Kubilay Akman

Kubilay Akman

Ayrışma, Çatışma ve Fanatizm

Ayrışma, Çatışma ve Fanatizm

Barış’a

Fanatik dogmatiktir. Kendi teorilerinin, kendi ideolojisinin, kendi çözümlerinin doğru olduğunda ısrar eder. Cehalet yanlısıdır (obscurantist). Kendi çözümlerini çürüten argümanları, olguları veya sonuçları görmezden gelir (ya da algılayamaz).
H. J. Perkinson, “Fanaticism: Flight from Fallibility,”
ETC: A Review of General Semantics, 59, 2002

Bireyler bir grup halinde bir araya geldiklerinde bireysel inhibisyonları düşer ve tüm zalim, primitif bir çağın kalıntıları olarak içlerinde yatan vahşi ve yıkıcı içgüdüler ifade edilmek üzere açığa çıkar.
Sigmund Freud (1856-1939),
Grup Psikolojisi ve Egonun Analizi, 1921

Korkuyorum
Anonim, M.Ö. ve M.S. Bütün Yüzyıllar

1.
Yine fanatizm ve husumet girdaplarının eşiğinde, toplum olarak bizi bir arada tutan o derin bağların sarsılmazlığına ya fazlaca güvenerek ya da hazince artık onları umursamadığımızı sergileyen çığlıklar atarak birbirimizden kopuyoruz, ayrışıyoruz, bölünüyoruz. Bu içinde bulunduğumuz, ötekileştirmenin, marjinalleştirmenin, ayrıştırmanın ve giderek antagonist bir hal alan gerginliklerin ortasında, paranoidce bizi bölecek, birbirimize düşürecek bir “dış güç” aramanın hiç gereği yok. Bizler bir toplum olarak birbirimizden kopmaya doğru edimleri kendi ellerimizle yeniden üretiyoruz ve bunlara agresif “birlik” haykırışlarının eşlik etmesi “fanatizm”imizi gizle(yeme)mekten öte geçemiyor.
Aslında çocukluğumuzun siyah-beyaz televizyonunun kahramanlık filmlerinden; kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa aktarılan, şovenizmle mustarip hikâyelere kadar sayısız ideolojik aygıtın eliyle beslenmiş olan ksenofobimiz, söylediklerinin yanında söylemez görünüp özde ifade ettikleriyle de semptomatiktir. Bazı “dış güçler”in hep bizler üzerinde birtakım planları olduğu söylemi, ksenofobinin bu tipik argümantasyonu, tabii ki o güçlerin birer “dış düşman” olduğu varsayımını gündeme getiriyor, “dış düşman” konsepti de kaçınılmaz olarak kıyısında bir “iç düşman” konseptinin varoluşunu temellendiriyordu. Yıllar önce, bir sosyoloji profesörüyle olan tartışmamı hatırlıyorum: kendisi anlatımında çok net ve kararlı bir şekilde, adeta bilimsel yasaları açıklar gibi “iç ve dış düşmanlar”ın varlığından ve güvenlik mevzularından bahsediyordu. Her zamanki Don Kişot’luğumla, düşman sözcüğünün savaşla beraber kullanıldığını ve uluslararası ilişkilerde savaşın zaten dışsal olduğunu; sizin içeride yaşadığınız sorunlar ne olursa olsun, “iç”teki herkesin vatandaşınız olduğunu göz önünde bulundurarak, onları “düşman” diye niteleyemeyeceğinizi, en azından bunun demokratik yurttaşlık literatürüyle çelişeceğini söylemiştim. Profesörün cevabı, “Haklısın”, olmuştu. Fakat o günden bugüne hiçbir şey değişmedi, haklı olmak sözümüzün etkili olmasını ya da genel kabul görmesini sağlayamadı. Ksenofobi, ortaya çıktığı karanlık toplumsal atmosferde kaçınılmaz kardeşleri olan husumet, şovenizm ve ayrımcılıkla beraber ortak toplumsal çatımızın temellerini gün be gün sarstı. Bu durumda, hiç de dış faktörler aramadan aynayı kendimize tutmamız ve “bölen”in de, “çarpan”ın da kendimiz olduğunu görebilmemiz gerekiyor.

2.
Türkiye’nin iktidar bloğunu oluşturan öğeler, onların hâkim ideolojik söylemi (Türk Milliyetçiliği) ve toplumsal pratikleri kadar; bazen, iktidarın karşısında yer alan “muhalefet” odakları da otoriter yönelimlidir. Türklerin Türklerden başka dostu olmadığı yönündeki kesenofobik ve birçok tezahüründe faşizan olan söylem, çelişkili savrulmalarla, kimi zaman “Türk olmayan” ve “dost olmayan”ı dışarıda aramakta, bazen onların iç uzantılarından dem vurmakta ve çok aşikâr olmasa da “içeri”de de “Türk olmayan”ların dostluk potansiyelinin pek de yüksek olmayacağı sonucuna varmaktadır. Bugün, maalesef bazı insanlarımız Güney Afrika’da ya da Amerika’da siyahlara geçmişte –hatta belli yönleriyle bugün– yaşatılan uygulamalara maruz kalmaktadır, hem de toplumun elleriyle, devletin aygıtlarına ihtiyaç duymadan.
Sosyologların rakamlarla, kantitatif araştırmalara dayanarak ve istatistiksel olarak konuşmasının beklendiği dönemler oldu. Ben hiçbir zaman öyle bir sosyolog olmadım. Kişisel olanın, katılarak deneyimlenenin ve kalitatif olarak gözlemlenen tecrübenin en az rakamlar kadar etkili olduğunu gördüm. Bu bağlamda, bazen kalitatif bir araştırma tekniğinin de ötesinde, en yalın anlamda “sohbet” formunda yaşanan bir diyaloğun da pekâlâ yaşadığımız toplumsallığın travmatik boyutlarına işaret edeceğini düşünüyorum. Vermek istediğim örnek –ki her gün binlercesi yaşanan durumlardan sadece biridir ve Türkiye’nin nereye doğru gittiğine ışık tutan güzel bir örnek olabilir– , bu yazıyı kaleme aldığım günlerde (Kasım, 2007) eski bir dostumla çok-kültürlülük ütopyaları giderek grileşen İstanbul’da, Beyoğlu’nun tarihi sokaklarından birindeki bir kafede gerçekleştirdiğimiz sohbet. Dostum, “Korkuyorum,” diyordu. Yükselen milliyetçi-fanatik söylem ve onun giderek faşizme doğru evrilen siyasi rengi dostumu derinden korkutuyordu. Düşmanca, delici bakışlardan herkesten daha çok etkileniyordu, çünkü ortak bellekte yer tutan ölçütlere göre, esmer tenine, çehresine, yüz hatlarına bakıldığında sevgili dostumun “doğulu” olduğu aşikârdı. Esmer doğuluyu Kürt’e, Kürt’ü de teröriste indirgeyen fanatik mantalitede o çoktan mahkûmdu. Doğulu fiziki özellikler arz etmeyen genç erkekler ve kadınlar, spor giyimlerine haki renkte, zaman zaman moda olan montları, şapkaları ve başka aksesuarları sorunsuzca dahil ederken; onun bu renkteki modelleri tercihi önyargılı kafalardaki kuşkuyu, önyargıdan yargıya doğru değiştiriyordu. “Kubilay, hayat çok zor. Arkadaşlarım ayda yılda bir kimlik kontrolüne uğrarken, bana sokakta gezerken polislerin günde 2-3 kere kimlik sorduğu oluyor.” Dostum duruma gülüp geçiyordu, acı olan ise kendisinin Kürt olmamasıydı. Burada Zazaların etnik aidiyetleri üzerine bir tartışmaya girmeyeceğim ama dostum kendisini bir Zaza olarak görüyor ve Zazalık da dahil hiçbir etnik ya da ulusal aidiyete dayanan siyasete sıcak bakmayan evrensel bazı idealleri taşıyordu. Fakat sizin ne olduğunuzun, ne düşündüğünüzün fanatizm açısından hiçbir önemi yoktur. William T. Daly’nin de ifade ettiği gibi “Fanatiğin ayırt edici karakteristiği, sosyal gerçekliği, fazlaca basitleştirilmiş ve katıca ele alınmış bir görüşle algılayışıdır. Nedensellik hakkındaki kompleks ve bütünlenmemiş (unintegrated) inançları (...), tüm problemlerin nedenini bir kötü güçte ve tüm bu problemler için çözümü bir iyi güçte görmek adına, bir kenara atar.”1 Bugün Türkiye örneğinde, fanatikleşen ve devlet eliyle daha da fanatikleştirilen genel toplumsal tepkinin odağında bulunan “kötü güç”, yaygın öfkenin nesnesi PKK’dır. Durum böyle olduğunda, karmaşık gerçeği basitleştiren ve dikotomik bir hale indirgeyen tahayyül PKK’yı çağrıştıran her şeyi lanetleyecek, lanetlemekle de kalmayıp yok etmek isteyecektir. PKK’yı çağrıştıranların başında da kim ne derse desin Kürtler gelmektedir. “Hepimiz kardeşiz”den, “Kürtler de Türk’tür”e kadar uzanan demagojiler ne derse desin, Türkiye kamuoyunun genelinde Kürtlere karşı bir kampanya psikolojik, sosyolojik, ideolojik ve semiyotik boyutlarıyla sürmektedir. Kürtlerle ilişkili her şeyi PKK’yla ilişkili görmek, bu genel halet-i ruhiyenin tartışmasız bir semptomudur. Bir parti “Kürt sorunu”ndan mı bahsediyor, PKK’nın uzantısıdır! Birileri Kürtçe eğitim-öğretim mi diyor, PKK’lıdır! Bir belediye Kürtçe hizmet mi veriyor, PKK’lıdır! Hatta birileri Kürtçe mi konuşuyor, PKK’lıdır!
Fanatik, inandıklarını diğerleriyle tartışmaya, onların yanlışlanabilirliğini kabul etmeye açık değildir. H. J. Perkinson’ın ifadesiyle, “fanatik otoriterdir. Gücü elinde bulundurduğunda kendi cevaplarını diğerleri üzerine dayatmayı dener. Dogmatizm, bilgisizlik (obscurantism) ve otoriterlik yanılabilirliğe dair insani halin uzağındadır. Ve insanlar fanatik olduklarında... diğer insanlar için hayatı sıklıkla cehenneme çevirirler.”2 Bu cehennemin eşiğinde miyiz, yoksa çoktan o eşiği geçtik de, her birimiz artık mutant iken bunun farkında değil miyiz, bilmiyorum.
Eğer hepimiz kardeşsek, kardeşini sevmek gerekmez mi? En nahif, en yalın, en doğrudan anlamıyla, toplumumuz kardeş sevgisine inanmamakta mıdır? Kürtlerle Türkler kardeşse neden önyargı, neden diskriminasyon ve şovenizm var? Türkiye giderek bir riyakârlık distopyası üretme talihsizliğine doğru savruluyor. Eğer hâlâ iç savaş çıkmadıysa, eğer hâlâ aynı kentteki, aynı mahallede, aynı sokakta hatta aynı apartmandaki insanlar birbirinin boğazına sarılmadıysa, bu bizim sahip olduğumuz evrensel duyguların, ortak insanlık değerlerinin belki de son kırıntılarını tüketiyor oluşumuzdan dolayıdır. O da tükendiğinde, “taraf”lar maalesef birbirini artık insan olarak değil, düşman olarak görecektir ve bugün gerçek bölücülerin, insanı ayrıştıran fanatik milliyetçilerin pratikleri amacına ulaşmış olacaktır. Voltaire’in de ifade ettiği gibi, fanatizm kanlı bir tutkuyu esinler ve insanları suça itmektedir. Voltaire’in üzerinde kaygılandığı dinsel fanatizmdi; ne var ki aynı kaygıları bugün milliyetçi, etnik, siyasi ve ideolojik fanatizmlerden de duyabiliriz. İşte böylesi, kana ve insanlık suçlarına temel olabilecek olan bir genel psikolojik durum ciddi bir tehdit olarak karşımızda durmaktadır ve toplumsal özneleri çıkış yolları bulma zorunluluğuyla yüz yüze bırakmaktadır.

3.
Fanatizm semiyotik bir kirlenmeyi de gündeme getirmektedir. Geçmişte daha ortak kabulleri temsil eden göstergeler bugün üzerlerindeki semiyotik “aşırı yüklenme” nedeniyle artık aynı anlamları yansıtmamaktadırlar. Tefekkür (reflection) üzerinde refleksin zaferiyle beliren fanatizm, ilkel reflekslerden ayrışır; ama yine de duyumsal uyarıcılardan çok sembollere bağlı olan bir reflekstir. “Bir refleks türü olarak, insan davranışının derinliklerinden kaynaklanır; öte yandan, hâlâ sadece cılızca kurulmuştur.”3 O, cılız kurgularını sembollerle yapar ve bir zamanların daha yalın göstergelerini, demagojinin taşıyıcısı olan; birçok yere gönderirken anlam kirlenmesine maruz kalan sembollere indirger. Bu göstergelerin/sembollerin başında “bayrak” geliyor. Eskiden bayrak, semiyotik olarak, sizi “Türk ulusu”na, “Kurtuluş Savaşı”na, “bağımsızlık”a ve başka bağlantılı kavramlara gönderiyor; bir taraftan da emperyalizm, sömürgecilik, devlet, milliyetçilik gibi çağrışımlar sunuyordu. Her ne kadar milliyetçilik çağrışımları olsa da, 68’in sosyalist gençleri de bir bağımsızlık sembolü olarak bayrağı gönül rahatlığıyla taşıyorlardı. Bugün bayrak Türk milliyetçiliğini, devletçiliği, laisizmi ve anti-terörizm konseptini semiyotik olarak gösteriyor; çağrışımlarına gelince, PKK’dan Kuzey Irak’a, İslam’dan laikliğe, bozkurt işaretinden internette dolaşan ölü PKK’lı fotoğraflarına kadar bir yığın mevzu akla geliyor. “Semiyotik kirlenme” ile kastettiğim budur. Bu kavramsal öneri, üzerinde tartışmayı gerektirmektedir ve semiyoloji alanında çalışan uzmanların tartışma sürecine katkısıyla olumlu bir boyutta tartışmanın gelişeceğine inanıyorum. Sanırım, burada “sembolizasyon”, “gösterme” ve psikolojik eksenli “çağrıştırma” arasındaki anlamsal ayrım, sadece sözünü ettiğim uzmanlar için değil, tüm okuyucular için de açıktır.
Laisizm ve anti-terör yürüyüşleri, sadece mevcut göstergelerin semiyotik kirlenmesini değil, yeni bir sembolün semiyolojik doğuşunu da gündeme getirdi. Bu sembol, arka fonunda Türk Bayrağı bulunan, kalpaklı ve üniformalı Atatürk fotoğrafından oluşan yeni bir bayrak modelidir. Bu bayrak, yasal olarak Türk Bayrağı değildir. Çünkü bayrağın rengi, şekli ve ölçüleri yasalarla belirlenmiştir ve bu tanıma göre önde kalpaklı bir Atatürk imgesi yoktur. Binlerce insanın ellerinde taşıdığı bu yeni bayrağın, yine aynı uzmanlar tarafından semiyolojik boyutlarıyla araştırılmasını öneriyorum. Benim yapabileceğim öneri, Atatürk’ün askeri giyiminin tercih edilmiş olmasının, bu yeni toplumsal hareketin militarist boyutlarına işaret ettiğinin göz önünde bulundurulmasıdır. En azından göstergesel boyutta, sokakları işgal eden bu yeni toplumsal hareket, militarizme, savaşa ve Genelkurmay’a göbekten bağlıdır. Altını çiziyorum, göstergesel bir bağlılık. Yoksa, aynı hareket “sivil toplum” içinde var olurken, çeşitli partiler, dernekler ve vakıflar aracılığıyla sivil bir özellik arz etmekte ve Genelkurmay’a “organik bağlılık” tezleri fazlasıyla komplo teorisi kokmaktadır. Kimse kesin yüzde veremez, ama Türkiye’deki Silahlı Kuvvetler’le “yeni milliyetçi”, agresif-sekülerist ve bu bağlamlarda fanatik hareketin beklentileri, söylemleri ve talepleri yüzde yüz örtüşmemektedir. Bu aynı kitlenin, öfkesinin bir gün devlete karşı da dönebileceğini, bugün belirli bir programa sahip olmayan amorf bir güçken yarın “yeni-milliyetçilik”ten “yeni-faşizm”e doğru dönüşecebileceğini ve toplumumuzu kanlı bir iç savaşın eşiğine sürükleyebileceğini söylemek ne gereksiz bir karamsarlık ne de dayanaksız bir kehanet olarak görülmelidir. Bir entelektüel olarak, şu içinde bulunduğumuz toplumsal ortamda herhangi bir sıfata sahip olmam gerekiyorsa bunun ne Türk, ne modern, ne laik, ne de başka bir şey değil; her şeyden çok “sağduyulu” olmasını isterim. Burada ifade edilenler, sağduyunun gerektirdiği ve ulaşması gereken kulaklara ulaşacağının fazlasıyla kuşkulu olduğu uyarılar olarak kabul edilebilir.

4.
Korkuyorum! Herhalde içinde bulunduğumuz fanatik ortamda insanlar ölümü sıradanlaştırırken; sağ kurtulan askerler “Neden ölmediniz! Niye sağ döndünüz, cenazenizi bekliyorduk!” diye hainlikle suçlanırken; komşu ülkelere yönelik askeri operasyonlar kışkırtılırken; faşizm yükselirken korkmaktan utanmamak gerekir. Daha fazla kahramanlara ihtiyacımız yok! Kahramanlar hep ölümü istiyor, kendilerinin ve ötekilerin ölümünü, Kahramanlar hep ölüyor. Kahramanlık söylemi de faşizm de hep ölümü yüceltiyor. Mussolini’nin sloganı “Yaşasın Ölüm!”dü. Ölümü böylesine arzulamanın, onu yaşamaya ve öteki insanlara yaşatmanın gereği yok. “Her canlı ölümü tadacaktır.”4 Bugün ölenler, öldürenler, destekleyenler, seyredenler, korkanlar, kaygılananlar, heyecanlananlar, coşanlar, kısacası herkes bir gün ölecek. Ama bazılarımız, en fanatik olduklarımız kendilerini Tanrı sanır gibiler. Perkinson’ın da söylediği gibi, “insan, eleştirel olmayı bıraktığında, yarattığı, kendi yaratımı olan, zıtlıklar ve karşıt sonuçlar da içeren bilgiyi ve sosyal düzenlemeleri görmezden geldiğinde ya da reddettiğinde, gelişimi artık durur. Yanılabilirlik durumunu görmezden gelebilir ve bilgisinin doğru olduğunu, eylemlerinin iyi olduğunu deklare edebilir. Tanrı olduğunu iddia edebilir. Bu noktada o bir fanatik haline gelir.”5 Bugün Tanrı’ymış gibi davranan fanatikler dilediklerini lanetleyebileceklerini, dilediklerini cezalandırabileceklerini ve diledikleri gibi davranabileceklerini sanıyorlar. Evet, yapabilirler. Korkulanın ötesinde manzaraların müsebbibi de olabilirler. Fakat yarattıkları distopyanın kendileri için dahi bugünkünden daha cazip olacağını kimse iddia edemez. Fanatizmin kendi yarattığı bataklıkta boğulmaya namzet olduğunu söyleyebiliriz. Tabii daha önce biz, Mevlana’yı da alet ederek demagojikleştirdiğimiz sözde hoşgörüden; “Gel, ne olursan ol gel!” derken, gelmesi gerekenleri daha ayağa kalkmadan susturma gafletinden kurtulursak; ikiyüzlülükten arınmış sahici bir hoşgörü ve çoğulculuk ortamını hâkim kılabilirsek…

Notlar

1 William T. Daly, “Reflections On Fanaticism”, ETC: A Review of General Semantics 59, 2002.
2 H. J. Perkinson, “Fanaticism: Flight from Fallibility”, ETC: A Review of General Semantics, 59, 2002.
3 Christine L. Nystrom, “Immediate Man: The Symbolic Environment of Fanaticism”, ETC:
A Review of General Semantics 59, 2002.
4 Kuran, Al-i İmran: 185. Ayetin devamı: “Ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete sokulursa gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.”
5 H. J. Perkinson, A.g.y

Bu yazı toplam 13850 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Kubilay Akman Arşivi