İnsanın yalın yalnızlığı

İnsanın yalın yalnızlığı
İnsanın içinde bitmez bir yalınlık isteği vardır.İnsan yalınlıktan ve yalnızlıktan gelir.

UFUK BOZKIR / ZAMAN


Önce aklıyla bilir yalınlığı ve yalnızlığı. Akıl öncesi farkında değildir ne yalınlığın ne de yalnızlığın. Aklı erginleştikçe, büyüyüp geliştikçe onu tanımlar. Tahlil eder. Bildikçe ayakta kalır, ayakta kalışı özgüvenini artırır, özgüveni arttıkça dünyanın sahibi, efendisi olduğu fikrine gider, böylelikle de aklı karışır. Aklı karıştıkça yalınlıktan uzaklaşır. Yalınlıktan sıyrıldıkça yalnızlığını kaybeder. Yalınlık yalnızlıkta değildir ama yalnız kalmadan, o iradeye kavuşup o sınavdan geçmeden yalınlaşamaz. Yalın da yalnızlık da aynı kökten gelir. İki parantez ağzı gibi birbirini tamamlar, sözün gücüne, sesin tonuna, söyleneceklerin uzunluk ve kısalığına göre genişler ve daralır. Ve insan evvelde yalındır, yalnızdır. Bu oluşta ilkin ruh vardır. Akıl sonradan araya girer. Dünya akıldır. Akıl çoğuldur. Ruh tekil. Ve ruhuyla yalınlaşır, ruhuyla yalnızlığı güce dönüştürür, tekilleşir insan...

Sabahın erken bir vaktinde Orta Avrupa şehirlerinden birinde, mesela Main nehrini seyreden bir çift göz, nehrin üzerindeki sis tabakasını büyük hayranlıkla seyreder. Tabiatın insana cömertçe sunduğu bu nadir süre boyunca, kendisini bu sebepsiz sisle bir hisseder, balkondan kuş çevikliğiyle aşağıya uçar, sonra da varlık değiştirmenin o hayalimsi oyunu içinde gökyüzüne doğru kaybolarak süzülür gider. Böylesi bir halde, bir insan olmakla, bir kuş olmak ya da nehrin üstündeki sise dönüşmek farksızdır. İnsan gerektiğinde kuştur, kuş olabilir ama varlık tanımlandıkça, şekillendikçe, ayrıştıkça karmaşıklaşır, çoğullaşır, başkalaşır. Oysa boyun bükülüşleriyle bir kuş, bir elma, bir dağ ne kadar da yalın ve yalnızdır.

Bütün vazgeçilmezliğine rağmen neticede dünya insana yüktür, dünyaya geliş insanın iradesi ve bilgisi dışındadır. Kimi bilgeler, doğum öncesinde insanın dünyaya gelmemek için büyük direnç gösterdiği yorumunda bulunurlar. Bu iç bilginin bu iç tepkinin kaynağı nedir bilemeyiz, ama belki bu yüzden hep yaban kalır insan. Bu yabanlığından dolayı bilmek, tanımak ister. Yoksa dil niye verilmiş olsun ona, akıl niye verilmiş olsun? Dille, akılla yoklar insan. Yoklamayı, kaybolmayı keşfeder. Dünyayı tanımak, aklı tanımak, akla sahip bulunmak, bilgiye paralel akan hızla insanın zihninde yuvalanır. Sorar insan. Konuşur. Yazar. Düşünür. Kavga eder. Susar. Hepsinin gerisinde, hepsinin temelinde o büyük sebep, o yükten kurtulma, hafifleyip ruh olma isteği vardır. Bildikçe ister, istedikçe bulur, buldukça biriktirir, biriktirdikçe yalınlıktan ayrılır, yükü arttıkça kendisi ve etrafı onu kalabalık eder, kalabalık çevresinde kümelendikçe o, bu seddi yarıp kendi noktasına, kendi özel çemberine yuvalanmak ister. 'Nerede yalınlığım, nerede yalnızlığım?' diye sorar. Ötekine, insana koşar. Hayal kırıklıkları, çözülüşler, umutsuzluklar, tutkular, bağlanışlar peş peşe birbirini kovalar, sürükler. Çelişkidir insan, zıtlıktır, uyumdur, uyumsuzluktur.

Aşkta bir olmak da böyledir. Birbirine yakın hızla çarpışır iki benlik. Çarpışmanın gücüne göre iç içe geçer ve tek bir varlık olur. Teklik çoğaldıkça benlik, benlik çoğaldıkça teklik ziyana uğrar. Ve insan birden bir tren penceresinden seyrettiği uzun kırlara bakarak iç geçirir. Yalın yalnızlığın iç çağrısını duyar. Gece yarısı yorganın altından kulağına doğru bir ses uğultusunun yayıldığını duyar, arkaik bir tohumun kımıldadığını hisseder. Bunca isim, bunca ses, bunca iş, bunca kavga, bunca şamata, bunca alkış, bunca resim, bunca görüntü, bunca el ele tutuş, bunca yanak yanağa öpüşme, bunca iyi dilek, bunca vah vah, bunca kahramanlık, bunca hesap bilgisi, bunca incelik arasında, bunca karartıyı, bunca şeytan sülfürünü, bunca akıl oyununu, bunca sürükleniş anaforunu fark ediverir de, yalınlığının ve yalnızlığının peşine düşer, masalını düzer.

Kelimeler bile öyledir. Bir kelime yalınlaştıkça dildeki gücüne kavuşur. Yalınlaştıkça yanındaki kelimenin yalnızlığını giderir. Yüksek sanat, renk renk, çizgi çizgi, ses ses, ölçü ölçü, kelime kelime böyle kurulur. Gidip bakınız, bir mimari şahesere, pencere yalın yalnızlığı içindedir, kulak verin ölümsüz bestelere sesler bir arı oğlunun içindeki tek bir arı gibi altın kanatlarını çırpmaktadır, okuyun şaheser bir şiiri tek bir kelimeyi çekip aldığınız zaman şiir su almış kâğıt gibi batıp dağılmaktadır.. Ya insan.. Ya o?

Sinemaya döker bu isteğini. Bazen ismini yok etmek için farklı farklı adlarla yaşamaya çalışır. Otel değiştirir. Su içer. Eline doladığı bir iplikle yolculuğa çıkar. Az konuşur. Hiç sormaz. Ekmeğe eğilip kulak verir. Gecenin zifiri karanlığında ıssız patikalara çıkar, nefesinin, ayak seslerinin ve yüzünün rüzgârından ürperir. Aklını kırbaçlar. Niçin? Niçin yalınlaşmayı yalnızlıkta arar? Ağlamak için bir kuytuluk arar? Görünmek istemez, buharlaşmayı diler?

Şimdi soralım su kenarına inmiş ürkek bir kuş mu daha yalın ve yalnızdır, o kuşu gözleyen bir avcı mı? Ya da, aklından suçluluk geçen ve esasında o kuş olmak isteyen avcı nasıl olur da sıcak kana dokunmaktan, durmuş bir yüreğin ısısını duymaktan kurtaramaz kendisini. Avcı olarak av olma isteğini mi dillendirir bilmeden, bilemeden?.. Romancıların yazdığı, şairlerin söylediği, mimarların kurduğu, bestecilerin duyduğu bundan başka nedir, ne olabilir?

Bu haber toplam 4828 defa okunmuştur
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.