Psikolojiyi Yeniden Düşünmek

Psikolojiyi Yeniden Düşünmek
Bu Makale Prof. Dr. Betül ÇOTUKSÖKEN tarafından Maltepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü "Psikolojiyi Yeniden Düşünmek Sempozyumu”nu Açılış Konuşmasından alıntılanmıştır.

Prof. Dr. Betül ÇOTUKSÖKEN**


"Psikolojiyi yeniden düşünmek” başlığının bize neleri çağrıştırdığı üzerinde durmaya çalışacağım. Bu bağlamda, psikolojiyi bir araştırma ve öğretim alanı olarak ele almak, ardından da psikolojiyi topluma/kamuya yönelik çalışmalarda bir biçimlendirme, dönüştürme aracı olarak görmek, başlangıç noktasını oluşturabilir.

Araştırma alanı olarak kökleri Eskiçağa kadar, Aristoteles’in Peri tes Psykhes’ine, daha yaygın Latince adıyla De anima’sına kadar giden psikoloji; insan ve toplum bilimleri, sosyal bilimler ya da kültür bilimleri veyahut da manevi bilimler öbeğinde yerini almaya çalışmaktadır. Bir bilgi dalı olarak psikolojinin konusunun ne olduğu, konusuna nasıl yaklaştığı, nasıl bir dil kullandığı türünden sorular, psikolojinin “theoria”sıyla, kuramıyla ilgilenenlerin gündeminde öncelikli olarak yer almaktadır. Bu sorunlar aynı zamanda psikolojinin de içinde bulunduğu  bilimler öbeğinin genel yapılanmalarına ilişkin sorunlardır.

Farklı bilim anlayışları, elbette toplumla bağlantısı içinde özellikle insanla, onların davranışlarını, zihin süreçlerini anlamaya çalışan psikolojiyi yakından ilgilendirmektedir. Tam da bu noktada bilimlerin dayandığı varsayımların çok ayrıntılı olmasa da neler olduğunu anımsamakta yarar var: [1]

Her bilimin, bilgisel yapının kendine özgü nesneleştirme biçimi, onu diğerinden ayıran temel bir ölçüt olarak kabul edilebilir. Bu bağlamda ontolojik ve epistemolojik belirlemeler büyük önem taşımaktadır. <="" p="">

Özellikle 19. yüzyılda üniversitelerde, araştırma enstitülerinde ve derneklerde kurumsallaşan insan ve toplum bilimlerinin en büyük isteği özerkliğini ilan etmekti. Kayıtlara göre de bunu ilk başaran tarih oldu. Ancak insan ve toplum bilimlerinin sınırlarını çizmek, onların nerelerde, nasıl kurumsallaşacağı konusunda belirlemeler yapmak hiç de kolay değildi. Örneğin coğrafya, hukuk, iktisat da içinde olmak üzere bu bilim öbeği birçok sorun içeriyordu. Yapılan yorumlara göre sorunlu bilim bölgelerinden biri de psikolojiydi. (…) bu disiplin de yeni bir bilimsel biçim kazanmak üzere felsefeden ayrılmıştı. Ancak uygulamada psikolojinin sosyal alandan çok tıbbi alanda yer aldığı kabul edildiğinden, meşruluğu daha çok doğa bilimlerine olan yakınlığına bağlıydı. Ayrıca Auguste Comte’un varsayımını benimseyen pozitivistler (…) psikolojiyi bu yöne doğru ittiler. Birçok kişinin gözünde bilimsel bakımdan meşru kabul edilebilecek tek psikoloji, fizyolojik hatta kimyasal psikolojiydi. Bu psikologlar “sosyal bilim”in ötesine gidip “biyolojik” bir bilim olmayı hedefliyorlardı, dolayısıyla çoğu üniversitede psikoloji sosyal bilimler içinde değil, doğa bilimleri bölümünde demir attı.

Tabii ağırlığı toplum içinde bireyi çözümlemeye veren başka psikolojik teoriler de vardı. Bu sosyal psikolog denilen akademisyenler, sosyal bilim kampında kalmaya çalışıyorlardı. Ancak sosyal psikoloji kurumsal özerkliğini tam olarak kazanmayı genellikle başaramadı ve psikolojiye göre, iktisat tarihinin iktisada göre düştüğü marjinal konuma benzer bir konumda kaldı. Birçok durumda, bir alt disiplin olarak sosyolojiye katılarak varlığını sürdürebildi. Psikolojinin kendi içinde de pozitivist olmayan, geisteswissenschaftliche psikolojisi (Windelbrand) ve Gestalt psikolojisi gibi çeşitli ekollerin bulunduğu açıktır.

Psikolojinin kendini sosyal bilim olarak tanımlamasıyla sonuçlanabilecek en güçlü ve etkili teori olan Freudculuk, iki nedenle bunu başaramadı. İlk olarak Freudcu teori tıp pratiği içinden doğmuştu; ikinci olarak başlangıcında skandal yaratan niteliği onu bir tür parya durumuna düşürdü ve psikanalistler kurumsal yeniden üretimlerini tümüyle üniversite sisteminin dışında oluşturdukları yapılarla sağlamaya çalıştılar. Bu ise, psikanalizin bir pratik ve düşünce ekolü olarak ayakta kalmasını sağlamakla birlikte, üniversite içinde Freudcu kavramların kendilerine daha çok psikoloji dışı bölümlerde yer bulabilmesi anlamına geliyordu.[3] Görüldüğü gibi sorun, yine theoria-praxis ekseninde düğümleniyor.

Yakın tarihlerde yapılan bu çalışmanın dışında, konuya dikkati çekenlerden biri de Husserl’dir. Doğalcılığın dışavurumlarından biri olarak doğa bilimlerine öykünen psikolojiyi büyüteç altına alan Husserl, deneysel psikoloji olarak psikolojinin her türlü bilimsel yapılanmanın temeli olma istemini eleştiri yoluyla gözler önüne serer. [4] Bu ironik tavır çerçevesinde Husserl bir dizi itirazda bulunur. Çünkü ona göre psişik olan kendi başına bir dünya değildir. (…) o Ben olarak ya da (…) Ben yaşantısı olarak verilmiştir ve böylesi şeyler, deneysel bedenler denen belli fiziksel şeylere bağlı olarak görünürler. (…) Doğa ilişkisinin bir kenara itilmesi, psişik olanın nesnel-zamansal olarak belirlenebilir doğa olgusu, kısacası psikolojik olgu olma özelliğini yok etmiş olur.[5] Geçen yüzyılın ilk çeyreğinde söz konusu olan belli bir psikolojizme karşı, fenomenolojinin sesi yükselmekteydi. 

Bu doğruysa, o zaman psikolojinin fiziksel doğabiliminden daha çok felsefe olmadığı ve olamayacağı hakikatine zarar vermeksizin, psikolojinin önemli bazı nedenlerden dolayı (…) felsefeye daha yakın olması ve kaderinde felsefeyle içiçe örülmüş kalması gerektiği sonucu çıkar.[6]

Psikolojinin yazgısı, bilmenin farklı yollarını imleyen iki kültürden birini seçmekle mi sınırlı kalacak yoksa felsefeyle olan ortak paydasını hep hesaba katmak zorunda mı olacak? Bunlar, “psikolojiyi yeniden düşünmek” söz konusu olduğunda göz ardı edilemeyecek sorular gibi görünmektedir. Bilimsel psikoloji, masabaşı psikolojisi ve bunların yanı sıra, alanlararası bir çaba olarak pozitivist baskıların ötesinde kendine yer bulmaya çalışan kültürel psikoloji, sosyal psikoloji olsun, her psikoloji çalışmasının kendine yönelerek, başta da üzerinde durulduğu gibi, nasıl bir nesneleştirme tarzı içinde olduğunu ortaya koyması gerekir. Pratik-pragmatik olanın içine iyice gömülmüş olan ve kendi “theoria”sını fark edemeyen psikoloji en çok kendine zarar vermektedir. Buraya kadar üzerinde durulanlar, bir araştırma alanı olarak psikolojiye özgü olanlardır ve elbette küçük bir bölüm olarak psikolojiye özgü olanlardır. Psikoloji; psikiyatriyle olan ilişkilerini ve kurumsal boyutta (: bilgi kurumları, üniversiteler vb.) ortaya çıkan diğer uzmanlık alanlarıyla olan ilişkilerini gözden geçirmek durumundadır. Daha ayrıntılı konuşmak gerekirse, hatta diğer alanlarla da olan ilişkilerini dikkate almalıdır. Örneğin; işletme ve rehberlik ve psikolojik danışmanlık alanıyla da olan ilişkilerine bir kez daha bakmalıdır. Öğretim söz konusu olduğunda da bu ilişikiler dikkate alınmalıdır. 

Psikolojinin bir öğretim konusu olarak kendine yönelmesi de onun kendisini düşünmesinin bir başka boyutudur. Bu bağlamda Edebiyat ya da Fen-Edebiyat yahut da İnsan Bilimleri ve Edebiyat ya da tersi adlarla kurumsallaşan fakültelerde yer alan psikoloji bölümleri, müfredatlarını nasıl oluşturmaktadırlar? Bu bağlamda birer yüksekokul ya da meslek yüksekokulu gibi mı iş görmektedirler, yoksa kuramsal olana da ağırlık verecek biçimde mi öğrencilerini yetiştirmektedirler? “Psikolojinin diğer bilgi dallarıyla olan ilikileri nasıldır, nasıl olmalıdır?” soruları da psikolojiyi yakından ilgilendirmektedir. Öte yandan, gerek lisans, gerek lisansüstü programlarda psikolojinin disiplinlerarası çalışmaları da gündemine alması yeni bir açılım olarak değerlendirilmelidir.

Bu nokta bizi psikolojinin “değiştirme” gücünün olup olmadığı konusuna taşımaktadır. Çünkü Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın da dediği gibi, [7] Böyle bir çabada kuramsal boyutun hesaba katılması asıl belirleyici olanı imler.

Önerilen çalışma programının sadece üniversitelerde yapılması gerektiği de ileri sürülemez. Psikoloji bağlamındaki sivil toplum kuruluşları da mutlaka işe ortak edilmelidir. Öyleyse psikolojiyi araştırma boyutunda, öğretim boyutunda ve topluma/kamuya yönelik, ilkin saptamayı, ardından yorumlamayı ve değiştirmeyi amaçlayan görünürlüğünde yeniden değerlendirmek gerekmektedir. Psikoloji böyle bir çabada, kendi dışında olanın gözlemlerine de önem ve değer vermeli ve kendisine dıştan bakabilme becerisini göstermelidir. 


** Prof. Dr. Betül Çotuksöken, Maltepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü, [email protected]

[1] Immanuel Wallerstein ve diğ., Sosyal Bilimleri Açın. Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılanması Üzerine, Gülbenkyan Komisyonu, Çeviren: Şirin Tekeli, 3. bs. Metis Yayınları, İstanbul, 2000, s. 12. 

[2] Agy., s. 18.

[3] Agy., ss. 32-33.

[4] Edmund Husserl, Kesin Bir Bilim Olarak Felsefe, Çeviren: Abdullah Kaygı, 2. bs., Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, Ankara, 2007, s. 17-18.

[5] Agy., ss. 18-19.

[6] Agy., ss. 22-23la

[7] Çiğdem Kağıtçıbaşı, Kültürel Psikoloji.Kültür Bağlamında İnsan ve Aile, Evrim Yayınevi, İstanbul, 2000, ss. 233-234.

Bu haber toplam 11195 defa okunmuştur
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.