1. HABERLER

  2. PSİKOLOJİ

  3. Sağlıklı ve Sağlıksız aşk İlişkileri Üzerine

Sağlıklı ve Sağlıksız aşk İlişkileri Üzerine

Sevme becerisi, bebeklik ve çocukluk döneminde aile ilişkileri sırasında edinilir, daha sonraki yaşamda pekişir, olgunlaşır ya da tam tersi bir olumsuz gelişmeyle körelebilir.

A+A-

Dr. Erol Göka / HABER10.COM


Aşk, sevginin türlerinden birisidir ve görüldüğü gibi çok zor, değişik bir yaşantıdır. Öylesine zor ve değişiktir ki, aşk diye bir yaşantı olduğunu bilmeseydik, bu ruh haline pekala “ruhsal rahatsızlık” diyebilirdik. Aşkın bu hastalığa yakın hali, aşk üzerine yazılmış sanat eserlerinde, şarkı sözlerinde, hikaye ve romanlarda o kadar çok görülür ki! Aşık da kendi ruh halini anlatabilmek için en çok deliye benzediğini, aşkından deli divane olduğunu söyleyip durur. Onların bu sızlanışları ve delilik benzetmeleri, bazen insanlarda aşkın sağlıklı insan işi olmayacağına dair bir etki bile bırakabilir. Aşkın sadece zaten deliliğe yaklaşmış insanların kapısını çalacağı düşünülebilir. Oysa asla böyle değildir. Aşk, hepimizin sağlıklı sağlıksız, yaşlı genç, akıl baliğ her insanın kapısını çalabilir, insan olan herkes, bu insanlık halinden payına düşeni alabilir. Elbette herkesin aşık olması gerekmiyor, birçok insan aşk durağında bir an bile durmaksızın tamamlayıp gidebilir dünya hayatındaki yolculuğunu. Ama sevme becerisi hemen hemen yok diyebileceğimiz ağır içe kapanmayla seyreden “şizoid”, kendisini asla başkasının yerine koyamayan, kendinden başka kimseyi düşünmeyecek kadar vicdansız olan “narsisistik” ve anti-sosyal kişilik bozukluğu olanlar dışında aşkla herkes müşerref olabilir. Aşk, karşılaştığı insanın ya da kapısını çaldığı (aslında aşk bize gelmez biz aşka gideriz) kişinin hangi kişilik özellikleri taşıdığına bakmaz. Onu içeri buyur eder, nasıl bir yaşantı vaat ediyorsa her gelen konuğa ayrım yapmaksızın yaşatır. Ama herkes bu yaşantıyı aynı ölçüde kaldıracak donanımda değildir. Karşılaştığımız sıkıntılar, yaşadığımız olaylar, hatta seyrettiğimiz bir film bile hepimizde benzer etkiyi göstermiyor. Bazılarımız bazı yaşam olaylarını yüklenemiyoruz. Olayların ağırlığı altında eziliyor, dağılıp gidiyoruz. Aşk, başımıza gelebilecek, katlanması en zor yaşantılardan bir tanesi. Onun için bırakın ruhsal yönden güçlükler yaşayan, kişiliğinde zafiyetler olanları, en güçlü olanlarımızı bile sersemletip yere yıkabilir. Bu yüzden aşktan konuşurken onun bu zorluk ve değişiklik özelliklerini hep aklımızda tutmalı, böyle bir yaşantının en sağlıklı insanları bile sarsacağını unutmamalıyız.

Aşık olabilmek için sevme becerisini asgari düzeyde de olsa edinmiş olmak gerekir, ki çok ağır kişilik bozukluklarını ve insani özelliklerde yıkım getiren ruhsal ve fiziksel hastalıkları ayrı tutarsak insanların kahir ekseriyetinde bu becerinin olduğunu söyleyebiliriz. Sevme becerisi, bebeklik ve çocukluk döneminde aile ilişkileri sırasında edinilir, daha sonraki yaşamda pekişir, olgunlaşır ya da tam tersi bir olumsuz gelişmeyle körelebilir. Sevme becerisinin olgunluk düzeyi diğer birçok başka şeyin yanı sıra aşk yaşantısının sağlıklı olup olmayacağını belirler. “Diğer birçok şey”, dediğimizde aşk yaşantısının güçlük düzeylerini ve uyum durumlarını etkileyen faktörleri, örneğin kendimizin ve aşık olduğumuz kimsenin aşk yaşantısı sırasındaki ekonomik, sosyal, medeni, biyolojik-tıbbi durumumuzu, hayat tecrübemizi, yaşadığımız sıkıntıları, baş etmek zorunda olduğumuz dertleri anlatmak istiyoruz. Tüm bu faktörler, kimi zaman öylesine olumsuz bir biçimde bir araya gelirler ki, olgun bir sevme becerimiz ve sağlıklı bir kişilik yapımız olmasına rağmen aşk yaşantımızda hastalıklı, tuhaf görünümler sergileyebiliriz. Önce şu “sağlıklı” diye nitelediğimiz aşk yaşantısında olması gereken özellikler üzerinde duralım:

Sağlıklı aşk yaşantısı, aşkın hayatı olduğu gibi karşılayan, kaderiyle boğuşmayan, olgun bir kişilikteki icrasıdır. Olgun kişilik, olgun savunma düzenekleri içinde yaşar aşkı. En çok oyuna benzeyen dünya hayatında, hayat mücadelesinde aşkı ve sevgiliyi kendisine sunulan varolma, bilgeleşme fırsatı olarak görür. Aşkı ve sevgiliyi yüceltmeyi, kendisini yeterince onlara adamayı bilir. Aşkı ve sevgiliyi üstün tutar ama mutlaklaştırmaz. Elbette aşk yaşantısının kaotik ortamında birçok gelgitler yaşayabilir ama son tahlilde iyi bir sevgili olmak, sevgilisinin gönlünü hoş tutmak için çalışır.

Aşkını sağlıklı bir biçimde yaşayan aşkta aşık, sağlıklı her insanın yaptığı gibi kendi sınırlarının farkındadır. Neyi arzu ettiğini, bu arzusuna ulaşmak için karşısını nereye kadar zorlayacağını bilir. Haddi aşmaz, beki zaman zaman aşktan başı dönmüştür, aklı karışmıştır, hiçbir şeyi tam manasıyla bilemeyecek durumdadır ama haddini bilir. Durulacak yerde durur, diretmez, kimseyi rahatsız etmez, özellikle sevdiği insana zarar gelecek diye ödü patlar, arzusunu baskılayabilir. Bir ayağı hep gerçekliktedir, hep gerçeğe uygun davranmaya, iletişimi sağlıklı biçimde sürdürmeye gayret eder. Zaman zaman işlerin yolunda gitmeyeceğini, karşısındakinin de bir insan olduğunun, frekansların arada bir tutmayabileceğinin farkındadır. Aşkta esas olanın karşılık beklemeden vermek ve adanmak olduğunun bilincindedir, hayal kırıklıklarında yaşadıklarını içine gömebilir. Kendi onuru da sevdiğinin onuru da onun için çok önemlidir, gerekirse kavuşamamayı göze alır ama onurları ayaklar altında çiğnetmez. Zorla güzellik olmayacağını, insanın birisini sevip sevmemesinin, duygularının tamamen iradi bir denetim altında tutulamayacağını çoktan anlamıştır. Sevgi dilenmez ama karşılık alması halinde dünyaların kendisinin olacağını da bildirmekten geri kalmaz. Ortalığı velveleye vermez, tehditten rüşvet, üçüncü kişilerden medet ummaz. Aşkın kendisini bir bağış olduğunu bilir, aşkı aşık olmasa bile ona yeter.

Kavuşma gerçekleşmişse, bunun kendisi için paha biçilmez değerinin farkındadır. Sevgilisi ne kadar mutlu olursa, aşkın sağlıklı bir sevgiye dönüşme ihtimalinin o kadar güçlü olacağını sezinler. Davranışlarını bu bilinçle ayarlar. Karşılıklı güveni zedeleyecek davranışlar yapmaktan da aşkını gerekçe gösterip sevgilisini sıkboğaz etmekten de kaçınır. Taleplerinde hiçbir zaman arsızlık düzeyinde ısrarcı olmaz, mahcubiyetini hep muhafaza eder. Bu mahcubiyet gerçekten de sağlıklılık ölçütü olarak çok önemlidir. Sağlıklı aşık mahcuptur, mahzundur, hüzünlüdür. Onun hüznü kederden farklıdır, içinde hep umudu barındırır. Bu yüzden gerçek aşklar aslında başkalarınca hiç bilinmeden kalırlar. Ortalık ayağa kalkıyorsa, dedikodudan göz gözü görmüyorsa, gürültü patırtıdan geçilmiyorsa, her yer kan revan olmuşsa emin olun orada aşk olsa bile kaliteli ve sağlıklı değildir.

Sağlıklı aşk yaşantısı için saydığımız bu ölçütleri iyi anlayabilirsek, hastalıklı olan aşkları daha iyi tanıyabileceğimiz gibi, aşka düştüğümüzde hele hele imkansız bir aşka düştüğümüzde ne yapacağımızın da yol haritasını edinmiş oluruz. Her aşk yaşantısı evlilikle, beraberlikle nihayetlenecek diye bir kural yoktur. Hatta hepimiz içten içe biliriz, aşk yaşantılarının çoğunun evlilikle, beraberlikle bitmediğini. Olgun aşık, yalnızca aşık olduğu kimseye değil, gerçekten kimseye, özellikle çevresindekilere zarar vermeyen, sevdiklerini sakınan birisidir. Hem aşkını, hem hayat mücadelesini bir arada sürdürür, zorluğu, cefayı bile bile. Olgun aşığın içinde yaşadığı, yaşattığı büyük gerilimler, türküler, şiirler, büyük sanat eserleri olarak dışa vurulurlar. Kavuşmak muhteşemdir ama insan olmak, kimseye zarar vermemek ondan da yüce. Bazen beklemek, korkaklık aşka ihanet, bize bahşedilene sırtını dönmektir ama bazen sabır, en yüce erdem, en insani eylemdir.

Bu özellikleri gösteremeyen, insani bir ahlaki gerilimden nasipsiz aşk yaşantıları hastalıklıdır, patolojiktir. Ancak bu özelliklerin oldukça subjektif (öznel) olduğunu söylemeliyiz. Subjektiflik hem bizim tarafımızdan belirlendiği, bizim ifadelerimizle dile getirildiği içindir hem de pekala herkesin “Benim aşkım tam da burada söylendiği gibi ve sağlıklı” deme hakkı olduğu için. O halde sağlıklı ve hastalıklı aşk ayrımı yapabilmek için daha objektif (nesnel) ölçütlere ihtiyacımız var.

Aşk yaşantısının sağlıklı olup olmadığının şimdilik bulabildiğimiz en iyi işareti, ölçütü, aşığın aşka yatırdığı beklentinin düzeyi ve bu beklentinin karşılanıp karşılanmadığı konusundaki hissi sağlayabilmektedir. Doğayı, bir çiçeği, bir hayvanı, bir manzarayı sevdiğinizde, daha doğrusu doğadaki bir şeyi sevebilme becerisi gösterdiğinizde içinizden hissettiğiniz mutluluk ve coşkuyla belli edersiniz sevginizi. Onlardan ayrıca bir karşılık beklemezsiniz. Ancak insan ilişkilerine gelindiğinde sevgi doğaya karşı hissettiğimizden çok farklılaşır, karşılık bekler, özgürce bir akışa bırakamaz kendisini. Sevgimize karşılık beklememiz demek, sevgimizi istediğimiz gibi dışa vurmayacağız, karşımızdakinin tepkilerine göre kendimizi ayarlayacağız demektir. Birçok insanda sevme becerisi olmasına rağmen, sevme becerisini olgunluk düzeyinde geliştirmiş insanlarda bile aşkın sağlıklı bir biçimde yaşanamaması bu “karşılıklılık beklentisi” nedeniyledir. Tam bir fasit daire oluşturur karşılıklılık beklentisi, aşk için uğraştıkça batarsınız, battıkça uğraşırsınız. Beklenti, beklenen şeyin gerçekleşmeyebileceği korkusunu doğurur, korku da hayal kırıklıkları ve bozgunlara yataklık eder.

Bazıları bu kadar olumsuzluklara yol açıyorsa karşılık beklemeden sevmeyi, sevgiyi özgür bırakmayı önerebilir. Ama bu tür öneriler naif ve çocukça olmaları bir yana insan varoluşuna, tabiatımıza aykırıdır. İnsan arzusunun ayırt edici niteliği başkasının arzusunu arzulamaktır. İnsani arzu mutlaka karşılık bekler. Bir bakıma aşkı aşk yapan da bu beklentinin yüksekliği, içimizden gelen okyanusvari buluşma dalgası, cennet vaadinin gerçekleşmesi hissidir. İnsan ilişkileri sırasında beklentilerimiz farklı farklıdır. Karşılaştığımız birinden sadece selamımıza karşılık vermesini, bir başkasından bizi sevimli bulmasını ve kabul etmesini bekleyebiliriz. Olağan gündelik yaşantımız sırasında insanlardan beklentilerimiz genellikle bununla sınırlıdır. Ama bazı insanlar beklentilerimizi de yükseltir. Örneğin genetik yakınlığımız olan ailemizden, akrabalarımızdan daha yüksek bir beklenti içindeyizdir. Beklentimizin yüksek olması için genetik yakınlık şart değildir. Karşılaştığımız bazı insanlar bizim için öylesine önem kazanır, öylesine içimize işlerler ki, onların da bizi çok sevmesini, ayrı bir değer vermesini, hayran olmasını ve bizden etkilenmesini isteriz. Bir insandan bu tür beklentilerimiz yükseldikçe onun sosyal hiyerarşimizdeki yeri de güçlenir, zaten genellikle bu tür kimselerle yakın, arkadaş, dost oluruz.

Aşk ilişkisinde ise beklentiler doruktadır, o kadar doruktadır ki, yükseklikten başımız döner, saçmalamaya başlarız. Sınır tanımayan beklentilerimiz hastalığa çok yakındır, hatta hastalık işaretidir. Karşısındaki insanın kendisine tapmasını, ayaklarına kapanmasını, bana tamamen teslim olup bağımlı hale gelmesini, kendisinden başka hiçbir şey düşünemeyecek kadar düşüncelerinin felç olmasını, hiçbir eleştiri getirmeden bizi yüceltmesini, elimizde bir oyuncak olmasını istemek… Bu ifadelerin geçtiği şarkı sözleri geliyor gözümüzün önüne. Bu tür temaları olan şarkıları dinleyip zevk aldığımıza göre demek ki bu şarkılarda geçen sözlerle bir ünsiyetimiz, bir gönül bağımız var, demek ki sevdiğimizden biz de bunları bekliyoruz. Ama eğri oturup doğru konuşalım, bu sözlerde sağlıklı bir ilişkinin esamesi bile okunmaz. Demek ki hastalıklıdır, demek ki aşk sırasında hissiyatımız hastalığın sınırlarında dolanmaktadır.

Herkesin aşktan beklenti düzeyi, kendisine, kendi kişiliğine o sıradaki ihtiyaçlarına göredir ama her halükarda yüksektir. Beklentimizin ne kadar yüksek olduğu, karşılanmaması halinde yaşayacağımız hayal kırıklığı ve bozgunun da şiddetini gösterir. Beklentimizin neden yüksek olduğu hakkında birçok laf edilebiliriz. Hayatımızın şansını yakalamışızdır, kader bu kez yüzümüze gülmüştür, ruh ikizimizle karşılaşmışızdır vs. Böyle birçok neden sayarız aşıkken kendi kendimize. Bunlar bizim aşıkken uydurduğumuz, kendi hayal dünyamızın mahsulleridir, ne kadar doğru olduklarının bizden başka bir ölçüsü, ölçücüsü yoktur. Ama beklentimizi yükselten psikolojik nedenler arasında yer alabilecek bir özellik mutlaka bilinmelidir. Bu da özellikle çocukluğumuz boyunca yaşadığımız örselenmeler, reddedilmelerdir. Bir insanın başına gelebilecek en acı şeylerden birisi, bizi sevmesini istediğimiz birisi tarafından sevilmemektir. Kabul edilmeme, reddedilme bizi çok incitir, derinden yaralar. Çocuklukta yaşadığımız reddedilmeler, o sırada onlarla baş edecek mekanizmalara sahip olmadığımızdan çok daha acıtır, belleğimize kazınır. Aşk yaşantısından beklentilerimizin yüksek olmasında geçmişin reddedilme anıları, yeniden reddedilme korkusu rol oynayabilir. Kendi onarılmamış acılarımızla işimizi bitirmeden, geçmişin yaralarını sarmadan aşk yaşantısındaki dengeleri gözetebilmemiz pek ama pek zordur.

Her neyse, demek ki reddedilmiş olmak, aşkına yeterince karşılık alamadığını hissetmek, bazen gerçekten başımıza gelse de, çoğu zaman kendi beklenti düzeyimizle yakından ilgilidir. Çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki, aşkına hiç karşılık alamamış, bırakın karşılığı hor görülmüş bir aşığın yaşayacağı acı, bir insanın yaşayabileceği en şiddetli psikolojik acıdır. Yaşadığımız acıların, yıkımların, hissedeceğimiz nefretin, göstereceğimiz şiddetin, algılarımızdaki ve düşüncelerimizdeki bozulmanın ana rahmi olduğunu ise binlerce psikolojik araştırmadan dolayı artık ezbere biliyoruz.

Hastalıklı, patolojik aşk yaşantılarının en temel özelliği, karşılıksızlık duygusudur. İster gerçek ister hayali bir ilişki içinde yaşansın hastalıklı, patolojik aşık, kendi sevgisine asla istediği gibi bir karşılık alamadığı inancındadır. O en çok sevendir, en çok acı çekendir; sevgiliyse acımasız bir zalim. Hastalıklı, patolojik aşk yaşantılarında özgecilik ve yüceltme, inanılmaz boyutlardadır; adeta aşığın kendiliği silinmiştir ama dikkatli bakıldığında bu mazokistik kıvranmanın altında ciddi bir manipülasyon çabası görülür. Sevgili, ne yapıp edip ona istediğini vermelidir. Karşılıksızlık duygusu yaşayan hastalıklı aşık, istediğini alabilmek için, isteğini küçültür, kendisini acındırır. “Birazcık sevgi”, “sadece bir merhaba”, “tatlı bir gülümseyiş”e kadar indirir sevdiğinden beklentisini. Bunlardan birisini verse sevdiği dünyalar onun olacak, daha başka hiçbir şey istemeyecektir. Aşık-sevgili ilişkisi, dilenci-sadaka sahibi ilişkisi gibi gayri-insani bir hal alır. Bu sevimsiz, insanda hoş izlenimler bırakmayan tutum, tam bir kandırmacadır, hem kendisini hem karşısındaki insanı kandırmaca. Dolayısıyla ortada işleyen özgecilik ve yüceltme değil, karşısındakini hiçe sayan, ona kendi dilediği biçimi vermeye çalışan bir düzenek vardır. Hastalıklı aşk yaşantısında, esas olan yaşantı değil gösteridir; hayat mücadelesi olduğu gibi kabullenilemediğinden hep başkasından yardım dilenir. Sevgiliye yönelik manipülasyon düzeneği kitlelere yönelik olarak da sürdürülür; kitleler de kendi arkasına alınmaya çalışılır. Kendisini yerden yere atarak, görülebilecek en yüksek yere çıkarak "ne çok seven ve acı çeken bir insan” olduğunu insanlara anlatmaya, kendisini acındırmaya çalışacak kadar ileri gidebilir hastalıklı aşığın tutumları. İnsanı yaralayan, bir insan kardeşinin geldiği durumdan dolayı utanç, suçluluk karışımı duygular yaşatan bu tür tutumlardan bir fayda temin edildiği şimdiye kadar görülmemiştir. Bazen geçici başarılar sağlansa bile böyle çürük bir temele dayalı bir ilişkinin olamayacağını, eninde sonunda hayatın gerçekliği karşısında tuz buz olup gideceğini herkes bilir.

Aşk acısını hastalık düzeyinde yaşayan insanların, içlerinden böyle güçlü hisler, acındırma duyguları gelse bile ne yapıp edip bunları davranışa dönüştürmemeleri gerekir. Zira bu tutumlarla insanlık onuru ayaklar altına alınmakta, sadece kendisinin ve sevdiği insanın değil tüm insanlığın onuru çiğnenmektedir. İçinden hastalıklı hisler gelse bile aşık insan bunların aşkla değil kendi hastalığıyla ilgili olduğunu bilmeli, aşkı, sevdiğini yere düşürmemelidir. İnsan umutla olduğu kadar korkuyla ve acıyla dolu bir varlıktır, hepsinden çok çok vardır ömrün değirmeninde. Bazen acılara, ıstıraba katlanmaktan başka gidecek yolumuz kalmaz. Bu cesareti göstermek, ıstıraba katlanacak cesaretle davranmak, önce insanlığı ve aşkı ve belki de karşılıksızlığı çekilen aşkı kurtaracaktır.

* Dr. Erol Göka’nın Psikiyatri uzmanı Dr. Sema Göka ile birlikte yazdığı “Kadınlar Erkekler Aşıklar” kitabından alınmıştır.

Bu haber toplam 12882 defa okunmuştur

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.