Davranışın Açıklanmasında Bilinç Kavramının Mantıksal Yeri
Davranışın Açıklanmasında Bilinç Kavramının Mantıksal Yeri[1]
Bilinç, psikoloji tarihindeki kariyerine psikolojinin bağımsızlık ilânı ile birlikte başladı. Psikolojiden önce fizik, kimya ve biyoloji felsefeden ayrılarak bağımsız olmuşlardı. Psikoloji şeklen felsefeden ayrılıyor gibi görünmekle birlikte fizyolojiden ayrılmıştı. Çünkü 19. yüzyılın başlarından itibaren duyum, algı, dikkat gibi psikolojinin belli başlı konularıyla ilgili problemler fizyolojik araştırmaların uzantısı olarak fizyologlarca deneysel tekniklerle inceleniyordu. Kendisi de bir fizyolog olan Wilhelm Wundt 19. yüzyılın son çeyreğinde psikolojiyi fizyolojiden ayrı bağımsız bir bilim yapmaya karar verdiğinde konu olarak bilinç olaylarını seçti. Bilinç olaylarını oluşturan en basit ögeleri, psikolojiye özgü bir metot olarak gördüğü içebakış ile belirlemek istedi. Bilinç, yirminci yüzyılın başlarında behaviorist devrimle sürgüne gönderildi. 2. Dünya Savaşı öncesinde Nazi rejiminin uygulamalarıyla Almanya'da psikoloji bilimi çöktükten sonra psikolojinin ağırlık merkezi Amerika'ya kaydı. Bu durum, Amerika'da 1913'te John Watson'la içebakışçı psikolojiye isyan etmiş olan behaviorizmin uyaran-tepki formülünün psikolojiye hâkim olmasını kolaylaştırdı. Davranış olaylarının, zihin süreçlerini aradan çıkararak sırf uyaran-tepki formülüyle açıklanmasının, hayvan davranışlarını anlamada bile yetersiz kalması, 20. yüzyılın ikinci yarısında Amerika'da kognitif psikolojinin kuvvetlenmesine yol açtı. Kognitif psikoloji, behaviorizm gibi davranışın gözlenmesi ve açıklanması üzerinde duruyor, fakat davranışın dış dünyadan gelen bilgilerin zihin süreçleriyle işlenmesi sonucunda oluştuğunu ileri sürüyordu. Kognitif psikolojinin öne çıkmasıyla, artık objektif terminolojiye büründürülmüş olarak ifade edilse bile bilinç yine göreve çağrılmış oluyordu.
Nedir bu bilinç? Ne iş yapar? Bu sorular nadir de olsa açık seçik sorulmuştur. Fakat hiçbir zaman açık seçik bir cevap verilememiştir. Doğrusu, benim de bütün şüpheleri giderecek bir cevabım yok. Ancak cevabın hangi yönde aranması gerektiğine ilişkin bir görüşüm var. Bu görüşümü değerli meslektaşlarımın eleştirisine sunarken ben de kendi görüşüme eleştirel bir tavır almayı ve meseleyi daha tatmin edici bir açıdan görebilmeyi ümit ediyorum.
Deneysel verilere anlam verme çabası beni bu görüşe getirdi. Kısa kesmek için size zaman zaman dogmatik önermeler biçiminde görüşümü sunmakla birlikte, sizden bu önermelerin aslında benim kendime sorduğum sorular olduğunu hatırda tutmanızı rica ediyorum.
Bilinç, davranış mekanizmasının bir parçasıdır. Mekanizmanın bir bütün olarak işleyişinde bu parça, ancak gerekiyorsa ve gerektiği ölçüde işe karışır. Bilinç, davranışın belirsizlikler içinde yeni bir biçimde oluşması gerektiği zaman özellikle rol alır. Her şeyin, alışıldığı ve beklendiği gibi gittiği ortamlarda iyice öğrenilmiş davranışlar yapılırken davranış mekanizmasındaki süreçlerden pek az şey bilince yansıyor. Ancak zahmetli biçimde öğrenirken, işler aksayınca ya da beklenenin tersi bir durumla karşılaşılınca olaylar bilince yansıyor. Düşünmeyi bile bilinçle sınırlamak mümkün değil. Düşünme, bilince yansımaksızın devam edebiliyor. Bazen bilince yansıyan sadece varılan sonuç oluyor. Böyle durumlarda, o sonuca götüren muhakemeyi sonradan bilinçle kurmak gerekiyor. Sonuca varıncaya kadar muhakkak ki birtakım düşünme süreçleri sürüp gitmiş, fakat sonuçtan ve onun doğruluğu inancından başka bir şey bilince yansımamıştır.
Biyolojik organizmaları fiziksel doğadan ayırt eden şey sadece canlı olmak değil, aynı zamanda gelişmektir. Bebek dünyaya geldiği zaman bilinci yoktur deniliyor. Peki bilinç ne zaman başlıyor? Gelişmenin olduğu zaman boyutunda "şu ana kadar bilinç yoktu, işte şu andan başlayarak var" diyebileceğimiz bir nokta gösterilebilir mi? Kategorilerle düşünmek galiba insanda doğal bir eğilim. Bilinci mutlak bir nitelik olarak görüp "var" ya da "yok" diye hüküm verme eğiliminden kendimi kurtarmaya çalışıyorum. Bilinci, derecelerle var olan bir süreç olarak tasarladığımda gerek insanda gelişme aşamaları arasındaki farklar bakımından gerek türler arası farklar bakımından daha tutarlı bir kavrayışa doğru gittiğimi görüyorum. Bilinç, gelişme esnasında belli bir organik yapının çevre ile etkileşiminden derece derece oluşur.
Bütün canlılarda, komada olmamak ve gelen sinyallere biyolojik bakımdan uygun tepkileri yapmaya çabalamak anlamında çeşitli derecelerde bilinç vardır. Bilinç derecelerini en basit organizmalardan insana kadar derece derece sıralayabiliriz. Teşhis etme, karşılaştırma, hafızadan bulup çıkarma, ayarlama, seçme, kararlaştırma gibi süreçleri gerektiren belirsizlik durumlarında davranışların şekillenmesi zorunlu olduğu ölçüde bilinç işe karışır. Ama yine de bu durumlarda bile süreçlerin bütününün bilinçte cereyan ettiği söylenemez. Çünkü her psikolojik süreç, otomatikleşmiş kısımları içerir. Sistemin bilinçte çözümleme işi onlarla birleşir ve onlarla bütünleşir; sonuca böyle gidilir.
İnsanı öteki canlılardan ayırt eden nitelik, az önce kavramlaştırdığımız bilinç değil, bilincinde olduğunun bilincinde olmadır. Çevreden gelen sinyallerin farkında olarak işlem yapma anlamında bilinç bütün canlılarda vardır. Hazır tepkinin bulunmadığı durumlarda sistemdeki bilgilere ve içinde bulunulan durumdan alınan sinyallere göre gerekli tepkiyi oluşturma süreci olarak "düşünme," tamamen otomatizmlerle varlığını sürdüren en basit organizmalar dışında derece derece bütün canlılarda vardır. İnsandan başka hiçbir canlı türünde olmayan nitelik, bilincinde olduğunun bilincinde olmadır. Yalnız insan, kendi düşüncelerini algıların o andaki somut güdümünden bağımsızlaşmış olarak düşünme konusu yapıbiliyor. Yalnız insan, kendi düşüncelerinin gerisine çekilip tıpkı dışarıdaki bir cismi inceler gibi kendi düşüncelerini inceleyebiliyor; onları sembolik düzlemde evirip çeviriyor. Sanırım insanın içebakış yapabilmesi, bilincinde olduğunun bilincinde olma yetisinden doğan bir imkândır. Bilincinde olduğunun bilincinde olduğumuz ve içebakış yapabildiğimiz için, çevre sinyalleri o anda biyolojik olarak bizden bir talepte bulunmadığı halde, sırf ne olduğunu anlamak için sembolik düzlemde sorular sorabiliyoruz ve cevaplar arıyoruz. İnsandan başka bütün canlılar, dış dünya sinyallerinin gerektirdiği tepkileri yapmaya ve biyolojik ihtiyaçlarını gidermeye çalışır. Tepkiden bağımsızlaşmış anlam kaygusu yalnız insanda vardır.
Öyleyse felsefe ve bilim, insanın bilincinde olduğunun bilincinde olma yetisinin ve içebakış yapma kabiliyetinin imkân verdiği bir faaliyettir. Bilincinde olduğunun bilincinde olmaksızın salt bilinç, bizim belli biyolojik yapımızın elverdiği belli bir düzeyde dış dünyaya ayarlanmamızı sağlardı; ama biz, dış dünyayı bilincimize taşıyarak orada sembollerle temsil edemezdik ve semboller arasında, dış dünyadan gelen sinyallerin güdümünden bağımsız olarak istediğimiz gibi ilişkiler kuramazdık. Semboller arasında kurduğumuz ilişkilerde dışımızdaki gerçeğin modelini zihnimizde kuruyoruz. Sonra da o modele göre dış dünyada hangi koşullarda ne sonuçlar doğacağını kestiriyor ve o kestirimleri dış dünyada arayarak modelimizi sınamak istiyoruz.
İçebakış yetisi bilim yapmanın koşulu olmakla birlikte ona bir metot olarak bağlandığımız zaman psikolojik mekanizmanın gerçeğini bütünüyle yakalayamayız. İçebakışın bir bilgi kaynağı olarak psikolojide kullanılışına itirazım, onun sübjektifliğe bulanmasından ayrı, bambaşka bir sebebe dayanıyor: Sebep, davranış mekanizmasının işleyiş biçimi demek olan psikolojik süreçlerin pek az bir kısmının bilince yansımasıdır. O halde biz tıpkı dış dünyayı düşüncemizde kurduğumuz gibi psikolojik gerçeği düşüncemizde kurmak zorundayız. Bilincimizde bulduğumuz, hissettiğimiz olayların ötesinde bir düzeni tasarımlama görevi ile karşı karşıyayız. Bu görüş açısından bilinç, gözleyemediğimiz bir mekanizmanın bir parçasıdır; belli kurallara göre iş yapan, davranışları oluşturan karmaşık bir işlevler ağı içinde bir işlevdir. Psikolojik olaylar, doğrudan bilincin işleyişinin sonuçları değil, bütünüyle mekanizmanın işleyişinin sonuçlarıdır. Bu işleyiş esnasında bir sonucun doğması için gerektiği ölçüde bazı şeyler bilince yansır ve bilinç karşılaştığı problemi çözümlemek ve uygun davranışı oluşturmak için gerektiği ölçüde işe karışır.
Davranış mekanizmasını reflekslerin, içgüdüsel eğilimlerin, iyice öğrenilerek ve rutinleşerek bilinç yönetiminden kurtulmuş otomatik ayarlanmaların ve oluşmasında bilincin işe karıştığı süreçlerin son derece karmaşık bir bütünleşmesi olarak tasarlarsak biyolojik gerçeğe daha yakın oluruz.
İnsanın düşünme süreçlerinin bütünüyle bilince yansımadığına işaret etmiştim. İnsanda becerili performans, bilinci devre dışı bırakma bakımından daha da çarpıcı bir örnektir. Algı, karar ve tepki sistemlerinin bütünleyici mekanizma içindeki işleyişleri o kadar hızlı olmaktadır ki bilinçli süreçler onları izleyemeyecek kadar yavaş kalmaktadır. Böylece, belirsizlikler içindeki zahmetli öğrenme safhasında pek çok şey bilince yansıdığı ve kısmen orada çözümlendiği halde, performans düzgünleştikçe ve hızlandıkça bilince yansıma azalmaktadır. Onun için becerili performansın mükemmelliği bilinç yönetiminden kurtulmayla meydana çıkıyor ya da mükemmelleştiği için bilinç yönetimine ihtiyaç kalmıyor diyebiliriz. Fakat bilinç yönetiminden kurtulma, ne rastgele süreçlerle ne de refleksvari bir otomatizmle oluşma anlamına geliyor. Bilince yansımış olsa bu oluşumda düşünme, hesaplama, ölçme, kararlaştırma, dönüştürme, karşılaştırma, ayarlama diyeceğimiz bir sürü işlemlerin yıldırım hızıyla gerçekleştiğinin farkına varılırdı. Ama farkına varamama, sayılan işlemlerin, o becerili performansı doğurmak üzere gerçekleşmediği anlamına gelmez. Çünkü birinci olarak becerili performans, önce yapılanın tekrarından ibaret değildir. İkinci olarak da rastgele ortaya çıkamayacak kadar durumun gereklerine ayarlı bir presizyon gösterir.
İnsan zihnini anlamak için höristik amaçla kurulan modeller, meydana getirilen kompüter programları ya da yapay zekâ çalışmaları bir noktanın ötesinde yararlılıklarını yitiriyorlar. Analojiler ve mantık egzersizleri yararlı olabilecekleri noktanın ötesinde kullanılmaya devam edince zihnin biyolojik gerçeği unutulmuş oluyor. Bu modellere entelektüel modeller diyeceğim. Sanırım bize artık gerekli olanlar biyolojik modellerdir. Kompüter programlarını çok değişik "hardware"lerle yürütebilirsiniz, ama davranış mekanizmasının işlemleri belli bir organik yapıya bağlıdır ve üstelik gelişir. Refleksler, içgüdüsel eğilimler, bilinç dışında geçen süreçler ve bilincin yönetiminde olan süreçler bütün somutluğuyla biyolojik yapının işlevleri olarak bütünleşiyor ve bizim "zihin ya da davranış mekanizması" dediğimiz psikolojik gerçeği meydana getiriyor.
Psikoloji tarihi 30-40 yılda bir girilen çıkmazdan kurtulma trendi gösteriyor. Önce bilinç ve içebakış çıkmazından, daha sonra da uyaran-tepki ve boş organizma çıkmazından kurtulduk. Acaba şimdi de kognitif bir çıkmazın içinde miyiz dersiniz? Psikolojik olgularla başa çıkabilmek için önünde sonunda biyolojik gerçeğin sertlikleri ve çapraşıklıkları ile boğuşmak zorunda kalacağız. Psikolojinin kısa tarihine baktığım zaman böyle bir yaklaşımla davranış mekanizmasını biyolojik somutluğu içinde kavramaya çaba harcamış iki büyük sima görüyorum. Nörofizyolog Charles Sherrington ve teorisyenliği bırakmamakla birlikte kaderin cilvesi olarak klinisyen olmak zorunda kalan Sigmund Freud. Bildirimin konusuyla doğrudan ilişkisi nedeniyle burada sadece Freud'un teorisine çok kısa temas etmek istiyorum.
Freud'un psikolojik olaylar sahnesini bilinç ötesine genişletme girişimi, klinik bozuklukları anlamayı aşan teorik nitelikler gösterir. Freud, ele avuca sığmaz görünen birtakım psikolojik olayları, kökleri biyolojide olan bir zihin tasarımı ile aydınlatmaya çalışmıştır. Bu tasarım aynı zamanda normal düşünme süreçlerini ve davranış belirtilerini de aydınlatma potansiyeli taşıyor. Rüyaların işlevi nedir diye sormuştur Freud. Bilinç ötesindeki işlemleri gözlemlerden zihninde kurmaya çalışmıştır. Freud'u, kliniğe hapsolmuş psikolojik olaylara anlam vermek için sırf o olaylara özgü bir zihin tasarımı yapmış gibi görmemelidir. Teori, spekülatif yanlar içerebilir ve kanıtlar karşısında tamamen yanlış da olabilir. Bilim, araştıra araştıra yanlışlarını terkeder; yeni tasarımlara ulaşır. Burada belirtilmek istenen nokta, mekanizmanın biyolojik gerçeğini hesaba katan çizgide düşünmenin önemidir.
Önce iki türlü bilinç dışı olduğuna işaret etmek istiyorum. Freud'da bilinç dışına itme sürecinin kendi de bilinç dışı bir süreçtir. Bilinçte yaşanması ve hatırlanması ıstırap veren ve çözümlenerek psikolojik uzlaşma sağlanamayan bir deneyim içeriğini, sistemin bilinçten kovarak rahatlama girişimidir. Aynen madde dünyasında olduğu gibi hiçbir şey yoktan var olmaz, var olan bir şey de yok edilemez prensibine göre bilinç dışına itilen, bastırılan içerik kaybolmaz, bilince geri gelmeye çalışır. Onun geri gelmesini önlemek için sistem aktif olarak bir enerji sarfeder. İçeriğin aynen geri gelmesini önler; fakat, içerik biçim değiştirir. Sembolik olarak onu temsil eden, fakat görünüşte başka ve bilince ıstırap vermiş olan içerikle ilgisiz bir kılıkta, davranışlara yansıyarak kendini belli eder. Bu yansımalar, ortaya çıktığı ortamlara anlamsız ve uygunsuz olduğu için psikolojik bir rahatsızlık gibi görünür ve kişiyi gerçekten de rahatsız eder. Burada işaret etmek istediğim nokta, Freud anlamında bilinç dışına itme aktif bir süreçtir, enerji harcatır; bilinç dışına itilmiş içeriklerin geri gelmesini önleme de aktif bir süreçtir ve enerji harcatır. İşte nörotik denilen rahatsız kişinin sürekli kendini bitkin ve yorgun hissetmesinin nedeni budur. Oysa daha önce tasvir etmiş olduğumuz bilince yansımadan gerçekleşen süreçler, otomatikleşmiş olduğu için enerji tasarrufu sağlar; işler o nedenle daha çabuk, düzgün ve zahmetsiz yapılır.
Bu iki türlü bilinç dışı arasındaki farklılığı belirttikten sonra, bilinç dışı süreçlerin kavramsal düşünmede oynadığı rol üzerinde şimdiye kadar olduğundan daha çok durulmasının ve bu yolda araştırma yapılmasının gerekliliğine işaret etmek istiyorum. Örneğin bilinç, mantıklı düşünmede ve kanıtları muhakeme ile kurmada rol alıyor; ama aynı zamanda, realiteye bağlılık dolayısıyla düşünmeye ket vurucu bir rol de oynuyor. Bilinç yönetiminde olmayan ya da bilince yansımayan düşünme süreçleri ve hayal gücü, bilincin vaktinden önce işe karışmasından ve yeni yönlerde düşünmeyi saçma gösteren baskısından korunmuş olarak, orijinal düşünceler doğurmada daha verimli olabiliyor. Sonradan bu düşüncelerin vardığı sonuçlar bilince yansıyor ve bilinçli olarak mantıksal analizden ve deneysel sınamadan geçiriliyor. Bilinç işlemleri, düşünmenin hepsini ve belki de diyebilirim ki can alıcı noktasını kapsamıyor; ancak, doğuncaya kadar bilinç dışı safhalar geçiren düşüncenin dayanaklarını kurarak düşünceyi objektifleştirmeye yarıyor.
[1] Kitap Bölümü: Özakpınar, Y., (2002). İnsan Düşüncesinin Boyutları. İstanbul: Ötüken
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.