Prof. Dr. Erol Göka

Prof. Dr. Erol Göka

Kimden çıkaracağız biz şimdi hıncımızı?

Kimden çıkaracağız biz şimdi hıncımızı?

Ünlü birinin, çoğumuzun tanıdığı bir çiftin başına hiçbirimizin asla kendimiz için istemediğiz bir durum geldi ya, artık kendi hayatlarımızın üstüne kapanabilir, bu skandalla bağlantı mesafemizin uzaklığına göre şiddeti ayarlanmış bir biçimde şükredebiliriz. Her gün benzeri tablolar yaşayıp da kazara olayda yer almayanlarımız, bu skandalda adımız geçmediği için, böyle olayların semtine bile uğrama ihtimali olmayan bir hayat sürenlerimiz, hayatlarımızı eleştirme zahmetinden kurtulup meşruluğunu görme saadetine eriştiğimiz için şükreder dururuz.  Şükretmekle kalmaz, bu skandala rağmen hayatın devam ettiğinden emin olduktan hemen sonra skandalla ilgili bilgileri, görüntüleri oburca yağmalamaya girişiriz. Neler olduğuyla ilgili hayretlerimize, aslında neler olması gerektiğiyle ilgili ahlaki çıkarımlarımız, bu olayın ardından kimlerin hayatının cehenneme döneceğiyle ilgili sezgilerimiz ilave olur. Ahlar, vahlar, serzenişler, yazıklanmalar ve mutlaka “su testisi su yolunda...” benzeri atasözlerinin eşliğinde yapılan derin (!) fikir kortejleri…  “Medya ürünü” denecek kadar medyatik, yani ünlü, yani hepimizin şöyle ya da böyle hakkında bir fikir sahibi olduğu, evli ve henüz küçük bir bebeği olan genç bir hanım, eğlenmek için tek başına “dışarı” çıktığında ve her nasılsa dışarıda bekar bir genç adamla “duygusal bir yakınlaşma” yaşayıp yine her nasılsa sabaha karşı onun evine gittiğinde ve orada ruhu bedeninden ayrıldığında, öldüğünde bunlar oldu.  

Tuhaf bir dünyada yaşıyoruz, sürekli skandal üreten bu dünyadaki hayatlarımızı yine skandallar kurtarıyor. Skandallar sayesinde dünyadaki yaşantılar, dahası kendi hayatlarımız üzerine düşünmekten beraat ediyoruz. Skandallar, her türlü hayatı temize çıkarıyor, bize bizi meşrulaştırıyor, bırakın hayatlarımız üzerine düşünmeyi, ölüm ve fanilik üzerine var olan bilgi haznemizi bile daraltıyoruz. Bilincimizi yaşanan dünyadan ve kendimizden uzak tutmayı bir kez daha başarabiliyoruz. Bir kez daha bilincimizi bilinç olmaktan çıkarma muzafferiyeti gösterebiliyoruz.

“Skandal” sözünde gizli, söylemeye çalıştıklarımın sırrı. Benim, senin, biz sıradan insanların hayatları, teknolojinin ve medyatikliğin insanın kendisinden daha belirleyici olduğu teknomedyatik dünyada, pek bir işleve sahip değil. Benim, senin, biz sıradan insanların skandal boyutunda bir olayın aktörü olabilmemiz için, olayın bize benzeyen diğer sıradan insanların hayallerini bile zorlayacak denli “müthiş” olması gerekli. Mesela kürklü hayvanlara karşı yapılan mezalimi protesto etmek için kadınlı erkekli yüzlerce çırılçıplak insan, içli dışlı vaziyette bir araya gelip bir fotoğraf pozu verseler bile dikkatimizi bir süreliğine ancak celp edebilirler. Üstelik o pozu verdikleriyle kalırlar, anneleri babaları dahi o fotoğraftaki çıplak çocuğunu tanıyamaz, tanısa da bir şey olmaz. Uzun lafı kısası, sıradan insanlar, skandal oluşturma çaplarındaki yapısal darlık nedeniyle sıradandırlar. Hepimizin tanıdığı ünlüler, medyatik şahsiyetler tam da burada kendilerini bizim için feda ederler. Bu tuhaf dünyanın devam edebilmesi için skandal lazımdır, skandal için de ünlüler… Bu yüzden medya, ha bre ünlü yaratmaya girişir. Kendini, kitleler zavallı hayatlarını meşrulaştırabilsinler diye feda etmek isteyen, kadınlı erkekli fedai ruhlar da öylesine çoktur ki, cenge gider gibi atarlar kendilerini kameraların önüne…
Ünlülerin her hareketlerinden skandal çıkabilir ama en çok da ölümlerinden. Biz modernler ölümle öylesine savaş halindeyizdir ki, bu savaşta yenik düşen ilahlarımız ve ilahelerimiz için debdebeli cenaze törenleri düzenler, ağıtlar yakarız. Yakınlarımızın, akrabalarımızın, komşularımızın ölümü için duyduğumuz kederden çok daha fazlasını hiç tanımadığımız, bize hiçbir hayrı olmayan ünlülerin, mesela Lady Diana’nın, mesela Michael Jackson’un ölümünde duyarız. Zenginler, ünlüler, güzeller, daha dün dans ederken izlediğimiz, çok sevdiğimiz (!) insanlar, nasıl olur da ölüyorlar, inanamayız! Oyun gibi gelir onların sayesinde ölüm bize. Ünlülerin, özellikle genç ünlülerin ölümleri, kendi ölümümüzle yüzleşmemizin önüne geçen bu özelliği yüzünden başlı başına skandaldır. Bir de genç ünlü ölümü, trajik yükü arttıran bir olay örgüsünün peşinden gelmişse… Ölümü oyunlaştırma keyfinin yanı sıra dedikodu için ne çok konu yığar ziyafet masasına. Dedikoduya daldıkça kurtuluruz gerçek ateşinin yakıcılığından…

Sıradan insanların her gün benzeri birçok olay yaşadığını ama skandallaşmadığı için bu olayların gündelik hayatın dağdağasında kaybolup gittiğini, olsa olsa üçüncü sayfa haberleri içinde yer alabildiğini görmezden geliriz. İnsanlık için dertlenen düşünürlerin, milyonlarca sıradan insanın bu türden dertlerini çözmeye çalışan ruhiyatçıların felakete doğru gittiğimizle ilgili haykırışlarına kulaklarımız sağırlaşır.
Bakın bizim yerimize insanlık halimize kafa yoranlar, neler görüyor, neler söylüyorlar? Yaşadığımız dünyada eski zamanlara göre İnsanın benliği bile değişmiş, bir “ifşaat benliği” halini almıştır. Yalnızca benliğimiz değil, toplumsal yaşantımız, aile anlayışımız da değişiyor; aile bağları çözülüyor, mahremiyet, aşk ve erotizm eskiden olmadık biçimde farklılaşıyor. Çocuklar artık neredeyse tamamen ailenin dışında büyütülüyor. Evde aile ortamında birlikte olunan zamanlar televizyonun karşısında geçiriliyor, birlikte oturup yemek bile yiyemiyoruz. Herkes kendi odasında, kendi bilgisayarının başında, ortak telefonumuz bile yok. Aile ilişkilerin yerine kendini beğenmişlik (narsisizm) pompalanıyor. Ev-içlerinde arada bir birbiriyle karşılaşan otel müşterileri gibiyiz.

İnsanlar, “ölüm ayırana dek tek-eşli evlilik” rüyasından uyanıyor; tek-eşliliğin yerine yeni bir birlikte olma biçimi arıyorlar ama henüz bulabilmiş değiller. Uzun süreli sevgililik imkanı giderek ortadan kalkıyor ama bir yandan da kalıcı sevgililik, daha derinden arzulanıyor.

Günümüzde insan ilişkilerini tanılayan en belirgin özellik, “kırılganlık” veya “akışkanlık”. Aralarında gerçek ilişki bulunmayan günümüz insanı, hiç durmaksızın yeniden yeniden, kablolu ve kablosuz, akışkan bir modernite içinde bağlar kurup bir süre sonra bağsız kalıyor. Özgürlük ihtiyacını ve aidiyet açlığını eş zamanlı olarak gidermeye çalışıyor; modern gündelik hayatın içinde başvurduğu yollar bu iki özlemin yenilgilerini gizlemeye yarıyor.  Görünüşte bireymiş gibi duruyor ama tam da değil, adeta kararnameyle birey olmuş gibi. İncecik bir buz tabakasında paten kayan, düşmemek, soğuk suda hem donup hem boğulup ölmemek için sürekli sürat yapmak zorunda kalan, güven ve taahhütten uzak bir yaşama sürmeye mahkum olan günümüz insanı… Herkesin her şeyden haberdar olduğu ama hiçbir şey hakkında fikri olmadığı bir dünya…

Tüketim toplumunun özellikleri insan ilişkilerinde de kendisini gösteriyor. “Kullan-at” anlayışı teşvik ediliyor. Ruhlarımız bir yanıyla, dileklerin kısa süreli uyanma ve sönme hızlarını dikkate alarak tasarlanmış alış-veriş merkezlerine; bir yanıyla da günümüz borsasındaki işleyişe benziyor. Bugün ilişkilere de tıpkı yatırım aracı gibi bakıyoruz. Ancak bir yandan da hala evlilik gibi eski geleneksel alışkanlıklarımızı sürdürüyoruz. Borsanın tek farkı, satın aldığımız hisselere sadakat yemini etmememiz… Her şeyin sayılarla ifade edildiği, sayıyla ölçüldüğü bir zamanda, bir ilişkiden diğerine atlanma dileğinde bulunmaya da şaşmamak gerekiyor. Modern akışkanlık, çelik cendereye benzeyen kalıcı bağlılıkları reddediyor, hafif giysiler öneriyor.

Sadakatsizlik, insanlık tarihinin her döneminde, her toplumda vardı, o yüzden toplumumuzun alamet-i farikası değil. Toplumumuzu daha ziyade “ahlaki kriz” daha iyi tanımlıyor. Ahlak, enikonu, “öteki”ne karşı davranışlarımızı ayarlayan kodlardır; başkalarını, diğer insanları ne kadar düşündüğümüz, onlara ne denli değer verdiğimiz, özen gösterdiğimizdir. Günümüz insan ilişkilerinde kendi tatminimiz ve isteklerimiz, “öteki”ne verdiğimiz değerden çok daha önde geliyor; davranışlarımızın, söylediklerimizin insanların ruh dünyalarında nasıl etkiler yaptıkları üzerinde yeterince kafa yormuyoruz. Böyle bir dünyada duvarlarımıza “edep yahu!” diye yazmak da kar etmiyor. En baştan, bebeklerin eğitiminden işe başlamak, dilediğimizi, gönlümüzden geçeni yapmaktan daha çok, başkalarına verdiğimiz zararlardan dolayı hissedeceğimiz utancın bizi daha çok insanlaştıracağını öğretmek gerekiyor.

Bu yazı toplam 4838 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Prof. Dr. Erol Göka Arşivi