Prof. Dr. Erol Göka

Prof. Dr. Erol Göka

Ne Akilem Ne Divane!

Ne Akilem Ne Divane!

Çağrılınca koşa koşa gittim. Başka bir iktidar da “kan dursun istiyoruz” deseydi yine aynı şevkle giderdim; zira çağrıdaki amaç, çağrıyı yapanın kim olduğundan daha önemliydi. Nasıl hukuk, tek başına insan ilişkilerinin kalitesini sağlayamıyor bunun için ayrıca iç-dünyamızda başkalarını da gözeten ahlaki bir bölüme ihtiyaç varsa iyi insan, iyi yurttaş olabilmek için yalnızca yasalarla belirlenmiş askere gitmek, vergi vermek, suç işlememek yetmezdi. İyi insan, iyi yurttaş olabilmek için “ortak iyi” adına gönüllü fedakarlıklar yapmak da gerekiyordu.

Sivil toplumun gücünü esasen gönüllü fedakarlık etkinlikleri belirler. Büyük deprem sırasında insanımızın cansiperane gayretleri gibi örnekler, karşılıksız iyilik için ne kadar güçlü bir potansiyel taşıdığımızı göstermiş olsa da bu potansiyelimizi organize edemediğimiz de bir gerçektir. “Kan dursun” arzumuzu organize bir güç olarak harekete geçirmeyi, kendi kendimize başarmamız gerekiyordu ama yine devletin çağrısını beklemek zorunda kaldık. Ayıp devletin değil, bizimdir; öyle olunca da “Devlet niye akil heyetine şunları değil de bunları çağırdı?” sorusu, biraz anlamlı gibi görünse de havada kalan bir sorudur.

Kan dursun için koşa koşa gitmek, her denileni yapmak anlamına gelmezdi, “devlet” diyorum ama en nihayetinde bize devlet adına çağrıyı yapan, icra yetkisi almış partinin hükümetiydi. Siyasi bir programı, gelecek için öngörüleri, hedefleri vardı. “Çözüm süreci” adına, bizden siyasi öngörülerine uygun bir çalışma yapmamızı örneğin anayasada şu maddenin yer alması veya başkanlık sistemi için gayret etmemizi isteseydi, aramızda bu talebi kabul edecek 10 kişi kalacağını sanmıyorum. Nitekim öyle olmadı, Başbakan, heyetteki herkesi ve bölge gruplarını tamamen serbest bıraktı ve kendi misyonlarını lojistik ve güvenlik desteğiyle sınırladı.

İlk toplantıda ne kadar farklı insanın bir araya geldiğini konuşmalarında anlayıp biraz da endişe ile izledikten sonra, ben de bir konuşma yaptım. Diğer arkadaşlar gibi ben de “akil” sıfatını üstlenmediğimi, kimsenin “heyeti nasiha”sı olmayacağımızı, haddi zatında insanların en nefret ettikleri şeyin kendilerine başkaları tarafından akıl verilmesi, nasihat edilmesi olduğunun bilimsel olarak saptandığını anlattım. Elbette asla Yüce Meclis’in karar yetkisine ve iradesine talip olmadığımızı, sadece, şiddetli sosyo-psikolojik gerilimler nedeniyle kutuplaşmaya yüz tutmuş toplumda demokrasinin işleyebilmesi için bir destek gücü olabileceğimizi belirttim. Siyasetteki farklı görüşlerin çarpışması sonucunda her zaman hakikat ışığı parlamayacağını özellikle derin tarihsel ve toplumsal kökleri olan, toplumsal psikolojiyi alt-üst eden sorunlar karşısında siyaset dilinin kutuplaşmayı arttırıcı etkisine karşı, bir ara durakta aklın mayalanmasına ihtiyaç bulunduğunu ifade ettim. Bizim heyetimiz, toplumumuzun ve demokrasimizin geçtiği bu zorlu sınavda aklın mayalanmasına imkan sağlayacak bir ara duraktı. Heyetteki siyasi görüş ve meşrep farklılıklarının ilk bakışta endişe verici görülmesine rağmen aslında öyle olmadığını tam tersine “farklılıklara rağmen şiddete başvurmadan bir arada yaşamanın ve ortak değerler uğruna çaba gösterebilme”nin toplumumuzun en temel ihtiyacı olduğunu belirttim. Biz ne kadar sulh-sükun için şevkle, iştiyakla çalışabilirsek toplumun da bu modelden o kadar olumlu etkileneceğinin altını çizdim. Aramızda başka zamanlarda bir saat bile birbirine katlanamayacak durumda insanlar olduğunu ama sadece sulh-sükun amacıyla birbirimize katlanma fedakarlığını başarmamız gerektiğini söyledim.

Özgürdük; hükümetin bizden sulh-sükun için uğraşmamız, bunun için sorumlu olduğumuz bölgede kiminle istersek görüşebileceğimiz ve sonunda bir rapor hazırlamamız dışında bir talebi yoktu. Birbirlerini önceden tanıyan hemen hiç kimsenin olmadığı kendi çalışma grubumuzla, bu temel hususları bir kez daha teyit ettik, kabaca bir çalışma rotası belirledik. Dokuz birbirine benzemez ve birbirini tanımayan insan, ortak bir amaç için bir araya gelip hiç tanımadıkları toplulukların huzurunda taleplerini anlatıp, onların görüşlerini almayı başarabilecekler miydi? Bakmayın siz, bazılarının tarihten bize benzer heyet örnekleri bulmaya girişmelerine, bu cumhuriyet ve demokrasi tarihimizde bir ilkti.

Yollara düştük. Dedikodu, fitne-fesat, yalan ve karalama kampanyası ise çoktan bizden önce yola çıkmış, bugün için nadasa bıraktıkları tarlalara nefret tohumlarını ekmeye başlamıştı. Çözüm sürecinin temel muharriki, toplumda yeterince tartışılmadan ve hatta asla böyle bir şey olamazmış gibi bir siyasi mutabakatın hemen ertesinde girişilen “İmralı” ile müzakereydi. Bir süredir devam eden ve topluma birçok endişe ve şüphe salan anayasa süreci ve kimlik tartışmaları olanca şiddetiyle sürüyordu. Böyle bir ortamda heyetimizin bizi çağıranın siyasi muarızlarınca “günah keçisi” haline getirilmesi tehlikesi çok yüksekti. Yüksek ihtimal kazandı, heyetimiz siyasi muarızlarca adeta tefe kondu, kötü söz adına ne biliniyorsa üstümüze boca edildi. Sabrettik, “vatan haini” ve parayla satılmış” gibi hesabını sonra mutlaka soracağımız insanlık-dışı suçlamalara rağmen yürüyüşümüze devam ettik.

Bugüne kadar Konya, Kulu, Cihanbeyli, Karaman, Kayseri ve Nevşehir’de sivil toplum örgütleri ve yerel medya ile değişik toplantılar yaptık. Başta şehit ailelerimiz olmak üzere acılı aileleri ziyaret ettik, üniversitelerimizde öğrencilerin, öğretim üyelerinin, çarşı pazarda, düğün dernekte insanımızın süreçle ilgili fikrini almaya çalıştık. Hiçbirimiz için kolay değildi; birçok isyana neden olmuş Kürt meselesinden kaynaklanan son 30 yıldır ülkemize kara bir bulut gibi çökmüş, geleceğimizi karartan bir musibetle ve ortadan kaldırılma yöntemiyle ilgili insanımıza gidiyorduk. Onlarca endişe ve şüphe, devasa bir umut vardı. Can kulağıyla dinleyip bunları tespit etmek, siyasi karar alıcıya “Alın işte memleketin ahvali budur!” demekle yükümlüydük.

Çok şey gördüm, anladım henüz devam eden bu kısa yolculukta. Gördüklerimi ne zaman kaleme almamın en uygun olacağına bir türlü karar veremediğim için bugüne kadar bekledim. Baktım ki heyetteki köşe yazarı arkadaşlar, yazmaya başladılar, ben de vakit tamamdır diye düşündüm, huzurunuza çıktım. Gördüklerimi bundan böyle burada anlatmayı sürdüreceğim. Şimdilik sadece şunları söylemekle yetineyim:

Protestolar, tepkiler, hakaret ve şiddet boyutlarına varmadığı sürece başımızın üzerinedir. Hem bizim hem toplumun bunları bilmeye, görmeye ihtiyacı var. Bunlar hiçbir şekilde sorun olmaz. Lakin acıklı manzara şudur ki, “Ankara’da pişen yemek” üstelik oldukça soğumuş, bozulmuş tarzda karşımıza çıkıyor. Siyaset adına söylenenler, yazılanlar, her yerde üstelik çılgınca bir bağırış çağırışla aynen tekrar edildiğinde, derdini iyi ifade edememekten başka bir anlam taşımıyor. Konuşan, kendini ifade eden bir toplum olmadan demokrasimiz nasıl ileri gidecek, nasıl sorunlarımızı barış içinde çözeceğiz, düşündürücü gerçekten… Ben düşünmeye başladığımda, dört dörtlük şiddet kültürümüzün üzerine bir de travma ve matem toplumu olduğumuzu, toplum olarak işimizin ne kadar zor olduğunu görüyorum. Bu kadar kolay şüpheye kapılmak, yüzlerce komplo teorisi üretmek başka türlü mümkün değil. Şairin “Başımıza gelen bunca bela/ Kuruntulu yaptı bizi” dizelerine benzer bir haldeyiz. Ne çevremizdeki başka insanlara güveniyoruz ne de kendimize. Sanki bu ülkenin, bu toplumun hiçbir gücü, iradesi yok, her şeyi dış güçler yapıyor, bizi karşılarına çıkaran da onlar… “Aman Allah’ım” demekten başka elinizden bir şey gelmiyor bu fanatizm karşısında.

Çok şükür bu Ankara’da pişen yemek yalnızca çok fazla siyasete kapılmış, fanatik çevrelerde servis edilebiliyor sadece. Siyasi tuzakları, badireleri geçip halkımıza, sade vatandaşımıza ulaştığımızda ise, “sulh cedelden iyidir” diyen, Hudeybiye’den, İstiklal Savaşı’ndan örnekler veren, “Benim canım yandı, başka kimsenin yanmasın” diye ağlayan bir “dua toplumu”, basiret ve feraset sahibi Anadolu insanı, görüyoruz. 30 yıldır her türlü fitne fesada, sürekli kışkırtan siyaset diline rağmen niye Türk’ün Kürd’ün birbirini kırmadığını daha iyi, yerinde görerek anlıyoruz. Anadolu insanı, ülkesinden, toplumundan umutlu; bizim de umudumuzu arttırıyor. Biz birbirini tanımayan 9 kişi, bu büyük milletin evlatları olarak hayırlı bir niyet için bir araya geldiğimizi her seferinde daha iyi anlıyoruz.


twitter.com/erolgoka

www.facebook.com/egoka1

Bu yazı toplam 6463 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Prof. Dr. Erol Göka Arşivi