Rüyanın psikolojisi
Bilim dünyası hem Freud hem de Jung'un ortaya koyduğu teoriler ile rüyaları inceliyor, neden rüya gördüğümüzü ve rüyaların etkilerini araştırıyor. Nörobilim, her yeni araştırmada rüyaların farklı fonksiyonlarını ortaya çıkarıyor. Rüyalar Freud’a göre bilinçdışının, yani bilinen tabirle bilinçaltının arzularının, bastırılan duyguların telafi edildiği bir alan. Jung ise atalarımızdan gelen birikimin bize rüyalardaki arketipler ve semboller yoluyla mesajlar verdiğini öne sürüyor. Jung'un rüya teorisi, yeni yapılan bir nörobilim araştırması ışığında bize kabuslar ve çeşitli rüyalar hakkında önemli bir bakış açısı veriyor.
Uyku esnasındaki beyin aktivitelerinde öğrenme, depolama ve anıları düzenleme sağlanıyor. Rüyalar ise akla gelmeyecek faydalar sağlıyor. Kâbus veya korkutucu sayılan rüyalar da bunun bir parçası. Kötü rüyalar denilen türde rüyalar görmek, beynin kendini düzenleme faaliyeti olarak dikkat çekiyor.
Kabus görmek iyi bir amaca hizmet eder mi?
Rüya, bilim dünyasının halen gizemini araştırdığı bir fenomen. Cenevre Üniversitesi tarafından, Wisconsin Üniversitesi işbirliğiyle yapılan bir nörobilim araştırması, korkutucu rüyalar görme esnasında beyinde olan bitenlerin günlük hayatta bize yardımcı olduğunu ortaya koydu.
Araştırmada, rüyada korku duygusu yaşadığında beyinde aktive olan bölgenin, uyanıkken korkutucu durumlar yaşandığında daha iyi tepki vermeyi sağladığı tespit edildi. Başka bir deyişle kabusların, korku uyandıran durumlara çok daha etkili şekilde yanıt vermeyi sağlayan beyin bölgelerini aktive ettiği görüldü.
Araştırmada, rüyada hissedilen korkunun sinir ağları ile olan ilişkisi ilk defa tanımlanmış oldu. Yapılan deneyde bilinçli farkındalık durumuyla ilişkili olan medial prefrontal korteksteki aktivite, görülen kabus ile orantılı olarak artıyordu. Korku durumunda aktive olan amigdalanın etkinliği ise azalıyordu. Kısacası kabus görüldüğünde beyinde ilkel tepkilerle ilişkili olan bölüm yerine, bilinçli tepkilerden sorumlu bölüm daha aktif oluyordu.
Korkutucu rüya görmek, uyanık geçirdiğimiz zamanlardaki tepkilerimizin bilinçli olmasına yardımcı oluyor. Yani beynimiz, uykuda ve uyanıkken hissettiğimiz duygular arasındaki bağlantıyı ayarlamaya yardımcı oluyor. Bu sonuçlar, hem uykuda hem de uyanıkken hissettiğimiz duygular arasındaki güçlü bağlantıyı gösteriyor. Uyandığımızda rüyalara tepki vermek için, beynimiz rüya görürken olan korkutucu durumlara yönelik olarak bir nevi uyarlama yapıyor. Ortaya konan bu nörobilimsel teoriye göre beyin, ihtiyaç duyulan ayarlamaları kendiliğinden yapıyor.
Rüyalar, psikolojik durumlarla bağlantılı gösteriliyor. Gördüğümüz bazı rüyaların, beynin korkutucu durumlarla başa çıkmak için adeta bir hazırlayıcı işlemler yaptığını ortaya konuyor. Peki, nasıl rüya göreceğimizi önceden belirleyemeyeceğimize göre, rüyaların bu faydalı yönüne nasıl yakın durabiliriz? Bu aşamada akla Jung’un kolektif bilinçdışıyla ilişkili arketipsel rüya teorisi ve sembollerin, arketiplerin rüyalardaki rolü akla geliyor.
Jung’un rüyalara bakış açısı ile mitoloji ve arketipler bağlantısı
Yirminci yüzyılın en önemli bilim insanlarından, psikiyatrist, yazar, eğitimci, ressam ve seyyah Carl Gustav Jung, rüyaları mitoloji, din ve kültürle ilişkilendiriyordu. Rüyalara büyük ilgi duyan ve kendine özgü bir yaklaşım geliştiren Jung, bazı hastalarının rüya analizlerinden örnekler vererek, rüyalara bakış açısını “Rüyalar” isminde bir kitapla ve birçok yayınla ortaya koymuştu. Jung, rüyaların bilinç ve bilinç dışı arasında dengeleyici bir unsur olduğunu öne sürüyordu. Bastırılmış acı verici düşüncelerin veya arzuların kendilerini ancak sembolik olarak ifade edebildiğini, arzuların semboller aracılığıyla giderildiğini söylüyordu.
"Kompleksin doğasında her zaman bir arzu ve direnç vardır. Hayatımızı arzularımızın farkına varmak için mücadele ederek geçiririz. Yaptığımız her şey bir şeylerin olmasını ya da olmamasını istememizden kaynaklanır."
Jung'un, Freud'dan ayrıştığı noktalardan biri de rüyalardı. Jung, rüyaların dengeleyici olduğunu düşünse de, Freud'un düşündüğü gibi sadece bir telafi mekanizması olduklarına inanmıyordu. Rüyalarla ilgili teorisini farklılaştıran Jung, rüyaların ödünleme, kehanet, dini mesaj ve nevrozları yansıtma gibi çeşitli fonksiyonları olduğunu öne süren bir teori ortaya sundu. Psikoloji literatürüne kolektif bilinçdışı ve arketip kavramlarını kazandıran Jung, rüyalardaki arketipleri kolektif bilinç dışının ispatı olarak öne sürdü. “Büyük rüyalar” olarak nitelendirdiği rüyalardaki arketiplerin, kolektif bilinç dışının varlığını gösterdiğine inanıyordu.
Jung’un rüyalarla olan ilişkisi kendi çocukluğundan itibaren rüyalarla olan yakın ilişkisine dayanıyordu. Yaşamı boyunca farklı kültürleri incelemiş olan Jung, özellikle çocukluk dönemi rüyalarının evrensel bir içeriğe sahip olduğunu tespit etmişti. Bu bakımdan çocukluk rüyalarının mitolojik sembollere ve arketiplere daha açık olduğunu söylüyordu.
Jung rüya teorisinde kolektif bilinçdışı; atalarımızdan aktarılarak süregelen, her dönem yeni şeylerin eklendiği, insanlığa özgü ortak unsurlar taşıyan bir depo olarak tanımlanıyordu. Özellikle de “büyük rüya” olarak tanımladığı rüya türünü bilinçten bağımsız, bilinç yüzeyine çıkmamış, toplumsal bir psişik birikim olarak nitelendiriyordu.
Jung’un bahsettiği arketip kavramı nedir?
Arketip, zihinsel prototip ve bilinçdışına dair bir imge olarak tanımlanıyor. Arketipler, kolektif bilinç dışının içeriğini oluşturuyor ve insanın doğasına dönmesinde bir köprü görevi görüyor. Başka bir deyişle, doğal bir bilgi kaynağı olarak anlam içeriyorlar ve rüyalarda sembollere dönüşüyorlar.
“Denge” kavramını da psikolojide bir kavram olarak kullanmaya başlayan Jung; aslında birçok kültürde denge kavramının önemli bir yerde olduğuna dikkat çekiyor. Uzakdoğu felsefesinde yin-yang, Kelt mitolojisinde siyah-beyaz gemi, Amerikan yerlilerinde ve başka birçok kültürde ruh-beden dengesi aslında bilimsel olarak da organizmanın homeostatik dengesine denk düşüyor. Denge konusuna işaret eden Jung, denge bozulunca organizmada ortaya çıkan ihtiyacın rüyalar aracılığıyla tekrar sağlandığını savunuyor. Teoriye göre, aksayan durumlarda dengenin sağlanması için doğal olarak ortaya çıkan rüyalar, insan hayatının tüm evrelerinde bireyselleşmeye yardımcı oluyor.
Bilinç ve bilinçdışı arasındaki köprü
Jung’un rüya analizlerinin, mitoloji ve antik kültürlere dayanması dolayısıyla spiritüel özellikler taşıdığı söylendi. Yine de bir psikiyatrist olarak hayatı boyunca 80.000’den fazla rüya analizi yapan Jung’un rüyaları ele alış şekli, farklı ekollerden bilim insanlarının çalışmalarının temeli olarak güncel ortam için de önemli bir kaynak olmaya devam ediyor. İçgüdüsel tarzını ortaya koyan bir bilim insanı olarak Jung aslında 1961 yılındaki ölümünden sonra bile 21. yüzyılın ruhuna çok uygun bir rehber olarak yol göstermeye devam ediyor. Jung’un rüyalar, arketipler ve kolektif bilinç dışı konusundaki çalışmaları, geçmişimiz ve atalarımızdan gelen bilgilerle bağ kurmaya çalıştığımız bugünlerde çok daha dikkat çekici hale geliyor.
Rüyaların temel fonksiyonunun insana yardım olduğuna inanan Jung, rüyaları bu anlamda dini bir yönüyle de ele alıyor. Rüyaların bilgi içeren, ruh sağlığını koruyan, bünyesinde bilinç dışının bilgeliğini barındıran, unutulan olayları hatırlatan, telepati kurduran, egonun sınırlarını genişleten, kişiyi ikaz eden fonksiyonlar içerdiğini belirtiyor.
Rüyalarla bağlantımızı nasıl kurabiliriz?
Rüyaların sırları keşfedilmeyi beklerken "Rüya görmüyorum" demek de mümkün. Hiç rüya görmemek, modern yaşamda birçok insanın yaşadığı ve bazen aylarca süren bir durum. Bunun aksine, rüya görmemek için çözüm arayanlara da rastlanıyor. Ancak rüyalar mutlaka bir amaca hizmet ediyor ve bilim dünyasının da uzun zamandır ilgisini çekiyor. Nörobilimsel olarak etkileri ortaya konan rüyalar, yaşamımız boyunca anlamlarını merak ettiğimiz, bize yol gösteren ruhsal araçlardan biri. Psikolojik kökenini bulmak için yardım almak, zihni aşırı uyarandan uzaklaştırarak kaliteli bir uyku ortamı sağlamak, uyku saatlerine dikkat etmek rüyalardan daha fazla faydalanmamızı sağlayabilir. Elbette tek yöntem bu değil.
Özellikle kadınlar için menstrual döngü farkındalığı ile yaşamanın rüyalarla bağlantıyı tekrar kurduğu söyleniyor. Kadınların menstrual döngülerini doğal olarak yaşamaları durumunda rüyalarının rehberliğine daha açık hale geldikleri artık konuşulan bir gerçek. Kadın şifacılar buna dikkat çekerken, kadim geleneklerde kadınların regl zamanlarında rüyalarını takip edebilmeleri için “kırmızı çadır” gibi uygulamalar ile kadınların kendi içlerine dönmelerine uygun ortamlar sunulması geleneği yine kadın şifacılar tarafından hatırlatılıyor.
Modern dünyada ekran ışığı ve günlük tempo içinde uyku kalitesi etkileniyor ve kadınlar kendi doğal adet döngülerine ulaşmada zorluk yaşıyor. Özellikle de kadınlar için rüyalar aracılığıyla ortak bilinçdışından gelen mesajları almak olası bir yol olarak önümüzde duruyor. Kadınlık döngülerine sahip çıkmak ve hormonal ritmi tekrar yakalamak, rüyalarla bağımızı akıcı hale getirebilir gibi görünüyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.