Otorite İyidir Otoriteryanizm Felaket
İnsanın varlık olarak özelliği, yaşamında mutlaka "öteki"ni ve "ilişki"yi gerektirir. "Öteki"yle ve "ilişki" içinde varlığımızın icrası, ahlakı ve siyaseti hem vazgeçilmez insani durumlar haline getirir hem de çok yakın akraba kılar. Zira ahlak da siyaset de, son tahlilde, “öteki”ne ne yapacağımız, nasıl davranacağımızla ilgilidir. "Öteki" ve "ilişki"nin olduğu her yerde, tarihsel ve toplumsal olarak hangi biçimi alırsa alsın "siyaset ve ahlak" vardır. (Siyaset ve ahlak arasındaki ilişkinin daha ayrıntılı bir analizi için Timaş Yayınları’ndan çıkan kitabım “Aşk Her Şeyi Affederse”yi öneririm.)
Devlet de ahlak ve siyaset gibi ontolojik bir olgudur; insan varlığının toplum olarak örgütlenmesiyle birlikte ortaya çıkar. Bireysel varlığımızdaki, psikolojimizdeki ahlak ve siyasetin toplumsal psikolojimizdeki karşılığı devlettir. Bireyin “öteki” ile “ilişki”sinde varlığını icra ederken ortaya çıkan “ahlak ve siyaset”, “hukuk” ve “diplomasi” gibi adlar altında, toplumun kendi iç ilişkilerini ve dışarıya karşı ilişkilerini yürütme aygıtı olarak devletin faaliyetlerinde kendisini gösterir. Kısacası devlet, bireyin psikolojisiyle aynı ontolojik zeminden, insanın varlığından köken alır; insanın bireysel varlığının ahlak ve siyaset olarak yürüttüğü etkinlikleri, insanın toplumsal varlığı, devlet adı altında yürütür. İnsan varsa, ahlak, siyaset ve devlet olacaktır. Tartışılacak olan onların varlıkları değil, nasıl olmaları gerektiğidir. Henüz devleti konuşuyoruz; devletin nasıl olması gerektiğini tartışabilmek için de birbirine çok yakın gibi duran ama aslında aralarında dağlar kadar fark bulunan otorite ve otoriteryanizm kavramları üzerinde durmamız gerekiyor.
Otorite ve otoriteryanizm, yan yana getirilemeyecek kadar ayrıdırlar. Mümtazer Türköne, parlamenter sistem ile başkanlık sistemi arasında, futbolla Amerikan futbolu rugby arasındaki kadar bir fark olduğunu söylüyordu. Onun haklı olup olması bir yana, otorite ve otoriteryanizm arasında öyle büyük fark vardır ki, böyle bir örnek bile bu farkı anlatmaya yetmez. Şöyle ki:
Otoritenin baskı ve zorbalıkla yönetim demek olan otoriteryanizmle bir ilişkisi yoktur; otoritenin karşı tarafta hissettirdiği saygı ve minnet ile otoriteryanizmin hissettirdiği körü körüne itaat ve bağnazlık kadar karşıttırlar birbirlerine. Otoritenin özünde sanılanın aksine baskı, saldırganlık ve körü körüne itaat bulunmaz. Otorite, ötekinin hüküm vermede kendisinden üstün olduğunu ve kendisine takaddüm ettiğini kabul ve tasdik etmekten geçmektedir. Otorite, kimseye hediye edilemez, diyalog içerisinde kazanılır ve kazanılmak zorundadır; irrasyonel ve keyfi olamaz. İrrasyonel ve keyfilik yoluna sapan otorite, giderek otoriteryanizme dönüşür ve kendi mezarını da kazmaya başlar.
Otoriteryanizm kalıcı olamaz; hiçbir despot, öteki üzerinde uygulanan baskı, tahakküm ve manipülasyonla ila nihaye varlığını sürdüremez. Meydanlarda haykırılan slogan bir gerçeğin ifadesidir: “İnsanlık onuru, işkenceyi yenecek!” Fiziksel baskı ve tahakkümle insanların "iyi hayat" sorununa yeni ve kalıcı bir biçim veremezsiniz. Şüphesiz her insanın fiziksel zora bir dayanma noktası vardır ama onun dayanamayarak pes etmesi, zihninin zalimin hizmetine girmesi anlamına gelmez. Fiziksel olarak tükenen bedenlerin sahibi ruhlarda direniş devam eder.
Kimi zaman açık şiddet ortamlarında, saldırgandan korunmak için onunla özdeşleşmek gibi psikolojik bir savunma yolu seçilebilir ama bu yetişkin insan psikolojisi için kısmi ve arızi bir durumdur; “kendilik” (self; nefs) ilk fırsatta yeniden restore edilir, eski halini alır. Açık şiddet ortamlarına erken çocukluktan itibaren maruz kalanlarda ise, otoriteryen kişilik yapılarının da içerisinde yer aldığı daha kalıcı kişilik patolojileri gelişir; yeni zalimler, çoğu kere bu kıyıcı ortamlarda yetişenler arasından çıkarlar. Zorbalığa boyun eğmiş olmanın otoriteyi hakikaten tasdik etmek olmadığını böylece belirttikten sonra devam edelim:
Otorite, doğrudan doğruya düşünce, bilgi ve hayat deneyiminden kaynaklanan yetki ve itibar ile bağıntılıdır. Her diyalogda açık veya gizli bir otorite vardır. Otorite, diyalogda kendini zorla dayatan değil, ortaya seren bir özellik sergiler. Devlet-toplum diyalogu da aynı kaideye tabiidir. Eğer devlet ve yöneticiler, toplumla uyum içinde, onların organik temsilcisi gibi hareket ederlerse toplum tarafından varlıkları onaylanır, otorite olarak kabul görürler. Yok eğer zaten varlığı itibariyle toplumdan bir miktar yabancılaşmayı da içeren devlet ve yöneticiler, toplumla uyum içinde olmayı hep göz önünde bulundurmak yerine ne pahasına olursa olsun kendilerini toplumun üstünde görürlerse otorite olmaktan hızla çıkarlar, kendileri despot, yönetimleri otoriteryanizm haline dönüşür.
Otoriteryanizm, despotik yönetim, devlet-toplum ilişkisinin doğası gereği ila nihaye devam edemez dedik. İnsanlık tarihi, geleneksel bilgi mirasımız da böyle söylüyor, “zulümle abad olanın ahiri berbat olur” deniyor. Zira insan diyalog ister sahici bir diyalog da hak edilmiş otoriteye ihtiyaç duyar. Otoritenin yerine karşımızda otoriteryanizm görürsek içimizdeki isyan ahlakı harekete geçer.
Siyaset felsefesinden giderek dile getirdiğimiz bu durumları bir de psikoloji diliyle söylersek içimizdeki muhalefeti, isyan ahlakını daha iyi anlayabiliriz. İnsanın diğer canlılardan en önemli farkı, uzun bir bebeklik dönemi yaşamaya zorunlu olmasıdır. Uzun bir bebeklik dönemi, uzun bir bağımlılık dönemi demektir. Otoriteyi ilk kabullenişimizin kökleri, uzun bebeklik dönemi yaşantımızda bulunur. Bize bizden iyi bakacak başkaları olmasa var kalamayacağımız gerçeği, psikolojimize bir daha çıkmamacasına kazınır. Otoritenin iyi ki var olduğunu daha ilk diyalogumuzda yaşarız. Bu anlamda otoriteyi, psikolojide hep kaynaşmayı bozan, "üçüncü" olarak bilinen "baba"yla değil de, anneyle başlatmak çok daha uygun gibi görünmektedir. Kendimizi güvenli kollarına bıraktığımız, üstelik istesek de istemesek de bıraktığımız "anne", iç dünyamızdaki olumlu otoritenin ve olumlu devlet imgesinin de kaynağıdır. Yani devlet haddı zatında “ baba” değil tıpkı Kemal Tahir’in söylediği gibi “ana”dır, onun için “kerim” olması gerekir.
Anneyle yaşantımız boyunca ortaya çıkan kaçınılmaz hayal kırıklıkları da olumsuz otoritenin ve olumsuz devlet imgesinin, dolayısıyla muhalefetin ve isyanının kaynağıdır. İyilikle, kötülükle; minnetle, tasdikle, muhalefetle, isyanla ilgili tüm bilgimizin, bilincimizin kaynağı, annemizle olan bebeklik yaşantılarımıza uzanır. İnsanlık maceramıza annemize nispetle sonradan ilave olan baba, aile büyükleri ve öğretmen figürleri, anne-bebek ilişkisinde oluşan bu tabloyu olumlu ve olumsuz yönde değiştirebilir ama minnet ve isyan formatı aynı kalır. Bu ikilem, sonraki yaşantılarımız boyunca sürer gider; bizi sunulana hayran bırakan, ötekiyle kaynaşmamızı sağlayan ve ihtiyaçlarımızı karşılayan "iyi"yi ve tasdiki; hayal kırıklığına uğratan, yalnız ve çaresiz bırakan ise "kötü"yü ve isyanı besler durur. İçimizde bize kendini açan, kendinde olanı cömertçe ve şefkatle sunana karşı varlığını onaylayan bir minnet, kibir kulelerine çekilen ve kendinde olanı kendine saklayanlara karşı da bir isyan pınarı hep vardır.
İnsan olma kaderimiz, ne mutlu ki, bizi kötü yöneticiye isyana mecbur eder, körü körüne itaat bir yere kadardır.
Haber10.com
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.