ilişkiyi, Freud’u insanda en az insani olanın keşfiyle sınırlandırabileceğine inanarak anlayabileceğini düşünür.
C.G.Jung’un belirttiği gibi; “simge ne kadar arkaik ve derin olursa o kadar kollektif ve evrensel olur.” Simgeler arasındaki bağı çözmek kavramsal mantığın (logique conceptuelle) işi değildir. Simgelerin mantığı iki terim ya da iki dizinin arasındaki ilişkinin algılanmasında yer almaktadır. “Simgelerin mantığından kastettiğimiz, aslında onların arasındaki bağlar, ilişkiler, kendi içlerinde veya kendi aralarında oluşabilen simge zincirleridir ( örneğin boğa-ay-gece-doğurganlık-kurban verme-kan-tohum-ölüm-yeniden doğma-vs...) Oysa bu kümeler anarşik değildirler, öylesine yani gelişigüzel, rastgele kurulmamışlardır. Kendi aralarında henüz çok iyi anlamadığımız yasalar ve diyalektikler aracılığıyla iletişim kurarlar. Onun için simgenin mantıklı olduğu söylenemez. O yaşamsal bir ‘pülsiyon’dur, içgüdüsel bir tanınmadır. Kendi dramını oynayan öznenin deneyimidir. Öznenin ve evrenin geleceğini ören sayısız karmaşık ve dokunulamaz bağların oyunudur.”( Elisabeth Sayın )Burada kavramsal fikir yürütmenin mantığı dışlanmıştır. Sembolleri çözümlemek, onu bir (tek) mantık birimine indirgemek onu yok etmek demektir. Onun mantığı irrasyoneldir. Pierre Emmanuel, “simgeyi entelektüel açıdan çözümlemek tıpkı soğanı bulmak için soğanı soymaya benzer. Soğan onu soğan yapan anlaşılmazlar sayesinde var olmaktadır.” Şeklinde ironik bir şekilde değerlendirir.
Ulus Baker yazısının devamında, “psikanaliz ‘rüyalar yorumu’ ile erken zamanlardan beri oldukça içli dışlı olduğu halde, bize ‘kendi rüyalarımızı görmemiz’ konusunda da yardımcı değildir. Oysa rüyalar, psikanalizin ‘kişisel derinliklerin’ ve elbette ‘bilinçdışı’nın dışavurumu olarak tayin ettiği Traumdeutung (bilinçdışına götürecek bir ‘Kral Yolu’ olduğu söyleniyor) çerçevesinde, galiba psikanalistin ‘rüyalarına’ (her yerde Oidipus, eksiklik, bastırma ve kastrasyon vardır) kaptırılmaktadır.”demektedir. Deleuze'ün dediği gibi ‘gerçekliğinizi’ başkalarının rüyalarına ‘yakalanmış olarak’ bulabilirsiniz. Rüya, bilinçdışı içeriklerin, ‘rüya düşünceleri’ adı verilen simgeleşme süreci içinde çarpıtılması olarak anlaşılmak zorunda değildir. Baudrillard ve Kristeva’nın belirttiği gibi bu zorlama yorum neredeyse gerçeğe bile nüfuz etmiştir. Deleuze, ‘başkalarının rüyalarına yakalanmak’ felâketinden(hastalığından) kurtulabilmek için bizi ‘kendi rüyalarımızı üretmeye’ çağırıyor. Aysız karanlık ya da rüyaların söyledikleri..
Freudçu düş yorumuna göre, ‘gerçek düşler’ vardır ve bunlar ‘uyandıktan sonra unutulur giderler’. Baker; “ikincisi pek bildik ve genel bir özlem deneyim iken, ‘gerçek düşler’den bahsedildiği zaman, ya oldukça karmaşık bir psikanalitik bilgelikle, Lacan'ın söyleyebileceği gibi, ‘yapının bir hilesiyle’, ya da psikanalizin bir kör noktasıyla karşı karşıya olduğumuz hissediliyor: ‘Gerçek olmayan düş’ ne anlama gelebilir. Bu herhalde, Traumdeutung'da Freud'un andığı ‘giriş’ (ya da başlangıç) düşleri ile ‘esas düşler’ arasındaki ‘ayrıma’ ve hiyerarşik ‘nedensellik’ ilişkisine tekabül etmiyor (Freud, GW, 1912b: 48) Ayrıca, ‘gerçek düş’ü karşısındaki tanımsızlıktan ayırdeden kıstas, Freud'un üzerinde ısrarla durduğu ‘düşlerin gündelik olayların temsiliyle sıkı bağı’ da değildir. Düşlerin her zaman bir ‘isteği’ doyurduğu düşüncesi bile bizi bu konuda sallantıda bırakmaktadır, çünkü insan hiç arzulamadığı şeyler tarafından ‘doyurulduğunu’ düşünde görebileceği gibi, düşleri boyunca hiç mi hiç arzulamayacağı nesnelerin peşinde koşturup durabilir. Ya da tam tersi, bütün bir ‘yoğunlaştırma’ ve metafor etkinliği çerçevesinde hiç de arzulamadığınız nesneler hiç de düşsel olmayan ‘gerçek’ dünyada peşinizi bırakmayabilirler.”der. Ayrımın düş ile gerçek arasında yapıldığı anda asıl ayrımın temel bir belirleniminin yitip gittiğini, yerine imajlar ile semboller arasına çekilen sınırın yerleştiğini hissedebiliyoruz. Parçalama ya da sınıflandırma hastalığı diyebiliriz buna.
Bir psikoloji taslağı olarak psikanaliz yapılandırmalarında; “Hayali ile Simgesel'in bir öze kavuşturulmaları daha Freud'un Traumdeutung'unda taslağı çizilen bir psikanalitik program olarak ortaya çıkmaktaydı. Dil, ya da simgesel sistem, bilinçdışını yeniden tanımlama yolunda vazgeçilmez bir araç olarak belirdiğinden beri, Lacancıların ciddi sonuçlara varan bazı sorgulamaları gerçekleştirebilmeleri beklenirdi. Oysa herşey, Lacan'da simgesel düzenin üstlendiği işlevin, bu terimin babası diyebileceğimiz Levi-Strauss'unkinden ayrılmakta olduğunu göstermektedir. Saussure'cü dilbiliminin temel postülalardan birinden uzaklaştığı görülebilir: Gösteren, gösterilen ile ‘mutlak olarak değişmez bir bağ’ içinde ilişkilenmek zorunda değildir. Öyleyse, bir taraftan işlerliği sürdürülen dilbilimsel (Saussurecü) bir model vardır: Somut unsurları ‘gösterenler’ olarak işleyen, Levi-Strauss'un tanımladığı gibi bir simgesel düzen.” ( İgnoramus) Öte taraftan, simgeselin esas Lacancı önemine kavuştuğu bir boyut vardır: Orada söz konusu edilen, simgesel düzenin dayandığı esas ile karşılaşırız. Bu ise toplumların babaerkil yahut anaerkil olmalarıyla derinden iniltilidir. Psikanaliz ve sonrası konu epeyce güncel olarak tartışılmıştır.
Bizde ise; Dr. Freud’un 150. doğum yılı olan 2006’da, Yapı Kredi Yayınları tarafından, Sermet Çifter Salonu’nda, düzenlenen bir dizi etkinlik yapılmıştı. Bu konuşmalar sonradan kitaplaştırıldı. Bu tarz etkinliklerin kitaplaştırılmaları son derece yararlı oluyor. Özellikle bu faaliyetlere katılamayan ilgililer için. Freud’un ve psikanaliz kuramının önemini ve bireysel ve toplumsal yaşama etkilerini, psikanaliz kuramının ve pratiğinin Türkiye’de alımlanışı merak edenlerin bu kitapla ilgilenebileceklerini düşünüyorum. Freud’un Önemi / Bülent Somay-Uygulamalı Psikanaliz, Tarih ve Kültür / Yavuz Erten, İskender Savaşır-Psikanaliz ve Sonrası /Murat Paker, Saffet Murat Tura-Freud ve Birey / Nilüfer Güngörmüş Erdem, Bella Habip, Melis Tanık tarafından anlatılmış.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.