Maurice Blanchot

Maurice Blanchot

Konuşmak, Görmek Değildir

Konuşmak, Görmek Değildir

“Ne aradığınızı bilmek isterdim.
– Ben de isterdim.
– Bu bilisizlik umursamazlık olmuyor mu?
– Ben onun kibir dolu olmasından korkarım. Biz aradığımız şeye her zaman bilgiden yakın, daha önemli bir bağla adanmış olduğumuza inanmaya hazırızdır. Bilgi bilen kişiyi siler. Çıkar gözetmeyen tutku, alçakgönüllülük, görülmezlik: işte sadece bilmeyerek yitirme tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz şeyler.
– Ama biz aynı zamanda gurur dolu bir güven olan kesinliği de yitiririz. Bilgin’in kişiliğini ortaya koymayan, silikleşmiş diyebileceğimiz yüzü ardında saltık bilginin korkunç alevi var.
– Belki de. Ancak bu alev göz olan her yerde parıldamaktan geri kalmıyor. Heykellerin bakışsız gözlerinde bile görüyorum onu. Kesinsizlik, insanların denemelerini alçakgönüllü kılmaya yetmez. Burada söz konusu olan bilisizliğin özel türde bir bilisizlik olduğunu kabul ediyorum. Aradıkları şeyden hemen hemen zorunlu olarak başka bir şey bulacaklarını bilseler de, bulma amacıyla arayanlar var. Araştırmaları tümüyle ereksiz olan başkaları da var.
– Bulmak sözcüğünün, öncelikle, pratik ya da bilimsel sonuç anlamında hiçbir bakımdan bulmayı imlemediğini anımsıyorum. Bulmak, dönmek, dolanmak, çevresinde dolaşmaktır. Bir müzik ezgisi bulmak, ezgisel devinimin çevresinde dönmek, onu döndürmektir. Burada hiçbir amaç fikri, hele hele hiçbir durak yoktur. Bulmak, aramak sözcüğüyle hemen hemen aynı sözcüktür ve bu da: “…’nın çevresinde dolaşmak” anlamına gelir.
– Bulmak, aramak, dönmek, çevresinde dolaşmak: evet, bunlar birer devinimi gösteren sözcükler, ama hep döngüsel devinimler. Sanki dönerken, araştırma zorunlu olarak bükülme anlamını taşıyormuş gibi. Bulmak, bize kımıltısız devindiricinin ilk örnekçelerini veren bu büyük göksel “kubbe” üzerinde yazılıdır. Bulmak, özü bulunmazlık olan merkezle ilişki kurarak aramaktır.
– Merkez, bulma ve dönme olanağını verir, ama merkez bulunmaz. Araştırma belki de, göndergesine karşılık vererek eylemekle yetineceği yerde hep merkeze varmak isteyen şu zorlu araştırmadır?
– Yine de aceleye getirilmiş bir sonuç. Şurası bir gerçek ki, araştırmanın dönen devinimi, avı kımıltısız ve tehlikeliyken avını sararak onu ele geçirdiğini sanan, oysa ki yalnızca çekimine kapıldığı merkezin büyüsü altında kalmış olan bir köpeğin devinimine benzer.
– Merkez olarak merkez tehlikenin her zaman uzağındadır.
– Demek ki araştırma yanılgıyla aynı türden bir şey oluyor. Yanılgıya düşmek, dönmek ve geri dönmek, kendini sapmanın büyüsüne bırakmaktır. Merkezin korunmasından çıkmış, yolunu şaşırmış kişi merkeze kapıldığı ve artık merkezce korunmadığı için, kendi çevresinde döner durur.
– Daha doğrusu, …’nın çevresinde döner durur, yani tümleçsiz bir fiildir. Belli bir şeyin çevresinde dönmez, hatta hiçbir şeyin çevresinde de dönmez. Merkez artık yol uzamını gizli gizli ortaya koyan bu açılış noktası, kımıltısız üvendire de değildir. Yolunu şaşırmış kişi önde gider ve aynı noktadadır. İlerleye ilerleye tükenir, çünkü ne yürüyordur, ne yerinde duruyordur.
– Dönüşte her ne kadar orada olacaksa da, aynı noktada değildir. Bunu göz önünde tutmak gerekir. Dönüş yolu çıkışı siler, yanılgı yolu yoktur, yanılgı manzarayı kökünden söküp atan, çölü yıkıp geçen, yeri yok eden o çorak güçtür.
Sınır bölgelerinde ve yürüyüşün sınırında bir yürüyüş.
– Özellikle hiçbir yol açmayan ve hiçbir açılışa yanıt vermeyen bir yürüyüş: yanılgı öyle tuhaf bir uzamı gösterir ki, orada nesnelerin gizlenme-gözükme devinimi yöneltici gücünü yitirmiştir. Yanılgının beni sürüklediği yerde, karşılanmanın iyilikseverliği de, dıştalanmanın insana gene de güven veren katılığı da artık yoktur.
– Yaşlı Empedokles’i düşünüyorum: esîr’in denize doğru kovduğu, denizin karaya püskürttüğü, karanın güneşe doğru yeniden püskürttüğü ve güneşin esîr’e attığı Empedokles’i, kızgınlığın çılgınlığına güvendiği için tanrı katından sürülen ve yanılgıya itilen Empedokles’i.
– Ama insanın böyle bir sınamayla boy ölçüşebilmesi için bir daimon, sonu insana varacak küçük bir daimon olması gerekir. Bununla birlikte, burada, sürgün dıştalanmak demektir, dıştalanma kapalı bir dünyanın içinde olur, sürekli olarak dört bir yana çekilen sürgündeki varlık gene de o kapalı dünyanın dışında yaşar gibidir. Kitab-ı Mukaddes’teki sürgün özünde, bu çıkış ile dışı kabullenmenin birleşmesinden kaynaklanır. Bana öyle geliyor ki, yanılgı ne kapar, ne açar: hiçbir şey kapalı değildir, ama gene de hiçbir ufuk yoktur. Sınırlı değildir, ama üstü açık da değildir. Tolstoy ile Kafka’nın önceden sezdikleri gibi, kar uzamı yanılgı uzamını çağrıştırır.
– Yanılgıyla, nesnelerin ne gözüktüğünü ne de gizlendiğini, çünkü açılmanın ve örtünmenin söz konusu olabileceği “bölge”ye henüz geçmediklerini söylüyorsunuz.
– Bunu mu söyledim? Daha çok şöyle demek istedim: yanılgı, sıkı sıkıya sürdürülen bir doğrulama olmak şöyle dursun, bu doğrulamayı kesin bir yanı olmayan şeye yönelterek varlığını sürdüren, direnmesiz bu inatçılıktır. Temel yanılgının kendisi üzerinde hiçbir etkisi olmayan doğruyla ilişkisi yoktur. Doğruluk yanılgıyla karşılaşsa onu yok ederdi. Ne var ki, her türlü karşılaşma olanağını önceden ortadan kaldıran bir yanılgı vardır. Belki de şudur yanılgıya düşmek: karşılaşmanın dışına çıkmak.
– Yanılgınızı iyi anlamadığımı itiraf etmem gerek. İki türlü yanılgı oluyor böylelikle: biri, doğrunun gölgesi, öteki …ama bu ötekinden nasıl söz edebileceğinizi bilemiyorum.
– Belki de en kolayı bu. Söz ile yanılgı birbiriyle iç içedir.
– Ben burada yalnızca bir alay görüyorum: sanki konuşulmazsa, yanılgı da olmazmış demek istermişsiniz gibi. Bilindiği gibi, söz, şeytanın el uzattığı çare, hatta sözcüğün etimolojik anlamıyla şeytanın kökenidir.
– Tüm şeytanî yapıtlar balistik sözcüğünden olduğu kadar balo sözcüğünden de türemiştir. Kökenbilim, dilin, yani oynamaya bir çağrı olan bu gizemli oyunun aldatıcı yüzünü göstermiştir. Tıpkı kendilerine dokunulduğunda içerlerine çekilen kabuklu hayvanlar gibi, sözcüğü kendi üzerine kapatmaktan başka bir ereği yoktur dilin. Sözcükler askıdadır ve bu askıda kalış, çok belirsiz bir sallanış, sözcükleri hiçbir zaman yerinde bırakmayan bir titremedir.
– Ne var ki, sözcükler kımıltısızdır da.
– Evet, her türlü devinimden daha devingen bir kımıltısızlık. Yönünden sapma, ölçüsüz bir dolaşma tutkusuyla, sözün içinde işler durur. Böylelikle, konuşurken, tüm yolları, güzergâhları terk ettiğimiz olur: sanki çizgiyi aşmışızdır.
– Ama sözün de kendine özgü bir yolu vardır; söz bir güzergâha açılır, biz sözde yolumuzdan sapmış değilizdir, olsa olsa en çok uğranılan yollara oranla saparız.
– Belki de daha fazlası: sanki görülmez olana doğru dönmeden görülür olandan uzaklaşmışızdır. Bu söylediğimin bir anlamı olup olmadığını bilmiyorum. Ama yine de basit. Konuşmak, görmek değildir. Konuşmak, düşüncemizi, batı geleneğinde binlerce yıldır nesnelere yaklaşımımızı koşullandıran ve bizi ışığın güvencesi ya da ışık yokluğunun tehdidi altında düşünmeye çağıran bu görsel zorunluluktan kurtarır. Doğrusunu söylemek gerekirse, gözün ölçüsüne göre düşünmek gerektiğini akla getiren ne kadar sözcük olduğunu siz hesaplayın artık.
– Bir duyuyu ötekine, anlığı görüye karşı çıkarmak istemiyorsunuz ya?
– Bu tuzağa düşmek istemem.
– Kaldı ki bu durumda, kendi yolunuzdan ve kuşkusuz yolların en büyüğü olan yazıdan yoksun kalırdınız.
– Yazmak, sözü görüntüye vermek değildir. Yaygın olan kökenbilim düzeneği yazıyı kesici bir devinim, bir yırtık, bir bunalım olarak gösterir.
– Bu aynı zamanda yazı aygıtıyla oyma aygıtının aynı kökten geldiklerini de gösterir: yazı kalemi ve kalem keski.
– Evet, ama bu kesicilik göndermesi, bir parçalamayı olmasa bile, bir kesme işlemini çağrıştırır: bir çeşit şiddeti; et sözcüğü bu familya içinde yer alır; benzer biçimde yazma da, bir sıyırmadır. Daha üst düzeyde ve ötede, yazmak ile eğmek de birleşir. Yazı, araştırma dönemecinin daha önce anımsattığı ve bizim “bir şeyin üstüne düşmek” deyiminde karşıladığımız kendi üstüne dönmeyi belirten bu eğridir.
– Her sözcükte, tüm sözcükler.
– Şu da var ki, yazmak gibi konuşmak da bizi ayırıcı bir devinime, sallanan, gidip gelen bir çıkışa bağlamakta.
– Görmek de bir devinimdir.
– Görmek, yalnızca ölçülü ve ölçülebilir bir ayırmayı varsayar. Elbette bu hep bir öteden görmedir, ama uzaklığa bizden alıp götürdüğü şeyi bize geri verme olanağını tanıyarak. Görme, her şeyin alıkonduğu bir duraklamada görülmez biçimde gerçekleşir. Bir ilk yoksunluk nedeniyle, biz yalnızca önce bizden kaçanı görürüz; bize fazlasıyla yakın olanı da, bizim varlığımızın yakın olduğu şeyleri de görmeyiz.
– Ama biz çok uzak olan şeyi, uzağın ayırmasıyla bizden kaçan şeyi görmeyiz.
– Sayesinde tam da değmenin gerçekleştiği bir yoksunluk vardır, bir yokluk vardır. Burada aralık dolaysız ilişkiyi engellemez, tersine, ona olanak verir. Her türlü ışık ilişkisi dolaysız ilişkidir.
– Görmek, bu nedenle, anında uzaktan kavramadır.
– …anında uzaktan ve uzaklık aracılığıyla. Görmek, ayrılığı kullanmaktır, ama bir aracı olarak değil, bir dolayımsızlık, bir dolayımsızlaştırıcı olarak. Bu anlamda, görmek, süreklinin deneyimini yapmak, güneşi kutlamak, bir başka deyişle, güneşin ötesinde: Bir olanı kutlamaktır.
– Ne var ki, biz her şeyi görmeyiz.
– Biz hiçbir zaman yalnızca tek bir şeyi, hatta iki ya da daha çok şeyi görmesek de, hep bir bütünü görsek de, bu, görme eyleminin bilgeliğidir: her türlü görü bir bütünün görüsüdür. Kaldı ki, görme bizi bir ufkun sınırlarında tutar. Algı, toprakta kökleşmiş ve açılışa doğru dikelmiş bilgeliktir. Algı, toprağa bağlanmış, kımıltısız sınır taşı ile görünüşte sınır taşı olmayan ufuk arasında bir bağ oluşturan, sözcüğün gerçek anlamıyla bir köylüdür-kendisinden barışın kaynaklandığı güvenli bir antlaşmadır bu bağ. Söz, bakışa oranla, savaş ve çılgınlıktır. Korkunç söz, her türlü sınırın ötesine, hatta bütünün sınırsızlığına gider. Söz nesneyi, nesnenin yakalanmadığı, görünmediği ve hiçbir zaman da görünmeyeceği yerde yakalar. Yasaları çiğner, kendini yönlenmeden kurtarır, yönünü şaşırır.
– Bu özgürlükte, kolaylık var. Dil, sanki biz nesneyi tüm yanlarıyla görebiliyormuş gibi davranmakta.
– Ve sapkınlık da o zaman başlamakta. Artık söz bir söz olarak değil, görünün sınırlarından kurtulmuş bir görü olarak ortaya çıkmakta. Bir söyleme biçimi olarak değil, aşkın bir görme biçimi olarak. Önceleri ayrıcalıklı bir görünüş olan “ide”, görünüş altında kalan şeyin ayrıcalığı olmakta. Romancı çatıları kaldırıp kişisini delip geçici bakışlara teslim etmekte. Haksızlığı, dili hâlâ bir görü, ama saltık bir görü olarak almasında yatar.
– Görüldüğü gibi konuşulmasın mı demek istiyorsunuz?
– En azından, insanın dilde kendisine gizlice düzeltilmiş, ikiyüzlülükle genişletilmiş, yalancı bir görü vermesini istemezdim.
– O zaman seçmek gerekecek: söz ya da görü. Güç bir seçiş, belki de haksız. Nesne niçin görülen şey ile söylenilen (yazılan) şey diye ayrılsın?
– Öyle ya da böyle bu kopmanın çaresi herhalde bir karışım da olmayacak. Görmek, belki de konuşmayı unutmak, konuşmaksa, sözün dibindeki tükenmez olan unutuşu çekip almaktır. Şunu da ekleyeyim ki, biz herhangi bir dili değil, “yanılgı”nın konuştuğu dili: sapmanın sözünü beklemekteyiz.
– Kaygılandırıcı söz.
– Şuna ya da buna ilişkin, kendisi konuşmaktan farklı olan söz.
– Karanlık söz.
– Açık söz, eğer açıklık sözcüğünün, bu sözcük görülür şeylerin değil de duyulur şeylerin özelliği olduğu için, ışık ile henüz bir ilişkisi yoksa. Açıklık, yankılanma uzamında kendini açık biçimde duyuran şeyin istenmesidir.
– Söz oluşur oluşmaz hiçbir şeyi açmaz.
– Ondaki her şey kendini açmadan açıktadır.
– Bu yalnızca bir formül.
– Evet ve çok da güvenli değil. Nesnelerin kendilerini göstermedikleri için gizlemedikleri bir söz olduğunu söylemeye çalışıyorum ama bir türlü de beceremiyorum. Ne örtülmüş, ne de örtüsüz: onların gerçek-dışılıkları burada.
– Böylelikle, nesnelerin söylendiği, ama söylenmekle gün ışığına çıkmayacağı bir söz mü olacak?
– Görünmenin ya da bu olmazsa görünmekten kaçınmanın her zaman olduğu yerde doğmaksızın. Konuşmak gibisinden bir söz artık ışık aracılığıyla açıklığa kavuşturmak olmazdı. Bu, mutluluğu arama isteğini, gün ışığı yokluğundan duyulan dehşeti içermez, tam tersine, bu bir “belirim” biçimine, ama “açma-örtme”nin olmadığı bir belirim biçimine erişmektir. Burada, açınlanan şey kendini görüye vermez, salt görülmezliğe de sığınmaz.
– Açınlamak sözcüğünün uygun bir sözcük olmamasından korkuyorum. Açınlamak, örtüyü kaldırmak, doğrudan doğruya göz önüne koymaktır.
– Gerçekten de açınlamak, gözükmeyen bir şeyin gözükmesini varsayar. Söz (en azından yaklaşmaya giriştiğimiz söz: yazı) örtüyü bile kaldırmadan ve kimi zaman da tersine (tehlikeli bir biçimde) ne örten ne de ortaya çıkaran biçimde, yeniden örterek çıplak bırakır.
– Düşlerde de böyle değil mi? Düş yeniden örterek açınlar.
– Düşte yine de bir ışık gibi vardır söz, ama gerçekte, niteleyemeyeceğimiz bir ışıktır bu. Işık, görme olanağının tersine çevrilmesini varsayar. Düşte görmek, büyülenmektir ve büyülenme de, uzaktan kavramak şöyle dursun, uzak bizi kavrayınca, kuşatınca gerçekleşir. Görüde, bir şeye bizi o şeyden kurtaran bir zaman aralığıyla ulaşmakla kalmayız, o şeye bu zaman aralığından kurtularak varırız. Büyülenmede, belki de görülür-görülmez olanın çoktan dışındayızdır bile.
– O zaman, imgede de böyledir durum, imge bizi iki alanın sınırında tutar gibidir.
– Belki. İmgeden de kesin biçimde söz etmek güç. İmge, açınlanmanın iki katlılığıdır. Açınlayarak örten şey, açınlamak sözcüğünün ikircikli kararsızlığında yeniden örterek açınlayan örtü, imgedir. İmge, nesnenin çifti değil, bu iki katlılıkta imgedir. Ama, daha sonraları nesneye biçimlenme olanağını veren ilk çift katlılıktır, çift katlılıktan da yüksek olan bükülmedir, dönemecin kıvrıntısı, hep tersine çevrinmekte olan ve kendisinde bir sapmanın şuradan ve buradanını taşıyan bu “çevirme”dir. Üstünde konuşmaya çalıştığımız söz, bu ilk dönmeye dönüştür; bu dönme sözcüğünü, bir eylem, dönme devinimi, burgacın da, sıçramanın da, düşün de barındığı bir baş dönmesi diye anlamak gerek. Yazın dilimizin iki yönü için de seçilmiş adların bu dönemeç fikrini benimsediklerine dikkat edin. Bu sözcüğe en doğrudan anıştırma yapan, “vers” (dize) sözcüğüyle şiirdir. Oysa ki “düzyazı” durmadan dikelen bir dolambaçla yolunda dosdoğru gider.
– Ne var ki bu sözcükler yalnızca bu iki biçimin dışsal yanını göstermekteler: düzyazı sürekli çizgiyi, dize git-gel’lerle dönen kesikli çizgiyi.
– Kuşkusuz. Ancak sözün dizenin burgusunda kendine dönebilmesi için dönüşün daha önceden verilmiş olması gerekir. Bu ilk dönme, dönemecin bu kökensel yapısı (daha sonraları çizgisel git-gel’de gevşeyen bu yapı) şiirdir. Hölderlin şöyle diyordu (Sainte-Claire ve Bettina’ya göre): “Her şey ritimdir; insanın tüm yazgısının tek bir göksel ritim olması gibi, sanat yapıtının biricik bir ritim oluşu gibi.”
– İşte böylelikle ritim –ve onun devamı olan uyak– açıklanmış oluyor.
– Bizi biraz ölçülü olmaya çağırmakta haklısınız. Hiçbir şey açıklanmış, hiçbir şey açınlanmış değil; bilmece daha çok tek bir sözcükte sıkışmış. Kendisinde araştırmanın yanılgısını alıkoyan bu dolambaç sözcüğünün ardından biraz fazla aceleyle gitmek istedim. Oysa ki bize konumuz açısından aceleden kaçınmamız salık verilmişti. Dolambaç kısa bir yol değildir. Ve yoldan sapmaya karşılık gelen sözde, iki şey arasında kararsızlık temeldir. Tutmak ve sürdürmek söz konusudur.
– Belki de söyleşimizin anlamı buradan gelmekte.
– Ritim olan bu dönmede söz, saptıran ve sapan şeye dönmüştür. Pek ender bir sözdür: daha öteye gitmeyi reddetmek ya da eş ölçülerde gidip gelen kuşku gibi, söz acele nedir bilmez. Söz, kesintide hep süregelerek, hep dolambaca başvurarak, böylelikle de bizi görülür ile görülmez arasında ya da birinin ve ötekinin berisinde askıda tutarak, söylediğinin tersinde en içtendir.
– İşte yine güç anlaşılabilecek bir şey. Ne demek oluyor bu? Görülmez olan şeyi pekâlâ görülmez diye almak gerekir.
– Belki gene de kendini bir gösterme biçimi olan bir görülmezlik vardır, bir de her türlü görünen ve her türlü görünmezden sapan bir görülmezlik biçimi. Gece, özellikle acı ve bekleyiş olan gece bu dolambacın varlığıdır. Konuşmak, nesnelerin gizil duruma yeniden döndürüldükleri bekleyişin sözüdür. Bekleyiş, konu dışına çıkmadan dolambacın, yanılgısız dolanmanın uzamıdır. Burada nesneler için görünmek, gizlenmek söz konusu değildir ya da en azından bu devinimler birer ışık oyunu olduğu sürece değildir. Ve bekleyişe yanıt veren sözde, günün getirmediği açık bir mevcudiyet, fiat lux* deyimini her şeyden önce keşfeden bir keşif, karanlığı karanlığın özü olan bu dolambaçla keşfeden bir keşif vardır. Karanlık, kaçamağı içinde, kendini kökensel olarak sözü yöneten dönmeye sunar.
– Karanlıktan söz ederken, ışığı aklımıza getirmemek için harcadığınız çabalara karşın, tüm söylediğiniz şeyleri tek ölçü olarak gündüze bağlamaktan kendimi alamıyorum. Acaba bu, dilimizin-ister istemez- kötüye kullanılarak yalnızca gözümüze seslenen görsel bir dizge oluşundan mı kaynaklanıyor? Herakleitos, kutsal sözün ne ortaya koyduğunu, ne de gizlediğini, ama yalnızca gösterdiğini söylerken buna ilişkin bir şey demiyor mu acaba? Sizin ortaya koymak istediğiniz fikir ona mal edilemez mi, yani: nesnelerin ne gözüktüğü, ne de gizlendiği bir dilin bulunduğu fikri?
– Bu fikri Herakleitos’a mal etmek belki de bize düşmez, ama o, bu fikri bize yakıştırabilir. Burada söz konusu edilen söz, Delphoi’de sorgulanan sözdür. Bu söz, imler, kertikler ve çiziklerle-yazı- ortaya çıkan kehanetler biçiminde konuşur. Ne var ki Delphoi’de yine de bir dil söz konusudur, bu dil bir gizleme zorunluluğundan kaçarak gösterme zorunluluğundan da kaçmaktadır. Bu dilde şöyle bir ayrım oluşmamakta: ne örtüyor, ne de açıyor bu dil.
– Bir şeyler söylemeden, susmadan konuşarak.
– Legei-kruptei sözcüklerinin oluşturduğu ayrımdan farklı bir ayrım gereği konuşarak. Bu ayrım, göstermek ve işaret etmek diye çevirebileceğimiz sêmainen sözcüğünde sıkışıp kalan bir ayrımdır. Tüm öteki ayrımları da askıya alıp onları tutan bu ayrım, “dönme” sözcüğünün de taşıdığı ayrımdır. Saptığı şeye doğru dönen bu dönme deviniminde, kökensel bir burulma vardır; bu kökensel burulmadaysa diyalektiğe değin tüm konuşma biçimlerinin karmaşıklığını kullanmaya, aydınlatmaya, gevşetmeye çalışan bir ayrım yoğunlaşmaktadır: Konuşulan her türlü dilin ardında konuşan, tüm bilmecelerle birlikte yaşayan “söz-sessizlik”, “sözcük-nesne”, “doğrulama-olumsuzlama”dır bu. Sözgelimi, söz, sessizlik fonu üzerinde sözdür, oysa ki sessizlik dildeki bir addan başka bir şey değildir; bir söyleme biçimidir, ya da şöyle dersek, ad nesneyi sözcükten farklı bir şey olarak adlandırır ve bu ayrım da yalnızca adla verilir. Bu noktada ısrar etmiyorum. Biz bu ayrımdan yola çıkarak konuşuyoruz demeye varır bu; konuşurken, bize konuşmayı ertelettiren bu ayrımdan.
– Basit bir sözcük oyunu bu.
– Evet, niçin bir sözcük oyunu olmasın ki? Sözcük oyunu, zamanın zorunlu olarak bu ayrımda bir payı olduğunu bize anımsatarak ve sözün döngüsünün adına “tarih” denilen ve temelde her türlü şimdi’nin uzağında gerçekleşen dönemece yabancı olmadığını bize kavratarak, zaman fikriyle oynamaktadır. Sonra bizim yalnızca bizi sözden uzakta tutan ayrım aracılığıyla konuşmakta olduğumuz fikriyle oynamaktadır; salt konuştuğumuz için konuşmaktayızdır, bununla birlikte henüz konuşmuyoruzdur: bu “henüz” konuşmama olgusu, ideal bir söze, bizim insani sözlerimizin yetkinlikten uzak bir öykünmesi olduğu üstün bir Kelam’a gönderme yapmasından ileri gelmez; tersine, bu olgu, yokluğu içinde sözün kararının kendisini oluşturmaktadır. Varolan olarak görülen her türlü sözden başka bir şey olmayan bu söz, geleceği ne denli ısrarla gösterir ve bağlarsa, ki aynı zamanda sözü edilecek bir gelecektir bu, dile ait olan ama temel olarak her konuşmamızda bizi yine de dilin dışına atan bu yok-sözdür. Öyle ki, konuşmaya en yakın olduğumuz söz, bizi ondan uzaklaştıran sözün içindedir.
– İşte yine dolambaçtan başka bir şey olmayan ‘e…doğru gidişin tuhaflığı. İlerlemek isteyen, dolambaçlara sapmak zorunda, ilginç bir yengeç yürüyüşü oluyor bu. Araştırmanın devinimi de bu mu?
– Her türlü araştırma bir türlü bunalımdır. Aranılan şey, bunalıma yol açan araştırma döngüsünden başka bir şey değildir: eleştirinin döngüsüdür bu.
– Umutsuzluk verecek kadar soyut bir şey bu.
– Niçin? Hatta ben her türlü önemli yazınsal yaratının bu dönemecin anlamını daha doğrudan ve daha salt olarak sorgu konusu ettiği ölçüde soyut olduğunu söyleyeceğim. Bu dönemeç, yapıtın ortaya çıkacağı anda onu garip bir biçimde tökezletir. Merkezinden her zaman çıkmış olan merkez gibi, yapıtsızlığın, yapıt yokluğunun alıkonduğu yapıttır bu.
– Çılgınlığın öteki adı olan yapıt yokluğu.
Yazma deviniminin dışarının çekimi altında söz dışı, dil dışı olarak gelebilmesi için söylemin son bulduğu yapıt yokluğu.

Fransızcadan çeviren: Serdar Rifat Kırkoğlu

Bu yazı toplam 16765 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Maurice Blanchot Arşivi