Psikiyatr Dr. Alper Hasanoğlu

Psikiyatr Dr. Alper Hasanoğlu

Psikoterapi Nasıl İyileştirir?

Psikoterapi Nasıl İyileştirir?

İyi bir psikoterapinin kişiyi nasıl iyileştirdiğini, hayat kalitesini nasıl yükselttiğini, ilişkilerini nasıl düzelttiğini, hayattan aldığı hazzı nasıl arttırdığını göreceğiz

 
 

 

Geçen hafta ruhsal sorunları nedeniyle yıllarca psikoterapiye giden bir hastanın yazdığı kitaptan bahsetmeye başlamıştım. Kitabın adı ‘Bir Psikoterapi Mağdurunun Anıları’. Yazarı Eyüp Turan Reyhan. Reyhan kitabı iki bölüme ayırmış. Birinci bölümde, yarar görmediği terapistlerin, ona göre doğru olmayan terapi süreçlerini anlatmış. İkinci bölümde ise ruh sağlığına kavuşmasını sağlayan terapi sürecini ayrıntılarıyla kelimelere dökmüş.

Kendisini öncelikle bu cesareti nedeniyle kutlamamız gerek. Çünkü psikiyatrik hastalıklar, ruhsal bozukluklar hâlâ bir tabu olarak görülüyor ve stigmatize edilmeye (damgalanmaya) çok açık bir alan. Bu nedenlerle Reyhan’ın gösterdiği cesaret takdire şayandır.

Ben bu yazıda Reyhan’ın kitabının ikinci bölümüne odaklanacağım. İyi bir psikoterapinin kişiyi nasıl iyileştirdiğini, hayat kalitesini nasıl yükselttiğini, ilişkilerini nasıl düzelttiğini, hayattan aldığı hazzı nasıl arttırdığını göreceğiz aşağıdaki özette.


 

 


Reyhan bu terapi sürecinde, öncelikle uzun süre anlamlandırmakta zorlandığı hastalığının açıklamasını buluyor:

“Sorun 8 yaşında geçirdiğim ağır bir travmadan kaynaklanıyordu. Yaşadığım şey, babama karşı büyük bir güvensizlik duymama neden olmuştu. Bütün sıkıntımın kaynağı, babamın yakın akraba bir hanımla olan ensest ilişkisinde düğümleniyordu. Olayın talihsiz tanığı olan ben, bu ensest ilişkinin tek görgü tanığıydım. Hemen olaydan sonra, 10 saate yakın donup kalmıştım. O andan itibaren artık babasına, insanlara, ikili ilişkilere güvenmeyen bir çocuktum.

Oysa bu olaydan önce babamla aramda çok yakın ve sıcak bir ilişki vardı. Babama aşırı düşkündüm ve ona sonsuz bir güven duyuyordum. Sabahları kalktığımda ilk işim kahvaltı sofrasında babamın kucağına oturmak olurdu; pazar sabahları ise uyanır uyanmaz babamın yatağına koşardım. Yanından ayrılmazdım, bir yere gidiyorsak elini bırakmaz, arabada mutlaka yanına oturmak isterdim. Boynuna sarılır, öper, bacaklarına yapışırdım. Bana verdiği görevleri hızla, koşa koşa yapar, gözüne girmeye çalışırdım. Babamın adamı bendim, kendimi ona evdeki herkesten daha yakın hissederdim. Ancak, tanık olduğum ilişki bütün bunları bıçakla keser gibi bitirmişti. Bundan böyle babasına güvenmeyen bir çocuk nasıl yaşayacaksa öyle yaşayacaktım.”

Reyhan bu bölümde, 8 yaşında başlayan, değişen şiddette ve biçimde yıllarca süren hastalık semptomlarını da tüm ayrıntıları ile aktarıyor.

“8 yaş travma, 8-17 yaş obsesif-kompulsif dönem. Kapıları kafamla, dirseğimle ve ayağımla açıyordum. Muslukları kafamla açmaya çalışıyordum. Biri bana dokunduğu zaman, eğer sevmediğim bir insansa, dokunduğu yeri saatlerce yıkayıp siliyordum. Takıntılar, dokunduğum yerlere göre 5-7 belki 11 rakamına göre defalarca tekrar edilerek sürdürülüyordu. Aşırı titizlik, evde benim bardağımın, tabağımın, sofrada kaşık çatalımın, peçetemin, hatta oturduğum sandalyenin, salonda oturduğum koltuğun aynı olmasıyla kendini gösteriyordu. Saçların devamlı taranması, yorgan, yastık ve kılıfların aynı simetride olması takıntısı ve defalarca tekrar eden tikler...”

Tüm bu obsesyon ve kompulsiyonlar sonucunda yaşam kalitesinin ve işlevselliğinin ne kadar düştüğünü şu sözler ile anlatıyor: “Gelişen obsesif rahatsızlıklardan dolayı sosyal olarak yalnızlık ve itilmişlik duygusu, uzun süren gerginlik ve hayattan zevk alamama hali, giderek karmaşık hale gelen obsesyonlar, yıllar süren depresyon ve korkular hayatımı cehenneme çevirmişti.”

Reyhan bu psikoterapi sürecinde, yaşadığı travma ve hastalık semptomları arasındaki bağı kurma fırsatı buluyor. Travma ile başa çıkmak için kullandığı, o sırada işine yarayan savunma mekanizmasının yıllar içerisinde nasıl da hastalığa dönüştüğünün farkındalığına varıyor. Hastalık semptomları, her gelişim döneminde, farklı bir kimliğe bürünerek karşısına çıkıyor.

“Sekiz yaşında karşılaşılan travma, babaya olan güvensizliğin başlangıcı olmuştur; baba sevgisi, baba sıcaklığı ve ilgisiyle beslenen çocuk, durumu gereği fazlaca duygusaldır. Bu kazanımlarla özgüvenini inşa etmiş, güven sistemi gelişmiş, dolayısıyla sevgi sarmalında babasıyla bir bütünlük oluşturmuş, babasını örnek alarak başarıya doğru bir adım atmıştır. Sekiz yaşındaki talihsizlik, babanın yaşadığı ensest ilişkinin keşfi, babaya olan güveni ortadan kaldırmış, böylece kendine güven duygusunu da yok etmiştir. Daha sonra anne ve kardeşlere yansıyan güvensizlik gelişmiş, çaresizliğe düşen çocuğun obsesif kimliğe kaymasıyla karmaşa başlamış, duygusal donma devreye girerek adeta yaşamı askıya almıştır. 17 yaşıma kadar süren bu durum mağduriyet, öfke ve birçok stresle birleşip ergenlik bunalımı dönemini başlatmıştır. 17 yaşındaki çocuğun, düşünme sistemi, bir kimlik arayışına yönelmiş, bulamamanın sonucunda da, depresyon ve öfke ortaya çıkmıştır.   

“Travmanın ağır darbesi (8-17 yaş) obsesif bölgeye kayışla kısmen ertelenmişti. Sağduyulu düşünürsek, obsesif bölgeye kaçış, aslında kötünün iyisidir ve hasta için geçici çözüm sahasıdır. Çünkü travmanın ağır yüküyle baş edemeyen 8 yaşındaki çocuk, ister istemez çözüm için bu bölgeye bilinçaltı bir itkiyle sığınmıştır. Travmadan kaçışın aslında en uygun yeri, sığınılan bu obsesif bölgedir.”

Etkili bir psikoterapi sürecinde, hastalığın aile içi dinamiklerle bağlantısının kurulması ve sosyal etkilerinin ele alınmasının önemi büyüktür.

“Obsesif  hallerim ve takıntılı davranışlarım, ev içinde de en yakın temasta olduğum kardeşlerimle aramdaki çatışmayı sürekli körüklüyor, bu da zaman zaman yaşadığım iyileşme sürecini olumsuz etkileyerek engelliyordu. Ev içinde istenmeyen kara koyun durumuna düşmeme yol açmıştı.

“O dönemde, aslında en çok yardım alabileceğim kişi olan annem, her şeyden bihaberdi; etkisiz ve güçsüzdü... Saf ve temizdi, ancak güçlü bir anne değildi.

“Babamla savaşırken 8 yaşında bir çocuk olarak yapabileceklerim elbette ancak ona küsmek, verdiği harçlığı almamak, ona yaklaşmamak gibi sınırlı tepkiler vermekti... Artık kimseye güvenmemek, daha sonra da tamamen güvensizliğe düşmek, dolayısıyla kardeşlerimden tepki görmek de kaçınılmazdı.

“Kendimi mağdur ve çaresiz bir durumda görmemin bir diğer yansıması da insanlara yardım ederek rahatlamaktı... İhtiyaç sahiplerinin, mağdur insanların durumuyla kendimi özdeşleştiriyordum.”


 


Terapi süreci başlıyor:

“2013’ün Temmuz ayında (...) muayenehanesine gittim. “Ne şikayetiniz var? Bütün yaşadıklarımı, her şeyi tek tek anlatmaya başladım. Anlattıkça öfkeleniyordum. Biraz sakinleştikten sonra doktora sordum: “Neyim var benim, hastalığım nedir? Ben bipolar duygudurum bozukluğu hastası mıyım?” “Hayır, ilgisi yok, bipolar duygudurum bozukluğu büyük ölçüde kalıtsaldır, yapıda mevcuttur. Seninki ise travmadan sonra babaya güvensizlikten kaynaklanan ve artık kimseye güvenmemene, inanmamana, itimat etmemene yol açan bir duygusal gelişme. Duyguların bu olaydan dolayı donmuş, faaliyetlerini durdurmuş, adeta saklı kalmış, bastırılmış.

“ ‘Duygusal donmuşluk’ noktasını bulup çözüm için uğraşacaktım. Ancak eski doktor deneyimlerinden kaynaklanan güvensizlik ve itimat edememe hali, ilk birkaç seans boyunca sürdü. Bu bir hastaya çok görülmemelidir, çünkü zaten sorun hastanın kimseye güvenmemesidir. Sekiz on seans geride kaldığında ise, güvensizlik duygusu yerini rahatlamaya, doğru psikoterapinin yapılmasıyla da güvene ve saygıya bırakacaktı. “

Terapisti Reyhan’a hastalığa dair yaptığı formülasyonu aktarıyor ve terapinin olmazsa olmazı terapötik işbirliği kuruluyor:

“Altı seanstan sonra, aldığı notlardan bana yaptığı sunuma bakarak ruhsal durumum fark ediyor, doğru yolda olduğumuzu anlıyordum. Terapiden fayda gördüğüm kesindi, işi sıkı tutmaktan başka çarem yoktu.

“Doktor hanıma her hafta psikoterapiye gelmek istediğimi, bir saatin bana yetmediğini, iki saat terapi istediğimi ve bundan fayda göreceğimi söyledim. İşimden dolayı İstanbul dışında olduğumdan beni Pazar günleri kabul etmesinin iyileşmemi kolaylaştıracağını, sakin kafayla terapiye gelebileceğimi iafade ettim. Doktor Hanım da benim özel çabalarımdan dolayı bir istisna yaparak önerimi kabul etti.

“Artık haftada bir Pazar günleri 11.00 – 13.00 seansları bana aitti. Tam bir yıl iki ay süren bu tedaviyle tamamen iyileşme imkanı bularak travmanın obsesyonların ve geçiş döneminin sıkıntılarını rahatça, yavaş yavaş iyileşerek atlatmaya başladım.”

Bu noktada, hastanın yaşadığı sorunları nasıl kavramsallaştırdığının, çözüme giden yoldaki önemini aktarıyor Reyhan:

“Bir seansta sorulan “Duygusallık nedir?” sorusuna “Duygusallık zayıflık” dedim, güçsüzlük dedim. Bana göre duygusal insan yardım isteyen, mantıksız biriydi. Ağlayan kişi duygusaldı, bana göre bu güçsüzlüktü. Bana göre duygusallık başarısızlık ve acizlikti. Sınıfta kalan duygusaldı. Oysa insanın hamuru duygusallıktan öte bir şey değildir. İnsana güvenmek, sevmek, konuşmak, eğlenmek, saygı, kaygı, mutluluk, her şey, insanın yaptığı her eylem tamamen duygulara bağlıdır. Benim duygularım sıkışıp kalmış, donmuş, sertleşmiş ve bu durum, beni insanlarla el sıkışmaktan dahi alıkoymuştu. Bu o kadar ileri safhaya gitti ki, ikili ilişkilerde sadece bir baş selamıyla durumu kurtaran, görüşmelere fazla katılmayan, gruplaşmalara hiç girmeyen, zamanla karşı cinsle hiç konuşmayan, duygularını nasıl ifade edeceğini bilmeyen bir insan ortaya çıkmıştır. O günkü psikolojik durumuyla obsesif alana kayan kişilik, bu büyük acılardan kendini korumak, aynı zamanda babasını kaybetmemek için, geçici çözüm olarak, kendini takıntılarla meşgul etmiştir. Duygusallık demek acı çekmekti. Bu büyük acılara dayanamayan ben, duygularımı bastırarak acılara son vermeye çalışmıştım. Daha sonra garanti olsun diye, bir de üzerine obsesif davranışlara kayarak, çözemediğim travmayı da düşünecek, hatırlayacak ihtimal bırakmayacak, ona da geçici bir çözüm bulacaktım.”

Ancak her psikoterapi sürecinde olduğu gibi, yüzleşme ve farkındalığın doğal bir sonucu olarak duygusal güçlükler baş gösteriyor. Psikoterapist ve hasta arasındaki terapötik işbirliği, bir güven zemini yaratarak, psikoterapi sürecinin zor da olsa devam etmesini sağlıyor:

“Tedavi beni zorlamaya başlamıştı, ama ağlama krizleri, duygusal dalgalanmalar derken, yavaş bir farkındalık kazanmaya başlamıştım. Ağladıkça duygusallığa doğru hızla ilerliyordum. Ben de insandım ama yıllarca, hiçbir şey hissetmeden plastik adam gibi yaşamıştım. 48 yaşıma kadar olan hayatımda, hiçbir duygusallığa yer vermeden, makine gibi yaşamıştım. İş hayatında duygusallığa yer vermemem, sürekli iş odaklı kalmamı ve başarılı olmamı sağlıyordu. Bu dönem içerisinde hiç duygusal olmadım. Anne evlat, baba evlat, kardeş kardeş ilişkileri, akrabalar, okul arkadaşlıkları, siyaset arkadaşlıkları, iş arkadaşlıklarının tamamı, hayatımın hemen hemen tamamı, duygulardan yoksundu.

“Tedavide duygusallık artık sıradaki yerini almıştı. Seans seans duygusallık şeker paketinin kağıtları gibi açılmaya başlamıştı. Karşılaştığım zorluk, pratiğe bağlı olarak hayatın içindeki duygusallığı yaşamaktaydı. Bu da doktor zoruyla olamazdı. Ben bizzat adımlar atmak, duygusal kazanımlar elde etmek ve bu duygusal hareketliliği yaşamak zorundaydım. Baş başa kaldığım bu olay, bir kaya parçası gibi adeta üzerime yıkılmıştı.

Değişim başlıyor...

“Tedavide verilen mücadele aslında duygusal yapının fark edilmesi ve yaşama taşınmasıydı. Öfke geriledikçe daha sağlıklı düşünebildiğimi, sorunlarıma çözümler üretebildiğimi, fark ediyordum. Yıllarca negatif ve kötü duygularla yaşamıştım. Sorun iyi duyguları hayata geçirip kötü duygularla yer değiştirmesini, dengelenmesini sağlamaktı, işin özü buydu. İyi duygular hayatıma katıldıkça boşlukları dolduruyor, bu olumlu duygularla birçok kazanım elde ediyordum. Mutluluk artık başlamıştı. Sık sık gülüyor, mutlu oluyor, üzerimdeki duygusal akımın vücuduma, beynime doğru dalga dalga geldiğini hissediyordum.

Başa çıkılması zor duygularla terapistinin eşliğinde yüzleşiyor Reyhan:

“Öfke büyük ölçüde travmaya bağlıydı, ancak travmayı ve iyileşme yolundaki gidişatı öfke kontrol ediyordu. Öfke devamlı olarak bendeki travmadan ve onun yarattığı obsesyonlardan yararlanmaktaydı. Adeta bir kaynak suyu sürekli öfkenin deposunu dolduruyordu. Doktorumun kolları sıvayarak beni öfkenin içine doğru çektiğini, bu noktada uzun süre tutarak bunu iyice kavramamı sağlamaya çalıştığını görüyordum. Babama ve hayata güvenimi kaybettiğim ilk travmadan sonra, şimdi de otorite olarak kabul ettiğim, güvendiğim, kendimi ellerine teslim ettiğim kişiler tarafından hayal kırıklığına uğratılmış, önemsenmemiş, baskı altına alınmış, hatta kandırılmıştım; bu ise psikiyatride retravma olarak adlandırılan travmanın tekrarı anlamına geliyordu.

“Mağduriyet öfkeyi besliyordu. Duygusallığın sadece öfkeyle sınırlı kalması, fark edilemeyen ve hissedilemeyen yaşamın yerini, eksik mantık ve öfke almıştır.

“Duygu sorunu sanki milim milim ilerliyordu. Tedavinin ismi de ‘duygusal tedavi’ olmuştu. Hastalık yoktu, dolayısıyla ilaç da yoktu. Dalgalanmalar yer yer devam etti. Bu aşamada iyi ve kötü duyguların yer değiştirmesi zaman alıyordu. Kırk yıl önce gömdüğüm duygusallığın yerini bulmuştum. Ama tedavi zorluklarla ilerliyordu. Birkaç kez doktora telefon açıp “Bu duygusal gelişmeler beni zorluyor, geri tepmeleri tetikliyor, nereden buldunuz bu konuyu” diye tedavinin bu safhasında geri çekileceğimi ifade ettim. “Kötüyüm” dedim, “İyi değilim” dedim. Doktorum bu gerilemeleri normal kabul ediyor, “Birden denize açılıp boğulacağına, tedbirli davranıp geri çekildin.” Diyerek akılcı buluyordu.

“Aslında hızla iyileşiyordum ama antrenman yapılmadan futbol maçına çıkılmıyordu işte.”

Hastanın yeterli desteği ve güveni hissetmesi ile birlikte iyileşme konusunda kendine düşen sorumluluğu alması, değişimin temel taşlarından biridir:

“Hekim bana “Yaşadıkça, sosyalleştikçe, insan ilişkilerinde bunu zamanla halledeceksin, bu senin işin.” diyordu. Doğruydu, hem de çok doğruydu, aşık olacak olan bendim, sevecek bendim, annemi fark edecek bendim, kardeşlerimi, babamı fark edecek bendim, çiçekleri, ağaçları, renkleri, denizi, güneşi, ayı, ışıkları, kedileri, kuşları, her şeyi fark edecek olan bendim. Kimsenin tavsiyesiyle duygusallık olmazdı, olamazdı. Bunu idrak ettiğim dakika duygusallık işini üzerime alıp ben artık hayatın içine karışacağım deyip, toplumdaki yerimi bu kez kaçmadan aramaya başladım.


 


“Tedavide bir yıl geride kaldığında, ara sıra tekrarlayan geri tepmeler, iyileşmeden önce içimde bazı acı tortularının kaldığını gösteriyor, doktorum, mutlu bir hayatta bu acıların da yavaş yavaş artık hayata yeni bakış açısıyla birlikte ortadan kalkacağını haber veriyordu. Eskiden kuvvetli olan geri tepmeler hastalığı alevlendiriyor, beni olayın başına ve travmanın ortasına atıp çaresiz bırakıyordu. Son doktorumun ‘duygusal bastırılmışlık’ teorisi karşılığını buluyor ve duygusal farkındalık yakalandıkça, mutluluk, özgüven ve neşe geri geliyor, hayattaki birçok olay yeniden anlam kazanıyordu.”  

Değişimin yaşamda somut  karşılıklar bulması:

“Günlük hayata adaptasyondaki tek zorluk, eski bunalımlı yaşam modelinin terk edilmesiydi. Terk edilmesi için de temel şart, yeni pozitif duyguların, pozitif değerlerin kazanılmasıydı. Pozitif değerler arka arkaya geldikçe, negatif duygular yerlerini terk etmeye başlamıştı. Bu an psikoterapi açısından çok önemliydi. Bu an bunalımın bittiği dönemdi. Donukluğun yerini şimdilik olağan bir yaşam almıştı; sakinlik, huzur dolu bir duygusal zenginlik ve ileriki dönemlerde hareketli bir yaşam beni bekliyordu.

“Tedavi ilerledikçe, bir periyoda bağlı olmaksızın, mağduriyete bağlı öfke nöbetlerinin ara ara geri gelmesi, gelince kolay gitmemesi ve bazen kuvvetle etkili olması, hekimin yaptığı işi kısmen bozduğu gibi, iyileşmek isteyen benim de işimi güçleştiriyordu. Hekim her seferinde “Geri tepmeler geldikçe sabret.” diyordu. Her geri tepmenin mutlaka eskiye dayanan bir karşılığı vardı.

 “Artık kendime güvenim gelmiş, hayatım güven çizgisi etrafında değişmeye başlamıştı. Adaptasyon halinin başlaması, geri tepmeler olmadığı için, eski yanlış yaşayışlarımın hatırlanarak düzeltilmesidir. Sıkıntıyla geçen ve stabil olan eski yaşantı duygusal aktivitelerin artmasıyla kendini değiştirmek zorundadır, bu zorunludur.”

Her psikoterapi süreci, tıpkı büyüme gibi sağlıklı bir bağımsızlaşma ve ayrışma ile son bulmalıdır. Reyhan, psikoterapi sürecinin sonlarına yaklaştığında, terapistinden sağlıklı bir biçimde ayrışıyor ve özerkleşiyor:

“Bu kez, yaşamımdaki değişiklikleri kendi kararlarımla hazırlıyor, doktora sadece danışıyordum. Onun da onayladığını hissettiğimde, içimden gelerek yaptığım değişikliklerin bendeki iyileştirme belirtilerini görüyordum. Artık ikili ilişkiler güvensizlik yerine arka arkaya yapılan atılımlarla kendine güven noktasına doğru çekilmekteydi.

“Sadece kitap okuma alışkanlığından başka kendimi geliştirdiğim bir yönüm yoktu. Şimdi her şeyi yeniden dizayn etmek gerekiyordu. Doktorum ise bu değişimi yalnızca seyretmekle doğru bir iş yapıyordu. Artık tedavi hamlelerini ben yapıyordum.

“2014’ün son günleri geldiğinde, tedavi neredeyse bitmek üzereydi. Bir yıl iki aylık süre çok hızlı bir tedaviyle amacına ulaşmış ve iyileşmiştim. Artık mutluydum. Çok zaman nasıl iyileştiğime ve işin içinden nasıl çıktığıma inanın ben de hayret ediyordum.”   

Geçen haftaki ilk yazımı yazdıktan sonra Eyüp Turan Reyhan’la Radikal gazetesi aracılığıyla bağlantıya geçtim ve kendisiyle röportaj yapma isteğimi ilettim. Reyhan kabul etti. Ama bütün hafta şehir dışında olduğu için, ancak gelecek hafta pazar günü kendisiyle bu röportajı gerçekleştirebileceğiz. Psikoterapist meslektaşım Klin. Psk. Şencan Taşkale ile birlikte yapacağımız bu röportaj sonrası, konu hakkında daha ayrıntılı bir tartışma başlatabilmek mümkün olacaktır sanıyorum. Reyhan’ın oldukça açık biçimde anlattığı psikoterapi sürecini basamaklara ayırarak aktarmanın faydalı olacağını düşündüm. Ancak, yukarıda alıntıladığım bütün bölümler kitaptan bire bir alınmıştır ve alıntılar arasında yapılan yorumların hiçbiri doğrudan kişinin kendisine yönelik değildir. Çünkü böyle bir şey yapmak, yani psikiyatrik olarak muayene etmediğimiz bir kişi hakkında konuşmak tıp etiğine aykırıdır.

Kaynak: Radikal Gazetesi

Bu yazı toplam 25517 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum
Psikiyatr Dr. Alper Hasanoğlu Arşivi