Politik paranoya üzerine bazı gözlemler
Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay
Her grubun kendine layık gördüğü "özel muamele görme beklentisi" karşılanmadığında paranoya büyük bir öfke patlaması şeklinde tezahür eder; yıpranmışlığı, yetersizliği, incinmişliği en üst düzeyde dışavurur. Paranoyayı politik yapan ise iktidar ilişkilerinin dost-düşman ayrımı zemininde inşa edilmesidir.
Türkiye'de son zamanlarda kurumların birbirine olan güveni etrafında yapılan tartışmalar, yürütülen fikirler gerçekten bir "güven" meselesi midir? Bu konuda tavır, üslup ve yaklaşımlara bakıldığında, meselenin aslında "güven" kavramının başka bir yüzü olduğu görülmektedir: Politik paranoya.
Düşünür Slavoj Zizek'in şiddetin türleri konusunda yaptığı bir ayırım vardır: objektif ve sübjektif şiddet. Zizek'in sübjektif şiddetten anladığı; suç ve terör, sivil başkaldırı formunda TV haberlerinde, sokakta karşımıza çıkan şiddettir. Bunun objektif olanı ise görünmez veya kullandığımız dil/hitap gibi sembolik formlarda ve sistemik olarak tezahür eder. Son zamanlarda, "güven" bağlamında yapılan tartışmaların kalbinde Zizek'in tanımladığı bu objektif şiddet türünün yattığı; bunun da son tahlilde kültürümüzün malul olduğu politik paranoya ile bağıntılı olduğu söylenebilir. Politik hayatımızda demokrasiyi performatif hale getirememe yetersizliği, gözlemsel olarak, politik paranoyanın en önemli sonucudur. Çünkü, paranoyak durum içinde olmak, her şeyden önce, yetersizlik duygularıyla maluliyete tekabül ettiği gibi; kabahati diğer şahıslara/gruplara atarak bir değer duygusu elde etmeye de muadildir. Böyle olunca da insanlar arasında ne sahici bir diyaloğun gelişmesi ne de birbirine müsamaha edici anlayışın zuhuru mümkündür.
Öte yandan, her grubun kendine layık gördüğü "özel muamele görme beklentisi" karşılanmadığında paranoya büyük bir öfke patlaması şeklinde tezahür eder; yıpranmışlığı, yetersizliği, incinmişliği en üst düzeyde dışavurur. Paranoyayı politik yapan ise iktidar ilişkilerinin dost-düşman ayrımı zemininde inşa edilmesidir. Burada dost-düşman ayrımından anlaşılan katiyen şahsileştirilmiş bir ilişki veya durum olmadığı gibi, o ayrımla politikanın özü de kastedilmemektedir. Politika ve hukuk teorisyeni Carl Schmitt'in çok önceleri belirtmiş olduğu gibi; dost-düşman ayrımı normatif değil, ontolojiktir. Schmitt, ülkesi Almanya için en büyük meselenin politik birliği sağlamak; dahası bir toplumdan bahsedebilmemizin ön koşulunun bu birliğin mevcudiyetine bağlı olduğunu düşünen biriydi. Bu sebeple, politik birliği mevcut yere, duruma göre tehdit eden unsur her ne ise düşman da oydu.
Fakat, herhangi bir unsuru (kişiyi, kurumu, nesneyi, vs.) düşman olarak algılamanın psikolojik mekanizmaları vardır ki Schmitt bunları ihmal etmiştir.
Korku-kızgınlık Sarmalı
Genelde psikoloji/psikiyatri, özelde politik psikoloji uzmanlarının tespitlerine dayanarak söyleyecek olursak; düşmanlık duygusunu besleyen en önemli faktörlerin başında, özerk bir varoluşsal mevcudiyet gösterememe gelir. Böyle bir durum içinde bulunmak, varoluşumuzu gerçekleştirmenin önünde hep bir dışsal engel aramaya sevk eder bizi. Zamanla bu engeller kronik bir algılamaya maruz kalarak, düşmana tahvil olur. Tabiatıyla, engelleri veya düşmanlık duygusunu bilinç-dışına itme gibi psikolojik bastırma mekanizmalarından da bu noktada bahsetmek gerekir. Farkında olmadan bizi öfkeli/hırçın yapan böyle mekanizmalar, son tahlilde ilişkilerimize "korku" gibi başka bir boyutu katarak, bir kısır döngü içine girmemize sebep olur: Muhatabımızdan korktuğumuz için kızarız, kızdığımız için de onu bir düşman mertebesinde algılarız ve böyle algıladığımız için korkarız, korktuğumuz için tekrar kızarız...
Neticede, korku-kızgınlık sarmalı içinde varoluşumuz bir düşmana ihtiyaç duymakla özdeşleşir ve bu noktada da paranoya belirebilir. Dost-düşman ayrımı zeminine oturtulmuş bir hal ve hareket tarzı, son tahlilde, genel olarak toplumsal, özel olarak da politik ilişkileri bir savaş gibi görmeyi, dolayısıyla savaşçı bir kişiliği icap ettirir. Mesela, önemli bir politik psikoloji kitabı (R.S.Robins ve J.M.Post, Politik Paranoya, 2001, Doğan Kitapçılık) Richard Nixon örnek olayında böyle bir savaşçı, dolayısıyla paranoit kişiliği şu özellikleriyle tanımlamaktadır: 1. Kavgacı (Nazi ve Bolşevikler gibi) bir bürokrasinin lideri olmaya çalışma, 2. Kendini dramatize edebilme yeteneğini gösterme, 3. Düşmanların ve komploların varlığına dair uydurduğu hayallerinin ve şiddete [bunu, Zizek'in yukarıda tanımlanan objektif şiddeti diye okuyunuz en azından-AYS] dayalı davranışlarını politik zorunluluklara denk düşürme, 4. Grubun enerjisini şeytani bir düşmanı yenmeye odaklayarak grup uyumunu sağlama.
Eğer yukarıda belirttiğimiz gibi, düşmanı şahsiyat yapmaktan ayrı bir şey olarak kavramlaştırıyorsak, bu özelliklerden müteşekkil çerçeve içine oturtabileceğimiz unsurlar, politik yelpazenin sadece bir noktasına özgü durumu aşar. Çünkü, dost-düşman ayrımı mevcut olduğu sürece, o mevcudiyeti meşrulaştıran politik birlik telakkisinin çeşitliliğinin her biri diğerini söz konusu ayrım içinde değerlendirecektir. Bu durumun Türkiye'ye özgü tarafı kendisini demokrasi kavramlaştırmasında net bir şekilde göstermektedir. Mesela, demokrasi kavramlaştırmamızın maluliyetinin başında; demokrasinin halkın egemenliğine dayanan bir rejim şeklinde yapılan tanımının, hemen her kesimin kendisini "halk" ile özdeş görmesinden, dolayısıyla son tahlilde o özdeşlik üzerine kurulmuş ve dost-düşman ayrımının yön verdiği bir hegemonyayı anlaması gelmektedir.
Nihai amaç hegemonya kurmak
Hegemonya, halkın bir parçasının liderliği olarak tanımlanırsa; şu iki koşulun varlığı elzemdir. Birincisi, söz konusu parçanın, kısmî, dar çıkarların ötesine geçme, dolayısıyla diğer parçalarla uzlaşma kabiliyeti gösterecek evrensel bir anlamlandırma yapabilmesi. İkincisi, bu kabiliyeti organize etmede, yani liderliği kabul ettirmede ve evrensel anlamlandırmayı başarmada bir entelektüel öncülüğün gösterilebilmesi. Bu koşullar varsa, bir tarafın hegemonya kurma imkânı da var demektir. Fakat, Türkiye'de sorun şu noktada doğmaktadır: Kısmî, dar çıkarların ötesine geçememek; dahası, entelektüel öncülüğün bu dar çıkarları ve politik görüşleri empoze etmeye endeksli işlemesidir. Bu açıdan biz bize benzeriz.
Bu doğrultuda politika, hegemonya-karşı hegemonya mücadelesinin vücut verdiği, münhasıran stratejik çekişme meselesi haline gelmektedir. Bu, esasında, kurulu bir iktidara (egemene) karşı olanların, kurulu iktidarın politik unsuru olarak devleti "ele geçirmek" yoluyla kendi hegemonyasını kurmak isteğini meşrulaştırmak ile böyle bir istemi gayri meşru hale getirmenin çarelerini arayan kurulu iktidar (egemen) arasında vuku bulan bir çekişmedir.
Bunun en bariz göstergesi, hukuk üzerinden yapılan tartışmalardır. "Yargı bağımsızlığı"na, çekişen tarafların tümünün de vurgu yapması, aslında, mevcut veya kurulması muhtemel bir hegemonyanın "yargı iktidarı" şeklindeki araçsallaştırma arzusunun bilinçaltı bir tezahürüdür. Yakın politik tarihimiz, karşı-hegemonya kurmayı amaçlayan tarafın, yerini almak istediği tarafın tesis etmiş olduğu belirli bir politik kültür geleneği içinde şekillenmiş olduğu için, yargı gücünü kendi egemenliğinin aracı olarak kullanmayacağının hiçbir garantisinin olmadığını göstermiştir.
Hal böyle olunca, yukarıda kısaca tanımladığımız temel sorunu aşamamış Türkiye'de, otokrasiye geçme, yani iktidarın (egemenin) kendinden başka sorumlu aramak ihtiyacında olmama olasılığı her zaman ve her kesim için mevcuttur. Bu da aslında politik paranoyayı besleyen önemli bir potansiyel enerjidir. Belki Türkiye'de demokratikleşme meselesinin en önemli yanı da söz konusu potansiyel enerjinin kinetik hale gelmesini önleyici tedbirler geliştirmeyi düşünmektir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.