'Başlangıç' Filmi Vizyona Girdi
UĞUR VARDAN / Radikal
Film, 'rüya hırsızı' bir adamın, ekibiyle giriştiği serüvenleri anlatırken felsefeyle aksiyonu birleştiriyor. 'Başlangıç', hem görsel hem de zihinsel anlamda yorucu bir çalışma olmuş
Meslek hayatının başında ‘uykusuzluk’ çeken birinin, olgunluk döneminde ‘rüyalar âlemi’ne dalması doğal. Evet, Christopher Nolan’ın filmografisinde dikkat çeken adımlardan biri ‘Insomnia’ydı ama biz onu daha çok ‘Memento’suyla (Akıl Defteri) sevdik ve bağrımıza bastık. ‘Pulp Fiction’la ‘yeniden’ gündeme gelen ‘ters sarma’ filmlerinin belki de en başarılısı, en derini ve de en seyircisini alıp götüreniydi. İngiliz yönetmen, arka arkaya gelen Gotham City turlarının (‘Batman Begins’ ve ‘The Dark Knight’) ardından bu kez, bilinçaltı gezilerine soyunuyor ve senaryosunu kendi kaleme aldığı ‘Başlangıç’la (Inception) karşımıza çıkıyor. Geride kalan izlerine bakarak, Nolan’ın ‘rahatsız’ bir yönetmen olduğunu ve rahatsızlığını herkese bulaştırdığını söylemek mümkün. ‘Başlangıç’ da, bu rahatsızlığın belki de had safhaya ulaştığı yapım olmuş.
Kısaca öykü: Gelecek bir zaman diliminde, ‘rüya hırsızlığı’ yapan ve bu yüzden ABD’yi girişi yasaklanan Dom Cobb, Japon işadamı Saito için çalışmaktadır. Yeni görevi Saito’nun, dünya üzerindeki ekonomik hâkimiyetine engel olan Avustralya kökenli bir şirketi çökertmektir. Bunun için de şirketin başındaki yaşlı patron Maurice Fischer’in yerini alacak genç işadamı Robert Fischer’in ‘rüyalarını’ ele geçirmeye çabalar. Ekibiyle birlikte, 10 saat sürecek bir uçak yolculuğunda da, hedefine varmayı düşünür...
‘Sil Baştan’dan ‘Bal’a...
Salonda rüya görmemize neden olan yapımlar faslında son olarak ‘yabancı cephe’de ‘Michel Gondry-Charlie Kaufman ikilisi’nin ‘Sil Baştan’ını (Eternal Sunshine of the Spotless Mind), ‘yerli cephe’de Semih Kaplanoğlu’nun ‘Bal’ını izlemiştik. Hatta ben, ‘Bal’a ilişkin eleştiri yazımın başlığını, ‘Rüya bütün çektiğimiz’ şeklinde atmıştım. Meğerse ‘çekeceklerimiz’ bitmemiş ve ‘asıl’ darbe için ‘Başlangıç’ı beklememiz gerekiyormuş. Nolan, bu son filminde anlatması da, çözümlenmesi de, aktarılması da son derece zor bir yapıta imza atmış. Hikâye, o klişe eleştirmen deyimiyle ‘katmanlar’ arasında gidip geliyor. Ama bu katmanların, rüya olması ve karakterlerin sık sık ‘rüya içinde rüya’ görmeleri ve bu esnada, biz seyircileri de bu zihinsel geçişlere ortak etmeleri, filmin temel rotası. Lakin, filmin süresi olan 148 dakika boyunca karşımıza o kadar çok rüya çıkıyor ve ‘Gerçek nerede başlayıp nerede bitiyor ya da nereye kadar sürüyor?’ sorusu, zihnimizi o kadar çok meşgul ediyor ki, “Film mi izleyeceğiz, ‘rüya tabirleri’yle mi uğraşacağız” derken, harap oluyoruz.
Bu noktada da, filmi özel, güzel ve farklı kılan en önemli kriteri, hatırlıyoruz (en azından ben hatırladım): Her şeye rağmen sadelik... Christopher Nolan, karmaşanın içinden sadelik çıkarma ve bunu, iyi bir yapıta dönüştürme konusunda özellikle ‘Memento’ sınavında çok başarılıydı. ‘Başlangıç’ ise elbette bambaşka bir tavrın ifadesi. İngiliz yaratıcı bu kez, ‘felsefî bir alt metni’, ‘stüdyo işi yapımlara imza atabilme lüksü olan bir yönetmen’ haletiruhiyesiyle süslemek ve sınırları, en uca kadar zorlamak istemiş.
‘Başlangıç’, evet bizi zihinsel problemlerle baş başa bırakıyor ama bir yandan da alabildiğine aksiyona yükleniyor. Ve bunu mesela aynı kulvarda olmak hasebiyle eşlik ettiği ‘Matrix’ serisinde, bir film başına düşen hareketlilik ve temponun ötesine taşıyor. Tamam kabul, onca efekt, onca teknolojik dokunuş bir anlamda hayal gücünü ete kemiği büründürürken, Nolan da bir yönetmen olarak birçok ‘teorik’ şeyi görüntü yoluyla başarmanın hazzını duyuyor olabilir ama ortaya çıkan yapıt, öncekilerden aldığı bayrağı daha ileriye taşıyamıyor. Ayrıca filmi de melez bir hale getiriyor.
Bond filmlerine gönderme mi?
Özellikle, kutuplarda geçen ve bir sığınağı basma bölümündeki aksiyon, ‘Başlangıç’ı gereksiz bir şekilde ‘Bond filmleri’nin sularına çekiyor ve öykünün geneli içinde, önce kar kıyamet, sonrasında da çığ sahneleri, ‘çiğ’ duruyor ve yama gibi gözüküyor. Üstelik öyküde de, sanki bir bilgisayar ekranında pencere üstüne pencere açmaktan kaynaklanan bir yavaşlama (bunu, ‘rüya içinde rüya’ları kastederek söylüyorum) söz konusu. Rüyalar aşamasındaki bu kadar çok ‘level’, ister istemez boşluklara neden oluyor ve boşluklar dolmadıkça, soru işaretlerinin yarattığı etki büyüyerek filme olan sempatiyi azaltıyor.
Öte yandan ‘Başlangıç’, kuşkusuz entelektüel bir egzersiz. Üstelik yazının bu aşamasına kadar sızlandığım ‘boşluk’ ya da ‘gereksiz dağılma’ meseleleri, benim meseleyi iyi kavrayamadığımdan da kaynaklanıyor olabilir. Üstelik film, bu ‘kavrayışsızlığa’ rağmen yani birçok noktada zorlansanız bile en azından, meseleyi bir yerinden tutmak adına çaba gerektiriyor; bu da öyküyle olan ilişkiyi güçlendiriyor. Ayrıca ben özellikle Paris’te geçen bölümleri çok beğendim. Ayna esprisi de son derece başarılıydı.
Bir başka başarılı yan da elbetteki performanslar. Aslında ana karakter Cobb’u canlandıran Leonardo DiCaprio, sanki bir önceki filmi ‘Zindan Adası’nda kaldığı yerden devam ediyor her şeye. Scorsese’nin filminde üst üste geçirdiği travmalarda şizofrenisi azan ve öldürdüğü karısının hayaleti, peşini bırakmayan akıl hastası yerine burada da benzer şekilde, kaybettiği karısının hayaletiyle sürekli hesaplaşan, daha doğrusu onu rüyaları, ama asıl olarak anıları vasıtasıyla yaşatan bir adama hayat veriyor genç yetenekli oyuncu.
‘Rüya’ gibi bir kadın...
Cobb’un bir anlamda ‘Dream team’inde (‘Rüya takımı’) yer alan isimlerden Arthur’a Joseph Gordon-Levitt, Eames’e Tom Hardy, Yusuf’a ise Dileep Rao hayat veriyor. Baba-oğul Fischer’larda Pete Postlethwaite ve Cillian Murphy var (oğul Robert’ın hikâyesi de, uzaktan uzağa ‘Citizen Kane’i ve ‘Rosebud’ı hatırlatıyor). Dom Cobb’un babası Miles’ın (bu rolde de Sir Michael Caine’i izliyoruz) önerdiği ve takıma sonradan dahil olan küçük 'mimar' Ariadne’yi ise ‘Juno’dan hatırladığımız Ellen Page canlandırıyor. Page’in karakteri, adeta son derece zeki bir ‘hacker’ tiplemesi ve ona öyküdeki konumu itibarıyla, ‘Hırsızın çırağı’ demek mümkün. Fransız sinemasını takip edenlerin çok daha önceden keşfine vâkıf olduğu ama popüler sularda yüzenlerin, daha çok Edith Piaf’ın hayatını anlatan ‘La vie en rose’la tanıdığı Marion Cotillard da, Cobb’un karısı Mol da, gerçekten de ‘rüya’ gibi bir kadın olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Üstelik Arthur’un uyuyanları, yeniden hayata döndürme aşamasında bir tür ‘resmi şarkı’ olarak Piaf’ın ‘Non, Je Ne Regrette Rien’ini kullanması, son derece zarifçe bir hareket olmuş.
‘Hayırdır inşallah’
The Guardian’ın ‘en oturaklı’ eleştirmeni Philip French, filme ilişkin ‘açılım’da bulunurken, zamanında antropolog Hortense Powdermaker’ın Hollywood’a ilişkin kullandığı, ‘Rüya fabrikası’ tanımlamasını hatırlatmış. Evet, ‘Başlangıç’, ‘Rüya fabrikası’nın son mamüllerinden biri. Hoş filmin temposuna, mesela ‘Rüya tabirleri’ni psikiyatri masasından açıklama yönünde ilk adımı atan Freud ya da Jung gibi isimler dayanabilir miydi, bilemem. Ya da bu hikâye bir başka ‘Rüyacı’, David Lynch’in elinde nasıl biçimlenirdi, burası da bir muamma. Ama bu haliyle, izlenimlerinizi ola ki başka birine aktardınız, alacağınız cevap sanırım, ‘Hayırdır inşallah’dan öteye gidemeyecek
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.