Nur Demirok

Nur Demirok

Aykırı düşünmenin erdemi

Aykırı düşünmenin erdemi

Şunu bilmeliyiz ki, eğer insanlar aykırı düşünceler üretip tartışmasaydı bugün uygarlık dediğimiz o sihirli evren oluşmayacaktı. Hatta insan zekâsının asırlar boyu devam eden ilerlemesi duracak, zekâyla ilgili kuşaklar ötesine devşirilen genetik transfer sekteye uğrayacaktı.

Çoğumuzun popüler kültür jargonuyla "marjinallik" olarak dillendirdiği aykırı düşünceye ilişkin görüşlere birkaç ay önce yine bu köşede yer vermiştim.

"Cesaret Portreleri" isimli eserinde Amerika'nın ünlü başkanlarından Kennedy'nin yaratıcı bir toplumun ancak aykırı düşünenler sayesinde kalkınabileceğini söylediğini aktarmış; savaş sonrası Amerikalı küçük girişimcileri biraz da bu sözlerin ateşlediğini yazmıştım.

Kabul etmek gerekir ki, her şey kapitalizmin gücü ve kültürüyle sınırlı değil. Her düşünceyi farklı pencereden gören insanlık, bugün yaşamakta olan 5 ayrı uygarlığa damgasını vurmuş durumda. Batı kültürü aykırı düşünceler üretebildiği için bugün liderlik koltuğunda!

Neden-sonuç ilişkilerini sorgulayan ve her sistemin felsefi boyutunu tartışmaya açarak uç noktalara ilerleyen insanlık, en heyecan verici icatlarını ancak bu sayede gerçekleştirebildi.
 
Türkler de aykırı
 
Peki, "buluşçuluk" geleneğinden gelmeyen, hemen tüm yaşamı bulunduğu coğrafya nedeniyle savaşlarla sekteye uğramış bir toplumun aykırı düşüncedeki yeri nedir?

Bunu bir çırpıda yanıtlamak zor! Ancak imkân yaratıldığında Türklerin de pekâlâ aykırı düşüncenin erdemini yakalayacak kıvraklığa sahip olduğunu söylemek mümkün.

Bu köşede işin akademik yönünü inceleyecek değilim. Amacım çarşı-pazar dünyasının geçmişine uzanarak birkaç basit örnek vermekle sınırlı olacak.

Kısacası dünyaya kapalı olduğumuz yıllarda bile aykırı düşüncelerle basit yenilikler üretebilmiş bir toplumun üyeleri olduğumuza sizleri inandırmak şu andaki gayretimin odak noktası.
 
 
Küçük işlerde aykırı düşüncenin erdemi
 
Hayatta olanlar bilir; yıllar öncesinin Ankara'sında Sıhhiye ile Kızılay Meydanı arasında bir yerlerde "Kareli" isimli bir restoran vardı.

Yalnız zamanın politikacıları değil, başkentin bürokratları, sanat insanları da genellikle orada toplanırdı. Her akşam içkili sofralarda katı sosyalizm üzerinden vatan kurtarılır, herkes açıktan söyleyemediği aykırılıkları dile getirirdi.

Mekân, her şeyin kare şeklinde olduğu bir yerdi. Restoranda tabaklar-çanaklar kare şeklindeydi. Mekâna asıl karakterini veren görüntü ise duvarların yekpare kare şeklinde ahşap plaklarla kaplanmış olmasıydı.
Masalar, resimler, aplikler dört köşeydi. Hatta sandalyeler bile düşey ve yatay karelerin bileşiminden oluşmuştu.

Yer döşemeleri kare, tavan kare, kapılar kare ve nihayet tuvaletler bile kare şeklindeydi. Aşçı kare şeklinde bone takar, garsonlar kareli gömleklerle servis yapardı. Her şeyin kareli olması belki de o mekâna yalnız geometrik anlamda değil, felsefi manada da bir anlam yüklerdi.

Servis edilen köfteler başta olmak üzere, ekmek dahil tüm mutfak mamulatı da kare şeklindeydi. Kaşık ve çatallar da bu modanın etkisiyle sapları aynı kalmış, uçları kare formuna dönüşmüştü.
 
 
Türk işi fast food
 
Beni girişim dünyasında etkileyen bir başka aykırı düşünce örneği ise yine yıllar önce bir arkadaşımın oldukça ilginç bir projesiyle ilgilidir.

Yüksek mühendis olan dostumun en büyük hayali o tarihlerde İstanbul'da pek meşhur olan fast food kültürünün yerli temsilcisi "Kristal Büfeleri"ne alternatif olacak aykırı bir sistem yaratmaktı.
"Fast food"un simgesi tost ve hamburger değil, bizim ulusal yemeğimiz sayılan "kuru fasulye" olmalıydı!
Müşterilere tek kullanımlık özel kâselerde halis kemik suyunda pişirilmiş kuru fasulye ile tereyağlı pilav verilecek; arkasından da isteyene Osmanlı usulü mis gibi "zerde" ikram edilecekti. Tüm mönü bundan ibaretti!

Giderek genişleyeceğini ümit ettiği bu mini restoranlar sayesinde tüm İstanbul gayet ucuza "sağlıklı" bir lezzeti yeniden keşfedecek; fasulyenin nimet olduğuna bir kez daha tanık olacaktı!

Üstelik bana oldukça itici gelen ve mühendislik dürtüsüyle bulduğu, "kuru fasulye + pilav" terkibinin kısaltılmış şekli "kurupil" saçmalığı da böylece müthiş bir marka olacaktı!

Ne yazık ki bu aykırı düşüncenin mimarı değerli dostum Yeni Zelanda'dan aldığı bir iş teklifiyle uzak diyarlara gitti de İstanbul kenti "epey gürültü yaratacak" bu aykırılıktan mahrum kaldı! Sonradan öğrendim ki bu fikrini orada hayata geçirmiş ve hemen arkasından Avustralya'da bir dönerci zinciri kurmuş!
 
 
Shakespeare dükkânı
 
Bir başka örnek ise şimdi ismini vermeyeceğim ünlü bir yazar-şair dostuma aittir.

Zamanında iyi bir eğitimci olmasına rağmen bohem alışkanlıkları nedeniyle para kazanmakta zorlanan dostum Türkiye'de edebiyata ve edebiyatçıya değer verilmediğini söyler, sürekli yeni geçim yolları arardı. Şöyle kafasına uygun bir "kitapçı dükkânı" açsa tüm ideali gerçekleşmiş olacaktı.

Herkesin yaptığı kitapçı ve kırtasiyecilik onu kesmiyordu. Öyle bir "kitapçı dükkânı" açmalıydı ki kendi edebi kişiliğine uygun bir hadise olsun!

Beni bir fikir kıvılcımı için çok sıkıştırırdı. Bir İngiltere seyahatimin hemen ertesinde gördüklerimi kendisine naklettim.

O zamanlar pek acemisi olduğum Londra'da ekselans tavırlı bir adamın oldukça ağırbaşlı düzenlenmiş aristokrat dükkânında sadece William Shakespeare'le ilgili kitaplar gördüm.

Oysa hemen yanı başında bir başka dükkânda ise "Milton", "Smollett", "Hume", "Byron", "Dickens" gibi yazarların kitapları dizilmişti.

Sonradan öğrendim ki her iki yer de aynı kişiye ait.

Hoş bir pazarlama taktiğiyle Shakespeare'e bir ayrıcalık tanınmış ve koca bir mağazanın tümü ona tahsis edilmiş.

Dönüşümde dostuma her iki mağazanın müşteriyle dolu olduğunu ama Shakespeare'le ilgili kitabevinin önünde yerli/yabancı insanların kuyruk oluşturduğunu söyledim.

Sevgili dostum bu fikri pek tuttu. Sonradan kendi kafasında geliştirdiği bir başka projeye bu aykırılığı uyarlayıp öğretmenlikten işadamlığına geçti. (Bu oldukça hoş hikâyeyi eğer iznini alabilirsem bir başka yazımda sizinle mutlaka paylaşacağım.)    
 
 
Fırsatlar aykırılıktan beslenir
 
Girişimcilikle aykırılık arasında nedense sıkı bir bağ vardır. Girişimcilik, patolojik olmayan "nevrotik" tarzda bir "aura"dan beslenir. Eğer bu "aura" kişide teşekkül etmemişse girişimcilik kuru bir taklitten öteye gitmez.
Çoğu zaman sakat gibi görünen fikirler ya da uçuk görüşler bir anda hiç ümit edilmeyen ticari yöntemlere işte böyle dönüşür.

Aslında girişimcilik, aykırı düşünce sanatının uygulanmasından başka bir şey değildir! Onun "sanat" olması ise görünen her şeyi kişisel yorumlarla özelleştirmekten ibarettir. Tıpkı edebiyat, resim ya da müzik gibi!
İşte kişiye özgü bu özelliğin bir fırsatla kesişip harekete geçmesi ise en sıra dışı yenilikleri yaratır. Her şey kuralların, geleneklerin ve tektipçiliğin yok edilmesine bağlıdır.

Bu yazı toplam 6131 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Nur Demirok Arşivi