Çağın ruhunu yakalayan yönetmen: David Fincher
Emin YEĞİNBOY
Doksanlı yılların başlarından itibaren Kara Film “Film Noir” türüne getirdiği yenilikler ile önce küçük kitleler tarafından takdir edilen bir yönetmen oldu David Fincher. O yıllarda “Ben Kwai Köprüsü gibi büyük işlerle uğraşamam, dip not olabilecek filmler yaparım” diyen Fincher zamanla bu “ ıvır zıvır” işlerle özgün bir sinematografi yakaladı. Kendisini izleyen kitle büyüdü, zaman zaman orta akım sinemanın güvenli, barışık sularına doğru dümen kırması bile dozunda kaldı, hayal kırıklığı yaratmadı.
Sinemanın en sevilen türlerinden olan Kara Film türünü içerik olarak yeniden inşa ederken, kırklı yılların Alman Dışa Vurumcu sinemasından gelen karanlık dünyayı günümüze uyarladı. Zamanın ruhunu, en karanlık yüzünden yakalamaya çalışan Fincher kendisini tanımlarken: “Bazı insanlar yaşamda her şeyin yolunda gittiğini görmek için sinemaya gider. Benim bu tür bir sinema ile işim olmaz ” diyor. Doğru bir saptama gönül verdiği türünde parlak, renkli yaşamlar ile bir alış verişi yok. Film Noir , Amerikan sinemasına özgü, paradoksal Fransızca adlandırılmış bir kategori oldu. 1955’de iki Fransız eleştirmen Raymond Borde ve Etienne Chaumeton bu türü sadece “düşsel, erotik, tuhaf, karışık ve zalim ” olarak tanımlamanın yetersiz olduğunu yazdılar.
Fincher’in sinematografisine bir göz atmak, bu sözlerin doğruluğunu kanıtlamaya yeterli oluyor : en önemli filmleri seri katiller, paranoyak karakterler, sado mazoist eğilimler veya yaşamı yaşlılıktan gençliğe doğru tersten yaşayan bir adam veya yalnızlığını ödünlemek için sosyal paylaşım sitesi kuran genç bir adam üzerine. Hepsi ruhsal labirentlerin, karanlık köşelerini keşfetmeye çalışan veya buralarda tutsak kalmış bireylerin hikayeleri oldu. Sözü tekrar kendisine verirsek: “bir sinema salonundaki insanların ne hissettiklerinden her zaman sorumluyumdur, onların kendilerini huzursuz hissetmelerini isterim”. Frenlenemez bir içgüdünün uzantısı olan, tüketen insan onun baş karakteri oldu.
Onun doyumsuzluğuna karşı duran, onun iktidarını kırmaya yönelen, iç dünyasını keşfetmesine mecbur kılan hikayeler anlattı. Fincher’i bu derinlik içersinde överken, onu bu dönem insanına özgü ikircikli duruşdan kendisini de kurtaramamış olduğunu görüyoruz. Bir taraftan tüketimi eleştirir, ama onun nimetlerinden de uzak kalmaz. Bir gün Lewi’s veya Pepsi reklamı çeker, ertesi gün de Dövüş Kulübü’nün setine gider. Seksen sonrası kurulan ideoloji fakiri kapitalist sisteminin yarattığı, para karşılığı her şey yapılır fakat ‘yaptığımızın farkındayız’ bireysel duruş. Kubrick karanlıkta, kendi kendisi ile kaldığında akıl hocalığı yaparken, Spielberg onun sistemle barışık abisi olur.
Sinemaya girişi, doksanlı yıllarda çıkış yapan bir çok Amerikalı yönetmenin deneyim fabrikası olan, MTV ritminde müzik klipleri ile olur. İlk klip teklifini George Lucas’ın rüya atölyesi Light and Magic özel efekt stüdyosunda İndiana Jones ve Star Wars filmleri için çalışırken alır. Rick Springfeld için çektiği klip sonrası müzik dünyasından, Sting, Rollıng Stones, Michael Jackson başta olmak üzere bir çok ünlü isim ile çalışır. En beğenilen klipleri Madonna için yaptığı ‘Vogue’ ve ‘Express Yourself’ ile Rolling Stones için yaptığı ‘Love is Strange’ olur.
İlk uzun metrajı ise 1993 yılında, James Cameron’un yarattığı, sinema tarihinin en prestijli serilerinden Alien’ın üçüncü filmi ile gerçekleşir. Teklif geldiğinde proje büyük bir kaos içindedir, yönetmenin birisi gelip diğeri gitmiştir ve ortada kesin bir senaryo yoktur. Yaratığın serüvenine dünyada mı yoksa bir gezegende mi, devam edeceği konusu bile kesinlik kazanmamıştır . 27 yaşında aniden 60 milyon bütçeli, yüzlerce kişiden oluşan bir ekibin başına geçer. Elinden geleni yapar, hikayeyi evrende bir hapishaneye taşır. Bir şekilde uzayda, bir parça yeryüzü yaratır, Sigourney Weaver ile özdeşleşmiş, androjen ruhlu Teğmen Ellen Ripley finalde yaratıktan hamile kalır. Sinemada yaratacağı karmaşık ruhlu kahramanlara Ripley ile başlaması hoş bir tesadüftür. Androjenik bir kadın kahramanın, gelecek nesil yaratıkların soyunun sürmesi için seçilmiş olması paradoksun ta kendisidir. Ripley gerçekle yüzleştiğinde bir yol ayrımındadır ya doğuracaktır veya embriyoyu kendisi ile yok edecektir. Çok sevdiği klostrofobik atmosferlerin ilkini uzaydaki hapishanenin dar ve uzun koridorlarında yaratır.Bir hapishane dolusu radikal hıristiyanı, loş ve dar koridorlarda yaratığın avına dönüştürür. Yaratığın kaçan insanları koridorlar boyu kovalaması veya finalde cehennem ateşini andıran alevlerin içine Ripley’in sürpriz atlayışı bile filmi kurtaramaz. Çok beğenilmez, yeterli adrenalinden ve içerikten yoksun olduğu düşünülür ve Alien serisinin en zayıf halkası olur.
Birçok sinemaseverin kabul ettiği gibi, özgün sinematografisi ‘Seven-Yedi’ ile başlar. Sinema tarihinin en çarpıcı seri katil öykülerinden olan Yedi, baştan sona süren klostrofobik ve tedirgin atmosferi ile seyirciyi sarsar. İncil’de yer alan yedi büyük günaha göre, seri cinayetlerini işleyen katil, çürüme ve yozlaşmaya karşı verdiği mücadelesinde Tanrı’yı taklit eder. Sürekli yağmur yağan ve adı belirtilmeyen kent filmin karanlık atmosferini kucaklarken, suç ve günahı barındıran, çürüyen ruhların merkezine dönüştürür. Cinayetleri aydınlatma ile görevlendirilen emeklilik eşiğindeki detektif Somerset (Morgan Freeman) ve çaylak Mills (Brad Pitt) arasındaki yaşlı/genç detektif ilişkisi bazen baba/oğul veya usta/çırak ekseninde seyreder. Sakin ve akılcı Somerset, atak ve heyecanlı Mills’i kontrol etmekte zorlanırken, cinayetlere nasıl akılcı yaklaşabileceğini de öğretir. Gerçekte Sommerset’de toplumun içinde çırpındığı yozlaşmadan yakınmaktadır. Katil her daim detektiflerin önünde gider, geride bıraktığı ipuçları ise verdiği mesajların duyurusu gibidir. Her bir cinayeti zekice planlanmış, kurbanlar özenle seçilmiştir. Fincher modern yaşamın çürümüşlüğü ve umutsuzluğu ile yüzleştirdiği detektifleri, öyküsünde kahramandan çok kurban olarak şekillendirir. Katilin neden öldürdüğünü bilmelerine karşın bir sonraki hamlesi karşısında çaresizdirler. Katilin kendi ayağıyla gelip teslim olmasından sonra hiç kimse de bir rahatlama olmaz. Daha yediye bir ceset vardır ve olacak mıdır? Bu durumda sonraki adım nasıl gerçekleşecektir gerçekleşmiş ise ne zaman öğreneceğiz? Her Fincher filminin kahramanları gibi detektiflerde ellerinde olmayan nedenlerden dolayı bir durumun içine itilmişlerdir. Çırpınışları her seferinde toplumun bireyselleşmesinin ördüğü duvara toslar.
Filmin başarısında Fincher kadar görüntü yönetmeni Dariıus Khondji’nin başarısı da büyüktür. Filmi siyah beyaz anlayışı içinde çeker ve karanlık ile öyküyü iç içe geçirir. Görüntülerin grenli ve karanlık gözükmesi için negatifler üzerinde yeni bir teknik uygular.
The Game-Oyun bir sonraki projesi olur. Bir kez daha karanlık bir öyküyü paranoyak işaretler ile donatır. Filmde zengin finansçı Nicholas Von Norton’u (Michael Douglas) kardeşi Conrad’ın (Sean Penn)’in hazırladığı 48.yaş günü sürprizi ile sürüklendiği karanlık macerayı anlatır. Sürprizler ve çaresizlikler içinde, yaşadığı refah yaşantının tek düzeliğini ve konforunu yitiren Norton sonuçta kendisini sadistçe kullanan bir oyunun parçası olduğunu anlar. Tüketim toplumunda bireyin terslikler karşısında nasıl perişan olabileceğinin detaylı bir tanımlamasını yapar. Erkek iktidarının kırılganlığını, güç gösterisinin ne kadar yapay koşullara bağlı olduğunu gösterir Fincher. Bunu yaparken de sınırların nasıl kolay manipüle edilip, kapitalist sistemin insanı istediği zaman en tepeye veya en dibe atabileceğinin de mesajını verir. İlginç olan seyircinin de oyunun bir parçası olması olur, finale dek kimse her şeyin kurgulanmış bir oyun olduğunun farkına varmaz.
Tüketim toplumunun insanları tüketmeden bir şeyler yapılması gerektiğini Dövüş Kulübü ile duyurur. Bu kez kurbanları parçalanmış bir kimliğin parçaları olan Tyler Durden ve ismini bilmediğimiz anlatıcıdır. Anlatıcı tüketim toplumunun bedensel bir sureti olarak karşımıza çıkar ve alt benliği olan Tyler Durden’ın yaşamını anlatır bizlere. Bastırılmış erkekliğin patlaması ile tüketim köleliğinden kurtuluşun mümkün olduğunu anlatır. Ruhun temizlenmesinin ise ancak anarşi üzerinden geçerek, son durakta tüm sistemi çökertme ile son bulacağını iddia eder. İddia etmez bunu kendi çapında da gerçekleştirir. Durden’ın hayali bir suret, bir alt benlik olduğunu anlamamız final bölümüne kadar sürer. Fincher final sürprizini ustaca gizler bir kez daha. Kendi kendini yumruklayan bir adam kısa sürede tüm ülkeye yayılan dövüş kulüplerini kurar. Modern çağın tüketim, stres, yalnızlık ile hırpaladığı ruhları, geceleri yaşadığı tatmini ertesi gün şiş bir göz, kırık bir burun ile iş yerlerine götürür. Mutluluk için dövüş kulübünde ortaya çıkarsın ve dövüşürsün, sonuçta yaşadığın boşalma attığın ve yediğin yumrukların bilançosudur. Brad Pitt’in canlandırdığı karizmatik alt benlik ve ezik anlatıcı Edward Norton arasında yaşanan başlangıç mutluluğu, şiddet arttıkça yerini tedirginliğe terk eder. Alt benlik tüm bedeni ele geçirmek üzeredir. Bu kez insan doğasının güvenilmezliği ortaya çıkar, şiddet de tüketim kadar doyumsuzluk ve bağımlılık yaratır. Yarattığı karanlık atmosfer bir kez daha öyküsünün en önemli parçası olur.
“Panik Odası-Panic Room” son iki filminin çizgisinden oldukça uzakta, tipik bir orta akım seyirlik olur. Sanki bir dinlenme, arayı doldurma filmidir. Milyoner kocasından ayrıldıktan sonra Manhattan’da büyük bir evde 11 yaşındaki kızı Sarah(Kristen Stewart) ile yaşayan Mag (Jodie Foster) gecenin bir yarısı evine giren üç adamdan kaçabilecekleri tek yer vardır, süper donanımlı ve pahalı panik odası. Felaket anları için inşa edilmiş süper güvenli, çelikten bir odadır burası. Darius Khondji görsellikte yine farklı işler yapar, seyirciyi hareketli kamerası ile evin içine sokar, katlar ve odalar arasında sürekli gezdirir, bazen hava boşluğundan veya atık su borusundan içeri göz atan röntgenciye dönüştürür .
“Zodiac” bir seri katilin araştırılmasını anlatır. Mesele klasik anlamda seri katilin yakalanıp herkesin tatmin edilmesi değildir. Bir katilin araştırılmasının hangi akılcı yöntemler ve ipuçları üzerinden yürütüldüğü, “puzzle” ın tamamlanması için nasıl bir tutkulu bir takipçilik gerektiğinin, farklı yer yer belgeselci tavrında bir sinema dili ile anlatır. Kendisine Zodiac lakabını takmış olan seri katilin yetmişli, yılların başında farklı şehirlerde işlediği, kurbanların genelde kadınların olduğu gerçek öyküden yola çıkar Fincher. Polise gönderdiği kodlar yüklü mektuplar tüm teşkilatın açıklayamadığı ip uçları olur. İki meraklı gazetecinin gayretleri de bir noktada takılır, kalır. Film seyircinin çok hoşuna gitmez, fakat farklılıkları ile Fincher’in sinematografisinin en ayrıksı ürünlerinden olur.
Fincher’in popülaritesini en fazla “Benjamin Button’ın Tuhaf Yaşamı-The Curiose Case of Benjamin Button” perçinler. F.Scott Fitzgerald’ın bir öyküsünden yola çıkarak Eric Roth gibi deneyimli bir orta akım senaristin kalemine teslim olan Fincher, tam anlamıyla büyük kitleleri etkileyen 13 Oscar adaylığı alan bir film kotarır. Hayatı tersinden, gençleşerek yaşayan bir adamın öyküsünde Brad Pitt, bu kez Fincher ile geçmişte yaptığı işlerde olduğu gibi marjinal, karanlık bir karakter değildir; yaşadıkça gençleşen, güzelleşen bir adamın duygularını ve felsefesini yer yer yürek buran bir dille seyirciye iletir. “Hayatı ne yönde yaşadığın değil, nasıl yaşadığın önemlidir” mesajını verir. Uzun yıllara yayılan aşk öyküsü, Cate Blanchette gibi mükemmel bir oyuncunun varlığı ile öykünün en güçlü yönünü oluşturur. Fincher’i sadakatle izleyen kitle, öncekilerden daha güçlü daha muhalif darbeler beklerken, bu orta akıma meyleden dönüşünden hayal kırıklığı içinde kalır.
Nihayet 2010’da gelen “Sosyal Ağ-Social Network” onun eleştirisel bakışının tamamen dumur olmadığının müjdesini verir. Facebook’un kurucusu Mark Zuckenberg’in yaşamından yola çıkarak iletişimsizlik, yalnızlık gibi modern yaşamın kronik hastalıklarına dokunurken, trajik bir kahraman ile tanıştırır seyirciyi. Normal yaşamında otizm sınırlarında dolaşan genç bir adamın, dünyaya bilgi sayar yolu ile meydan okuması, internet dünyasının birçok meraklısına ayna tutar. Karanlık ve sivri sinema dilini böylesine gerçek bir öykü içinde kullanırken yarattığı metaforlar ile birçok yan bağlantıya atlar. Altın Küre’yi kazandıktan sonra, 2011 Oscar ödülleri için en iyi yönetmen dalında pozisyonunu güçlendiren yer alan David Fincher, kazansa da, kazanmasa da bir sonraki filminde ne yapacağı merak konusu.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.