1. HABERLER

  2. PSİKOLOJİ

  3. Kayıp Yakınlarında Yas Süreci ve Onarım

Kayıp Yakınlarında Yas Süreci ve Onarım

Dr. Psikolog Eda Erdener'in 18-19 Mayıs 2013 tarihlerinde Diyarbakır'da düzenlenen Kayıplar ve Toplu Mezarlar / Geçmişle Yüzleşme Çalıştayı'nda verdiği sunum...

A+A-

Dr. Psikolog Eda Erdener


Yasın nasıl yaşanacağını belirleyen önemli faktörler vardır. Yasın patolojik bir sürece mi evrileceğini, yoksa işlenip uygun biçimde mi sonlandırılacağını, kişiliğimizin dinamik örgütlenmesi kadar, kaybın oluş biçimi, kayıp sonrası yaşananlar, sosyal desteklerimiz, yas ritüellerimiz de etkiler.

Uzm. Psikolog Oktay Şılar’ın Faili Meçhul Kayıplar Olgusunda Bitmeyen Yas adlı çalışmasında bahsettiği gibi faili meçhul kayıplarda, yas ritüellerinin gerçekleşmediği, acıyı hafifletici son görevlerin yerine getirilemediği ve buna eşlik eden dayanışmanın yaşanamadığı bir durum vardır.

Öleni ruhsal-manevi-dinsel tasavvurumuz içinde yerleştirebileceğimiz bir “mekan” yoktur. Bu mekan dışarıda bir “yokluk” olarak travmayı sürekli kanırtırken, içeride de bir “delik” olarak tezahür eder.

Yas sahnesinin en önemli kurucusu olan naaş-beden ya sahnede değildir ya da sahnedeki rolünü, ölüm rolünü oynamasına dahi müsaade edilmemiştir. Bu durumda bastırılanın (gömülenin), işlevsel geri dönüşü ancak kayıp cesedin (gerçek ya da metafor olarak) yeraltından çıkarılmasıyla mümkün olabilecektir. Aksi takdirde yas nesnesi var olmayan ama bizi terk etmeyen bir hayalet gibi ruhsallığımızı istila edecektir.

Cenaze merasimi (mezara indiriliş, toprağa konulma ve kabri ziyaret edebilme) yasın doğru tamamlanması için önem taşır. Oysa naaşa bile ulaşılamaması, yitenin yittiğini kabul edememeyi ve bitmeyen bir yas sürecinin devreye girmesini sağlar.

Analar aynı şekilde ağlamazlar

Sıklıkla “analar ağlamasın” söylemi üzerinden çatışmalarda hayatını yitiren askerlerin aileleriyle, (kimi toplu mezarlardan çıkarılan) gerilla ailelerinin yası yaşayış biçimlerini karşılaştırılır. Ben diyorum ki analar aynı şekilde ağlamazlar.

Esra Gedik’in asker şehit yakınlarıyla ilgili bir çalışması var. Burada da yas vardır evladın kaybının yarattığı zor bir süreç vardır. Ama yaşanan çatışmalarda hayatını kaybeden askerler “şehitlik” söylemi ile kahramanlaştırılırken, oğlunu kaybeden aileler de “vatan için ölmek” ve “şehitlik mertebesine erişmek” gibi milliyetçi ve dini söylemlerin getirdiği sosyal statüyü oğullarının ölümü sonrasında elde ederler.

Cesetleri her zaman aile tarafından ulaşılabilirdir ve devlet töreniyle gömülürler. Daha önce bu anneler yalnızca “sıradan ev kadınları” iken, şehitlikten sonra önemli devlet adamları, siyasetçiler ve komutanlar tarafından hatırlanan kimseler olurlar. Evde asker için yas mekanları düzenlenir hatta askerin odası bir müzeye çevrilir ve o odaya dokunulmaz sadece anma mekanı olarak kullanılır. Şehitlik ile edinilmiş toplumsal ve dini saygınlık ailenin kaybını telafi eder. Bu sayede şehitlik sonrası yaşam daha katlanılabilir bir hal alır, yaşanan acıyı teskin eder. Yani asker ailelerinde yas, tam da olması gerektiği şekilde yaşanır.

Her ölümün uygun bir yası vardır ama faili meçhul yakınlarında bu yoktur. Akıbeti bilinmeyen beden üzerinden kurgulanmış bir tahayyülle karışık, onu kaybedenlere karşı bir öfke ve intikam, kendilerinin de benzer bir durumla karşılaşabileceklerine dair korku ve hala yaşadığına dair veya ölü bedenin bulunmasına dair umut aynı anda yaşanmaktadır. Bu duygular sürekli birbiriyle yer değiştirir.

Bedenlere ulaşılamadan süren bir belirsizliğin devamı (yani kişinin ölü olup olmadığının bilinmemesi veya nerede olduğunun bilinmemesi) yas örüntüsünü yeniden üretir ve taze tutar. Bitlis’te toplu mezardan yıllar sonra çıkartılan bir gerillanın annesi, geçen 17 yıl boyunca her yemekte “oğlum hayatta biliyorum, hissediyorum… acaba şu anda ne yiyor?” diye düşünürken aslında onun dokuz yıldır ölmüş olduğunu ve bir toplu mezarda yattığını bilmiyordu.

Korku ve tehdit hissi:

Yakınını kaybetmiş olmanın verdiği acı birincil travma iken, kayıp yakınlarında bir ikinci travma daha vardır. Aynı şeyin kendi başlarına ya da aile fertlerinden birinin daha başına gelebileceği korkusu…

Kendileri de aynı şekilde bir kaybedilmenin kurbanı olabilirler ve faili meçhul örneklerinde sıklıkla ailelerin yaşadığı gibi, devletin militer ya da paramiliter güçleri kendilerine sıklıkla bunu hatırlatır ya da açıktan tehdit ederler.

Zaten birçok kayıp ailesinden aynı akıbetin kendi başlarına gelmemesi için kaybedilen kişiyi aramamaları istenmiştir. Ayrıca bu güçler kaybedilen kişiyi zaman zaman sormak suretiyle, artık varolmadığını şüpheyle karşılayarak, aileleri yeniden sorgudan geçirmişlerdir. 

Yas tutulmasına izin verilmemesi:

Sağlıklı bir yas tutmanın (asker ailelerinde belirtildiği gibi) belirtilerden bir tanesi o kişiyi açıkça ve rahatlıkla anabilmektir. Oysa kaybedilenlerin aileleri, kayıplarının resimlerini bile evlerine asmaktan uzun yıllar çekindiler. Yasları, çevreleri tarafından bile tam olarak anlaşılmadan şüpheyle karşılandı.

Bu durumu yaşamamış büyük kitlelere veya anaakım medyaya göre kaybedilenler zaten düşman ötekilerdi ve devlete karşı gelerek bir şekilde bu durumun altyapısını hazırlamışlardı. 1991’de JİTEM tarafından kaçırılan, iki gün sonra cesedi bulunan Halkın Emek Partisi (HEP) Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın’ın, 10 Temmuz’da Diyarbakır’da 100 bin kişinin katıldığı cenaze töreninde, onu anmak isteyen kitlelere nasıl ateş açılarak karşılandığını biliyoruz. İşte faili meçhullerin cenazesine katılarak yas tutmayı istemek bile, yeni ölümlerle sonuçlanan başlı başına bir travmaydı.

Direnç ve mücadele:

Travmanın daha kolay atlatılmasında önemli belirleyicilerden bir başkası, travmatik olay esnasında “direnç” göstermek ya da “mücadele” edebilmektir.

Oysa kaybedilenlerin birçoğu, evlerinden, ailelerinin gözü önünde alınmış ve aile buna hiçbir şekilde müdahale edememiştir. Kaybedildiği anlaşıldıktan sonra, aileler travmayı yaratan olay karşında edilgen kalmanın yarattığı çaresizlik ve suçluluk duygusuyla baş etmek zorunda kalmışlardır.

Ama kayıp yakınları, özellikle İnsan Hakları Derneği'nin (İHD) öncülüğünde öz örgütlenmelerini yaratıp kayıplarını her hafta sorarak değerli bir mücadele pratiği gerçekleştirmişlerdir.

Kayıpların her hafta anılmasına karşı getirilen bir eleştiri sağlıklı bir yas sürecinin mutlaka unutmayı da içermesi gerektiği üzerinedir.

Oysa bu noktada unutmayarak, mağdur nesneden, mücadeleci özneye bir geçiş alanı sunulmakta, bu örgütlü mücadele ve dayanışma pratiği travmayla mücadele etmek için çok önemli dönüşüm ve içsel huzur yaratmaktadır.

Zarar verilmiş bedenler:

Bir diğer travma, normal bir ölü bedeni teslim almakla zarar verilmiş bedeni teslim almak arasındaki farktır. Gerilla cesetlerindeki bedene yapılan uzuv kesmeler ve tecavüzlerle zarar verilmiş bedenlerle, faili meçhullerde işkenceden geçirilerek öldürülmüş bedenlerin aileler tarafından algılanışı katlanılması zor bir acıdır.

Sevdikleri kişi ya acı çektirilerek öldürülmüştür ya da yas geleneklerinde çok önem taşıyan “ölü bedene saygı” gösterilmemiştir.

Aileler genelde kayıplarının ölüm anını ve yaşadığı işkenceleri tasavvurlarında yaratmakta, somut delillerle kurguladıkları bu işkence anlarından müthiş acı çekmektedirler.

Görüştüğüm genç bir kadın, gerilla olan abisinin henüz çıkarılamadığı toplu mezara nasıl yerleştirildiğine şahit olan köylülerin ağzından şöyle anlatıyor:

“1994’te Van’ın Çaldıran ilçesine getirilen gerilla cenazeleri çıplak olarak çöplüğe bırakıldı. Camiden anons yapılarak halkın bu olaya şahit olması istendi. Ardından halkın gözü önünde kepçelerle alınan bu çıplak bedenler hiçbir dini işlem yapılmadan toplu mezara gömüldü.”

Bu genç kadın kendisi şahit olmadığı ama abisine yapılan bu vahşetin karşısında sadece o anı kurgulayarak yeniden acı çekiyor.

Bilindiği üzere yaşın küçük olması, kadın olmak, düşük eğitim seviyesine sahip olma ve yoksul olmak travmanın daha ağır yaşanmasına sebep olmaktadır.

Bu gruplarda travmanın yarattığı disosiyasyon (dağılma) etkisi daha fazla görülür, baş etme becerilerini azaltır. Ayrıca gerçekten politik bir faaliyet yürüten kişinin kaybedilmesi ile hiçbir ilişkisi olmadığı halde alınan bir kişinin ailesinin yaşadığı travma arasında fark vardır. Yanlışlıkla alınan, örgütlü bir direniş pratiği içinde bulunmayan kişilerin kaybedilmesinin ailelerinde yarattığı travma daha ağırdır.

Uzman Psikolog Mesut Umar’ın “Kayıp Yakınlarının Travmatik Stres Ve Yas Tepkilerinin Değerlendirilmesi” isimli bir çalışması var. Bu çalışmada kaçırılma, bulunamama gibi nedenlerle yakınları kaybolmuş 28 kişiyle; bir yakını ani ve beklenmedik şekilde ölmüş 27 kişinin yas tepkilerini kıyaslamıştır.

Çalışması sonucunda kayıp yakınlarının, eğitim ve gelir düzeyinin daha düşük, travmatik olaya tanıklığı ve olay esnasındaki yaşam riskinin daha fazla olduğu tespit edilmiştir.

Kayıp yakınları, bir yabancı tarafından silahlı tehdit, dayak vb. saldırıya maruz kalma, askeri savaş ve çatışma alanında bulunma, işkence ve kötü bir muamele görme ve yerinden edilme olaylarını daha yoğun yaşamıştır.

Ayrıca kayıp yakınlarında olaydan çok uzun sure geçmiş olmasına rağmen travmatik stres ve travmatik yas tepkileri daha şiddetlidir, kendileri ve dünyayla ilgili olumsuz düşünceleri daha fazladır.

Sonuçlar, kayıp yakınlarından çok az kişinin psikolojik destek aldığını göstermiştir.

Kayıp yakınlarının travma sonrasında etkin psikolojik destek almamış olmaları da, yıllar sonra dahi yaşadıkları yoğun stres tepkilerini anlaşılır kılmaktadır.

Ayrıca kayıp yakınlarının kendilerini daha fazla suçladıkları, ciddi bir özgüven kaybı yaşadıkları, kendilerini ve dünyayı daha olumsuz algıladıkları görülmüştür. Bu çalışma göstermektedir ki kayıp yakını olmak, sadece bir yakınını kaybetmekten daha travmatik bir şeydir.

Onarım: Tanıklık psikoterapisi

Bu noktada travmalarla baş etmede bir psikoterapi yöntemi sayılan “tanıklık psikoterapisine” değinmek isterim.

Şili’de askeri diktatörlük döneminin travma mağdurlarıyla çalışmak için geliştirilmiş bu yöntem, ruh sağlığı çalışanlarının insan hakları ihlaline uğramış bireylerle çalışırken “öznel olan politiktir” yaklaşımının benimseyerek iyi tanıklık etmeye dayalı bir terapi yöntemidir.

Burada mağdurun öyküsü anlatması ve kayıt altına alınması sağlanır, ardından duygu ve duyumlar üzerine 12-20 seans ayrıntılı olarak çalışılır, çalışılan öykü son haliyle tekrar yazılır ses ya da görüntü kaydı alınır.

Yazılanın bir nüshası mağdura, biri okunması dinlenmesi için arşivlere, biri de insan hakları örgütlerine verilir.

Bu öyküler medya aracılığıyla tüm ülkeye ve yurtdışına ulaşır. Böylece sadece terapist değil tüm kamuoyu yaşadıklarının gerçekliğini onaylar, mağdurun acısını sahiplenerek tanıklık ederler. Mağdurun öyküsü kolektif belleğe kaydedilmiş olur, toplumda bilerek ya da bilmeyerek katıldığı veya yara aldığı yerlerde iyileşme olanağı bulur.

Bu terapinin mağdur üzerindeki faydası nedir?

Travmayı dile dökmek ve ardından uzmanla çalışılmış bir ruhsal malzemeyi sistemli bir şekilde kağıt üzerinde görmek, karmakarışık olan duygusal yaşantının bir düzene sokulması ve sembolikleştirilmesi demektir.

Travmanın etkilerinin hafifletilmesi bir diğer sembolik yöntem olan “resimle ifade etme” ile de işlenir. Yalnız bu çalışmanın sadece terapötik bir çerçeve içinde bir uzman tarafından yapılması elzemdir.

Travma öyküsünün yalnızca tekrar edilmesi, parça parça farklı ortamlarda sürekli anlatılması iyileştirici değil, yeniden travmatize edicidir.

Tanıklık terapisinde bir önemli faktör de mağdurların birer birer ele alınıyor olmasıdır. Bu noktada travma mağdurlarının sadece rakamlarla ifade edilmesinin önüne geçilir,  mağdurların tek tek izinin sürülmesini bu eylemin siyasi öznelerinin ve sorumlularının kimler olduğunu (onların kimleri sorumlu olarak gördüklerini) de açıklar.

Tanıl Bora’nın dediği gibi sadece duygulara bağlı arşivleme, kolektif belleğin iyileşmesine katkıda bulunmaz. Yapılanları tarihsel ve siyasi bağlamından kopararak yapılacak her yazılı ve görsel çalışma, bu soruna tek başına ışık tutamayacaktır.

Asıl sorun, bu toplu mezarlar, bu faili meçhuller nasıl bir tarihsel bağlamda, nasıl bir ideolojiyle, nasıl bir sosyal ortamda nasıl bir örgütlenmeyle mümkün olabildi bunu gözler önüne sermektir.

Bağlamından koparılıp, yapılanı “mutlak bir kötülük bir şeytanlık” olarak algılandıkça mevcut durumlarda tekrar etmesi kaçınılmaz olacaktır.

Görüşme yaptığım toplu mezarlarda yakını olan bir kadın yaşantısının “travma” olarak tanımlanmasına karşı çıkıyor:

“Bu kadar karmaşık duyguların bir tanıya indirgenmesini kabul etmiyorum. Travma tanımı beni mağdur konumuna sokuyor. Ben, bana neler yaşatıldığının farkındayım ve tepkimi ortaya koymuşum. Peki tüm bu olaylar olurken sen neredeydin? Tüm toplum neredeydi? Siz benden daha mağdursunuz. Sizler sözler dışında hangi tavrı sergilediniz hangi bedeli ödediniz? Sessiz kalan bu toplumun bana özür borcu var…”

Bağışlama:

İşte tam da bu kadının söylediği nedenle sağlıklı bir yas çalışmasının yapılabilmesi için sadece psikoterapi maalesef etkili olamaz.

Güney Afrika’dan faili meçhul yakını bir kadına yaşadığı travmayı atlatmak için “bağışlamanın” önemli bir adım olduğu söylenmişti.

Kadın şöyle cevap vermişti: “Elbette… ama önce kimi affedeceğimi gösterin…”

Bu anlamlı cevap onarım için en gerekli sürecin “faillerin bulunması” olduğunu göstermektedir. Bağışlamak ancak cezalandırma olanağının varlığında mümkündür. İlk koşulu suçlunun kim olduğunu bilinmesi ve  suçunu itiraf etmesidir ve sonraki ise özür dilemesidir.

Acının tanınması ve acıya tanıklık edilmesi:

Travmanın onarılmasında bir önemli etmen, bu olaydan haberi olmayan ötekilerin tanıklığıdır. Bu nedenle olaydan haberi olmayan ya da sessiz kalmak suretiyle bu kolektif suça ortak olanları, mağdurun acısına katmak için tanıklığa katmak için çaba gösterilmedir.

Bu amaçla yapılmış belgesel niteliğindeki kitap ve filmler en iyi etkiyi yaratmaktadır.

Bu esnada olayı bizzat yaşamamış ama şahit olmuş kişilerin de tanıklığı, yaşadıklarının gerçekliğinden şüphe edildiğini düşünen mağdurlar için iyileştirici nitelikte olacaktır. Ayrıca Güney Afrika örneğinde rastlandığı gibi faillerin sadece yargılanmaları değil, suçlarını itiraf etmelerinin de böylesi bir etkiye sahip olduğu bilinmektedir.

Anma mekanları tasarlamak:

Erzincan/Zıni Gediği İnisiyatifi, '38 de Erzincan/Kılıçkaya köyünde bir ahırda toplanan, daha sonra Munzur Dağları arasında Zıni Gediği denilen çukurda öldürülen, gömülmeleri engellenen, kemikleri halen orada duran 100 kadar “köylü, aile babası, insan, kızılbaş, kürt,” için anma, hatırlama mekanları tasarlamaktadır.

Onların torunlarından biri bu isteklerini şöyle açıklıyor: “Kurbanlarımızın haklarını arıyoruz. Kemiklerin,  mezarsız kalmamasını istiyoruz. Orada bir anıt mezar yapılmasını istiyoruz, DNA testlerinin yapılmasını istiyoruz ve devletten de bu hunharlığından, vahşetinden  dolayı özür dilemesini istiyoruz.”

Anma-hatırlama mekanları yaratmak aynı zamanda mağdurların uğramış oldukları haksızlık karşısında bir nebze olsun "manevi tazminat" yerine geçecek bir işlemdir.

Böylelikle, mağdura "acına ortak oluyoruz, maruz kaldığın haksızlığı ifşa ederek seni yeniden aramıza katmak istiyoruz" denilir.

Ama Ozan Erozden’in dediği gibi anıtın salt mağdur tarafından dikilmesi, bu sonuçları doğurabilecek bir nitelik taşımıyor. Anma, mağdurun kendi acısına yeniden ağıt yakmasına dönüşürse, bunun ne mağdur açısından ne de diğer kesimler açısından sağaltıcı bir etkisi olmayacaktır.

Bu nedenle, anmaların/anıtların toplumun tüm kesimlerine hitap eden maddi ya da manevi bir "otorite"nin eliyle, ya da en azından desteğiyle dikilmesi gerekir ki beklenen toplumsal fayda sağlanabilsin.

Sonuç olarak Gülsüm Depeli’nin dediği gibi, bellek “güç/iktidar” alanıdır. Güçlü olan söylem kendi bellek yatırımını yapar, norma, evrensele dönüşmek için uğraşır. Tüm bu onarma çabaları hem travmaya uğrayanların belleğini hem de kültürel belleğin yeniden inşasına yardımcı olacaktır.

Kaynak: bianet.org

Bu haber toplam 4594 defa okunmuştur

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.