Babanın Çocukların Yaşamındaki Etkileri

Babanın Çocukların Yaşamındaki Etkileri
Aksiyon Dergisi'nin son sayısında TÛBA KABACAOĞLU her zamanki gibi farklı bir konuyu özenli bir çalışmayla okuyuculara sunuyor...

"Baba gibi yar..." başlığıyla hazırlanan dosyada "Baba" olgusunun çocukların dünyasına yansımalarını, yetişkin yıllarında babalı büyümekle babasız büyümenin etkilerini, babalık rolünün hangi alanlarda daha etkin olabileceğini uzman görüşleri eşliğinde hazırlayan TÛBA KABACAOĞLU, keyifle okunabilecek bir çalışma hazırladı. İşte ayrıntılar:

Çocuklarda irade, adalet, dirayet, cinsel kimlik, zihinsel gelişim, sosyal yaşam, aidiyet duygusu, özgüven ve akademik başarı gibi birçok ‘hayati’ özellik baba aracılığıyla gelişiyor. Peki nasıl? 

‘Babalı büyüyen çocuklardan değilim. Bu yüzden, bir çocuğun babasını kaybettiği o dramatik an hakkında doğru dürüst ve şahsi kanaatim yok. Nasıl olabilir ki? 6 yaşımdaydım. O günlerde hiç de mutat olmayan bir sıklıkla mezarlık ziyaretleri oluyordu. Başta annem, halam ve komşu kadınlardan oluşan bir hanım heyetiyle girdiğimiz kabristanda, yazılı kısmının bir tülbentle sıkı sıkıya sarılıp gizlendiği, kaba saba bir çam tahtasının dikili olduğu mezar etrafında toplanıyorduk ve kadınlar ağlıyordu. Henüz okula gitmiyordum ama üzerinde bir şeyler yazılı o çam tahtasını niçin tülbent sararak kapattıklarına bir türlü mana verememiştim. Başında ağlayıp durdukları mezar ise belli ki bir komşumuza aitti ve onun için çok üzülüyorlardı. Peki, ama babam neredeydi? Cevabı basitti: Yine çalışmak için Almanya’ya gitmişti. Sivas semalarında ne zaman bir uçak sesi duysam, ‘Teyyare, babama selam söyle!’ diye bağırıyordum. Acaba ne zaman gelecekti? Neredeyse Kemalettin Tuğcu hikâyelerinden alınmışa benzeyen bir yetim çocuk hikâyesi gibi. Babam genç ölmüş, 41 yaşında. Ben 41’ime girdiğimde bu yaşın ölmek için ne kadar erken olduğunu hatırlamıştım. Yattığı yer nur olsun…”

Yazar Ahmet Turan Alkan, babasının ardından yaşadıklarını böyle anlatıyordu “Oğullar ve Babaları” kitabında. Sadece o değil, onlarca tanınmış oğul, babalarının vefatıyla bir yarılarının da öldüğünü, bir gecede nasıl da büyüdüklerini dile getiriyorlardı hissiyatlarını paylaşırken… Zira onların hayatında baba, dış dünyaya açılan köprü demekti. Koca bir çınara sırtını dayamak, devasa bir güce güvenmekti. Asaletin temsilcisi, ailenin direğiydi baba. Yani insanı ayakta tutacak ‘çok şey’ anlamına geliyordu.

Babalar oğullarına belki bilerek belki de bilmeyerek ‘kendilerince’ anlatmışlardı onca erdemi, kültürü, yaşayışı, duyguyu. Peki, günümüz babalarının ardından çocukları ne söyler, ne düşünür? İyi okullarda okuttuğunuz, sürekli pahalı oyuncaklarla şımarttığınız, hayatın kötü ve yıpratıcı hiçbir yönünü göstermeyerek koruduğunuzu sandığınız yavrularınız sizin ardınızdan da aynı şeyleri söyleyebilecek mi?

Modern zamanlar, insanların anlam ve yaşayışla alakalı davranış, düşünce ve hissiyatını şüphesiz başkalaştırdı. Hâl böyle olunca, birçok ana başlık gibi ‘baba olmak’ da tekrar değerlendirilmesi, yorumlanması gereken unsurlar arasında. Artık babalık yapmak da çocuk olmak da zor. Çünkü her ikisi de tadil edilmeye muhtaç…

Türkiye’de anne merkezli bir hayat var. Televizyon programları, gazete-dergi haberleri, söyleşi ve konferanslar da hep bu minvalde. Tüm dikkatimizi tek bir kanala vermemiz, çocuğun maddi manevi bakımından ‘sadece’ anne sorumluymuş gibi bir sonucu ortaya çıkarıyor. Üstüne bir de ataerkil aile yapısı eklenince hiçbirimiz, ‘Bir babanın asli vazifesi nedir?’ sorusunu ne birbirimize ne uzmanlara ne de kendimize yöneltiyoruz. Erkekler evlerine bakıp çocuklarının ihtiyaçlarını eksiksiz karşıladığında vazifesini yerine getirdiğini düşünüyor. Hâlbuki bebeklik, çocukluk, ergenlik ve gençlik dönemlerinde babanın çocuk gelişimindeki rolü çok büyük. İrade, adalet, dirayet, cinsel kimlik, zihinsel gelişim, sosyal yaşam, özgüven, akademik başarı gibi birçok ‘hayati’ durum çocuklarda baba aracılığıyla gelişiyor. Maddeten ya da manen baba eksikliği yaşayan kız ve erkekler, bu özelliklerini geliştiremediği için hem aile içinde hem de toplumda sorun teşkil ediyor.

Binlerce eserin arz-ı endam ettiği kitap piyasasında babalara özel yazılmış sadece iki kitap var. Bu bile toplumumuzun ‘baba olmak’ üzerine konuşmadığını gözler önüne seriyor. Peki ama neden?

Anne Çocuk Eğitim Vakfı’nın (AÇEV) Baba Destek Birimi Koordinatörü Hasan Deniz, toplumsal cinsiyete bağlı iş bölümünün etkisine dikkat çekiyor. Ona göre çocuğun bakımını temel aldığımızda her şey annenin sorumluluğunda. Baba da para kazanan, evin güvenliğini, otoriteyi sağlayan kişi. Anne çalışsa da bu kanaatte bir sapma yok. Bir de erkekler ‘baba’ olarak doğmuyor, önce erkekliği, daha sonra da babalığı öğreniyor. Dolayısıyla edinilmiş erkeklik kalıpları çerçevesinde babalığı gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Öğrenilen erkeklik ise çocuk bakımı dâhil diğer ev içi işlerden sorumlu olmayı, eşle demokratik bir ilişki kurmayı çok teşvik etmiyor. Aile hayatı içindeki çocuk yetiştirme pratikleri de bu temel kabulden hareketle şekilleniyor. Sonuçta toplum tarafından babalığa verilen destek, babalığın konuşulma biçimi, babalık denince öne çıkarılanlar da bu kabul edilmiş kanaatlerle biçimlendirilip sınırlandırılıyor. Psikiyatr Dr. Mustafa Ulusoy, sadece bu coğrafyada değil, küresel ölçekte de babalığın yeteri kadar konuşulmadığını söylüyor.

BABALAR NİÇİN, NE ZAMAN GERİ PLANDA KALDI?

Sürecin nasıl yaşandığına gelince… 19. yüzyıl başları babalığın, bir ölçüde de anneliğin, devlet ve çeşitli kurumlar tarafından ikame edildiği, yani ebeveyn rollerinin özellikle babaların elinden alındığı bir çağ. Bu ikame ebeveynlik, endüstriyel topluma geçişle de yakından ilgili. Önceden köyde yaşayanlar ailecek sabahları erkenden kalkar, bir tarlaya gidip çalışırlardı. Beş yaşındaki çocuk tarlada anne-babasına yakın bir yerde oyun oynardı. Daha büyükler de üretime katkıda bulunur, çalışırken de baba ve anneye ‘temas’ ederdi. Bu esnada çocuk ebeveynin sarf ettiği emeği fark edip yüzlerinde biriken teri görürdü. Böylesi bir ortam çocuğun baba ve annesine saygısını inşa edip pekiştiriyordu. Endüstri sistemi ise tüm bunları engelledi. Üretim tekelleştikçe, babalarla eş ve çocuklarının dünyası ayrıldı. Çocuklar babalarının işini göremez hâle geldi, babanın saygınlık edindiği alan kayboldu. Üstelik babanın emeği çocuk için yabancılaştı. Bu aslında babanın da yabancılaşmasıydı bir nevi. Tüm bu değişiklikler, çocukların ebeveynleriyle güçlü bir ruhsal özdeşlik kurmalarını zorlaştırdı.

Ailenin endüstri, kitle iletişim araçları ve toplumsallaşmış ebeveynlik kurumları tarafından istila edilmesi de ebeveyn ve aile-çocuk arasındaki bağlılığın niteliğini değiştirdi. Babayı evden koparıp fabrikalara, plazalara mahkûm etti. Çocukla baba arasındaki bu kopukluğu doldurmak için de sistem harekete geçti. Ebeveyni çocuğun gelişiminden sınırlı biçimde sorumlu olmaya özendirdi. Çocuğun doğumundan, doğum uzmanları; tedavisinden çocuk hekimleri; kişilik gelişiminden psikiyatr, psikolog ve pedagoglar; zekâsından öğretmenler; beslenmesinden süpermarketler ve gıda endüstrisi; konuşma biçiminden de televizyonlar sorumlu hâle geldi. Tüm bunlar babalarla çocukların arasını açtı. Kimse de bu yavaş ama derin değişimin farkına varamadı.

Minicik bedeni, küçücük elleriyle her bebek, insanda şefkat ve sevgi uyandırıyor. Anneler kadar değilse bile babalar da bu güzel duyguları yaşıyor. Fakat iş bebeğin bakımına gelince yaşananları biraz daha uzaktan izlemeyi tercih ediyorlar. Aslında bu durum daha ilk andan itibaren çocukla baba arasına ‘görünmez’ bir mesafe koyuyor. Ta ki çocuk birlikte hareket etme becerisini kazanana kadar. Oysa yapılan araştırmalar bebeklerin doğdukları günden itibaren yalnızca anneleriyle değil, babalarıyla da ilişki kurduklarını gösteriyor. Hatta bebek anne ile babanın ayrımına vardığı için babayla daha farklı bir etkileşim içine giriyor. Dolayısıyla babaların, “Ben altını değiştiremem, uyutamam, henüz kızım-oğlum anne çocuğu” diyerek evlatlarından uzak durmamaları gerekiyor. Hormonlar nasıl kadını anneliğe hazırlıyorsa, erkekler de bundan nasibini alıyor; doğum zamanına yakın onlarda da hormon değişikliği (testesteron ile estradiol düzeyinde düşme ve prolaktin ile kortisol düzeyinde yükselme) gözlemleniyor. Tüm bu veriler göz önünde bulundurulduğunda aslında hem bebek hem de biyolojik işleyiş babanın vazifelerini yerine getirmesini istiyor.

4 YAŞINDAN SONRA BABA SAHNEDE!

Peki, bebeğinden uzak duran babalar acaba çocuk gelişimi açısından neleri ıskalıyor? Fatih Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Pedagog Adem Güneş, 0-4 yaş arasındaki bebeklik dönemini ikiye ayırmak gerektiğini söylüyor: “İlk iki yıl çocuğun hayatında babanın büyük bir fonksiyonu yok. Çünkü o dönemde bebek sürekli annesini istiyor, güven duygusu böyle oluşuyor. Babanın buradaki en önemli vazifesi, eşinin evdeki yükünü hafifleterek bebekle daha çok vakit geçirmesini, dinlenmesini sağlamak, eşini manevi anlamda desteklemek. Türk erkeklerinin büyük çoğunluğu böylesi bir hassasiyetten yoksun. 2-4 yaş arasında çocuk sosyal çevresini algılamaya başlarken babasıyla da tanışıyor. Ama bu, patlamış mısır gibi. Patlamış mısır olmasa da film izleyebilirsiniz.”

İstanbul Ticaret Üniversitesi Psikoloji Bölüm Başkanı, Türkiye’nin en eski pedagogu Prof. Dr. Haluk Yavuzer ise bebeklik döneminde babanın önemine dikkat çekiyor: “Bebek, kendi bedeninin bir devamı şeklinde görüyor anneyi. Onunla ten tene bulunmak oksijen mertebesinde. Baba ise onun için keşfedilmesi gereken başka biri. Babanın psiko-sosyal, bilişsel, dil ve motor gelişimi açısından önemi büyük. Anneyi rahatlatıp ‘biz’ bilinci oluşturarak sorumluluğu paylaşması da çok faydalı. Eşi tarafından desteklenen kadınlar  daha sakin, sabırlı, sevecen, rahat bir anne oluyor.”

Babanın sahneye çıktığı asıl dönem, 4 yaşından sonra başlayıp ergenlik sonlanana kadar devam ediyor. Bu süreçte çocuk, babasındaki kararlı tavırları, olaylara yaklaşımındaki tutumunu, tutarlılığını gördükçe ikincil güven duygusunu geliştiriyor. Bunu Pedagog Güneş, irade, dirayet (yapıp edebilmeye, becerebilmeye karşı sabır, direnç) kavramlarıyla izah ediyor. Günümüz çocuklarının bu konuda hiç de iç açıcı bir durumda olmadıklarını belirtiyor: “Yaşadıkları sorunlara baktığımızda birçoğunda iradesizliği, dirayetsizliği görüyoruz. Zira derse başlıyor, iki dakika sonra kalkıyor. Kursa isteyerek katılıyor, devamını getirmiyor. Seçtiği mesleği sürekli değiştiriyor. Üniversiteyi kazanıp birkaç yıl okuduktan sonra vazgeçiyor. Namaz kılmaya başlıyor, bir hafta sonra bırakıyor. Bunların en önemli sebebi baba yoksunluğu…”

‘Babalar ikincil güven duygusunun oluşması için ne yapmalı?’ derseniz, bunun cevabı aslında günlük hayatımızda saklı. Baba vaktinde evinde bulunmalı. Eğer gecikecekse (bir saat bile olsa) bunun sebebini muhakkak çocuğuna, eşine bildirmeli, özür dilemeli ve yine söylediği vakitte dönmeli ki çocuklar orada iradeyi görebilsin, eve geç kalınmaması gerektiğini öğrensin. Babanın başkanlığındaki aile toplantıları her hafta aynı gün ve saatte yapılmalı. Burada da çocuk babanın sorunları ne şekilde çözdüğünü, dirayetini, kocalık görevini nasıl yaptığını, anne ile baba arasındaki ilişkinin işleyişini görüp ileride uygulayabilsin. Bu vesileyle öğreniyoruz ki “iç işleri kadının, dış işleri erkeğindir” mantığı büyük bir yanılgı. Çünkü babanın liderliğinde sağduyulu, ortak kararlar alınması en doğru yöntem.

“Oğullar ve Babaları” kitabında Prof. Dr. Kemal Sayar, babasına benzerliğini şu cümlelerle aktarıyor: “Çocukken, gençken ne zaman bir yerlere gidecek olsam üzülür, benimle ağlayarak vedalaşırdı. O, çabuk ağlayan, merhametli biriydi. Ben de pek kolay ağlıyorsam, bu, babamdandır.” Milletvekili Ufuk Uras da babasının kişilik gelişimindeki katkısını, “İçe kapanıklığımı aşmam için kuru yemiş de sattırdı babam, yazlık sinemalarda gazoz da…” diyerek açıklıyor. Psikiyatr Doç. Dr. Erol Göka ise, “Sayesinde okuyup adam olduğum yetmiyormuş gibi, onun sessiz öğretmenliğinden öğrendiğim şekliyle babalık yapmaya çalışıyorum.” diyor.

“AİLEMDEN ÖĞRENDİĞİM EN İYİ ŞEY TARTIŞMAK”

‘Kişinin bir davranışı sürekli ve şaşmaz şekilde sürdürmesi’ şeklinde tanımlanan karakterin de babadan kopyalandığını anlatıyor uzmanlar. ‘Baba Olmak’ kitabının yazarı, aynı zamanda İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde öğretim üyesi Doç. Dr. Oya Güngörmüş Özkardeş, tıpkı yukarıdaki örneklerde olduğu gibi babanın tutum ve davranışlarının çocuğun kişiliğini şekillendiren önemli faktörler arasında yer aldığını söylüyor: “Babası ilgisiz ve otoriter çocuklarda utangaçlık, çekingenlik daha sık görülür. Babası hoşgörülü olanlar ise arkadaşlık ilişkileri daha iyi, liderlik özelliğine sahip ve uyumlu bireylerdir. Kişiliğin merkezi diye kabul edilen ‘benlik’ (kişinin fiziksel, ruhsal, sosyal ve duygusal özellikleri, istekleri, başarıları hakkındaki inançlarının bütünü) kavramının oluşmasında da anne-babanın sevgi dolu tutumu etkilidir.”

Tıp fakültesini 3. sınıfta bırakıp kendine ayakkabı mağazası açan Bahadır Bey, evliliğinin 5. yılında eşinden boşanmış. Daha doğrusu hanımefendi ondan ayrılmak istemiş. Sebebi ise Bahadır Bey’in zaman zaman öfkesine hâkim olamayıp eşine ve ev eşyalarına zarar vermesi. Bu tutumundan hoşlanmasa da sinirlendiğinde gözünün döndüğünü itiraf ediyor: “Annemle babam anlaşamazdı. Annem çenesini tutabilen bir kadın da değildi. Boşanmaya cesaret edemediler. Benim de ailemden öğrendiğim en iyi şey tartışmaktı.”

Bahadır Bey’le aynı kaderi paylaşan, sorunlarını bağırıp çağırarak halletmeye çalışan hayli insan var Türkiye’de. Onları banka kuyruklarında, trafikte, gazetelerin üçüncü sayfalarında görmek mümkün. Bu yanlış tutumların arkasında ise adalet duygusunu çocuğuna anlatamayan babalar var. Fatih Üniversitesi Öğretim Görevlisi Pedagog Adem Güneş, çocukların adalet duygusunu baba aracılığıyla kazandığını vurguluyor. Eğer okulda dayak yiyen çocuk, yaşadıklarını babasına anlattığında ‘İki yumruk da sen atsaydın!’ cümlesini duyuyorsa, bu hayati duygu çocukta oluşmuyor. Çünkü minikler bu dönemde babalarının problemleri nasıl çözdüğüyle yakından ilgileniyor. Eğer gürültü yapan komşuya haddini bildirmek için baba yerinden kalkıyorsa, çocuk da sorunların ancak bu şekilde şiddetle, bağırıp çağırarak çözüleceğini öğreniyor. Yaşadığı bir olumsuzluk karşısında konuşarak anlaşmayı düşünemiyor hiç.

BABAMIN VARLIĞI KADAR ZEKİYİM!

Doç. Dr. Oya Güngörmüş Özkardeş, zekâyı, “Yeni bir probleme ya da duruma kolay uyum gösterebilme yetisi” diye tanımlıyor kitabında. Oya Hanım çocukların belli bir zihinsel kapasiteyle (genetik) dünyaya geldiklerini, erken dönemde çocuğa verilen uyarıcıların bu kapasitenin ne ölçüde kullanılacağını belirlediğini söylüyor. Eğer bebek zengin uyarıcıların bulunduğu bir ortamda yaşıyorsa kendi zihinsel kapasitesini en üst seviyede kullanabiliyor. Burada zengin uyarıcıdan kasıt ise onunla dolaşmak, konuşmak, oynamak ve düşünce becerilerinin gelişmesine imkân sağlayacak ortamlar oluşturmak.

Doç. Güngörmüş, annelerin sözel etkinliklerde bulunarak babaların ise daha çok oyun oynayarak bebeğin bilişsel gelişimini uyardıklarını belirtiyor. Güngörmüş, bebeklik döneminden başlayarak babayla etkileşimin çocuğun (özellikle de erkek çocuğun) zihinsel fonksiyonlarını olumlu yönde etkilediğini vurgulayan pek çok bilimsel çalışmanın varlığından bahsediyor. Ayrıca babaların çocuk gelişimi açısından bir başka önemli farkını da şöyle açıklıyor: “Onlar çocukları bağımsız davranmaya yüreklendirir. Dış dünyayı keşfetmelerini destekler. Bağımsızlıkları desteklenen çocuklar, kendilerini ve dış dünyayı keşfetme konusunda daha cesur davranırlar. Bu da daha fazla uyaranla karşılaşmak, daha çok sorun çözmek, değişikliklere kolay ayak uydurmak anlamına gelir. Zekâ, problem çözmek ve uyum sağlamak olduğuna göre, babayla yapılan etkinlikler çocuğun zekâsını olumlu yönde etkiler.”

Prof. Dr. Haluk Yavuzer, yaptıkları bilimsel araştırmalarda babası tarafından desteklenen, yüreklendirilen çocukların akademik hayatta daha başarılı olduğunu, desteklenmeyenlerin ise tam tersi bir durum yaşadığını anlatıyor: “Bebeklikten itibaren her gelişim döneminde çocuğun uyumunda, sağlıklı büyümesinde, akademik başarısında, yüksek benlik saygısında, kendisiyle barışık olmasında, özgüveninde, bağımsızlık kazanmasında baba son derece önemlidir.”

‘Baba Beni Sevmekten Niye Korkuyorsun?’ isimli kitabın yazarı Psikolojik Danışman Ercan Nar da babası tarafından sevilen, sevildiğini hisseden çocuğun öğrenmeye ve gelişmeye daha açık olduğunu, bu durumun da onun hayatına başarı şeklinde yansıdığını anlatıyor.

BÜYÜYÜNCE BABAM GİBİ ‘ERKEK’ OLACAĞIM

Erkeklerin daha aktif, saldırgan olmaları, kızların başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğüyle daha çok ilgilenmesi, erkeklerin yabancı ortamda girişkenken kızların daha çekingen davranmaları, erkekler bağımsızlıktan yanayken kızların bağımlılığa yatkınlığı... Tüm bunlar kız ve erkek fıtratının birbirinden ne kadar ayrı olduğunu anlatmaya yetmez; ancak iki cinsin arasındaki bariz farklılıkları algılayabilmek adına bir perspektif sunabilir. Bahsi geçen özellikler her iki cinsin yaratılıştan getirdiği kodlar. Ancak çocuklar kendi cinsiyle alakalı birçok davranışı ebeveynlerini gözlemleyerek, taklit ederek öğreniyor.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra babasız kalan çocuklar ve parçalanan aileler sebebiyle ilk kez ‘çocuğun cinsel gelişiminde babanın rolü’ konusu gündeme gelmiş. O günden bu yana da üzerine düşünülen, yorumlanan bir mesele bu. Pek çok araştırma özellikle erkek çocukların erkeksi davranışlar kazanmasında babanın etkinliğini gösteriyor. Buna göre kız çocukları da babalarını gözlemleyerek erkeklere ne şekilde tepki vereceklerini, karşı cinsin kendini nasıl algıladığını öğreniyor.

Prof. Dr. Haluk Yavuzer, babanın pasif ve etkisiz olduğu aile ortamlarında sadece çocuğun sosyal gelişimi olumsuz etkilenmekle kalmayıp özellikle erkek çocukların cinsel karmaşa yaşayabildiklerini anlatıyor. Geçmiş yıllarda karşılaştığı bir vakayı da bu duruma örnek gösteriyor: “B, ülkemizin kırsal kesiminde yaşayan 8 yaşında bir erkek çocuktu. Babasının işleri çok yoğundu. Onu cumartesi-pazar günleri bile göremiyordu. B, gününün tümünü annesiyle geçiriyordu. Çocuk sürekli annesiyle hanım günlerine gide gele artık onlar gibi oynamaya, kırıtmaya başlamıştı. Baba yoksunluğu telafi edilerek B’nin eski hâline dönmesi sağlandı.”

BABA, SORUN ÇÖZENDİR

Psikiyatr Dr. Mustafa Ulusoy kendi hayatından örnek vererek babaların önemli bir vazifesini daha vurguluyor: “Bisikletim bozulduğunda babam ne hâlin varsa gör demez ya da beni başından atmaya çalışmazdı. ‘Sanayiye git, orada Kemal Amca’nı bul, benim selamımı söyle, ona yaptır.’ derdi. Babamın rehberliği çerçevesinde gider, işimi hallederdim. Böyle böyle sorunlarımı nasıl çözeceğimi, izlemem gereken yolu öğretiyordu aslında bana. Sorunlarını yalnız çözebilmesi için çocuğunuza zaman ayırmanız, onunla ilgilenmeniz gerekir. Günümüz babaları bu konuda yeterince hassas değil.”

Dr. Ulusoy, hastalarını tanımak adına genel bir kişilik testi uyguladığını, orada “Hayatımda rehberlik ederek beni sevmiş birinin açlığını çekiyorum” maddesini hemen herkesin işaretlediğini söylüyor. Yani, aslında insan, hayatının her döneminde babaya ya da baba gibi davranacak birisine ihtiyaç duyuyor. Pedagog Adem Güneş de bu vesileyle günümüz çocuklarının sorun çözme yeteneklerinin yeterince gelişmediğini anlatıyor. Buna, okullarda ‘hiç’ uğruna çıkan kavgaları, yaşadığı en ufak bir duygusal sarsıntı karşısında yıkılanları, hangi durumda nasıl davranacağını bilmeyen, kendini koruyamayan bireylerin yaşadığı sarsıntıları örnek gösteriyor.

Uzun süre psikolojik tedavi görmek zorunda kalan 30 yaşındaki edebiyat öğretmeni Şadiye K. babasının otoritesi yüzünden ne çocukluğunu ne de gençliğini sağlıklı bir ruh hâli içinde yaşayabildiğini anlatıyor: “4 güzel kız kardeştik. Okul çıkışında kapıda bekler, hepimizi alıp derhal eve götürürdü. Eğer bir erkekle arkadaşlık edersek bizi öldüreceğini söylerdi. Ne konuşursa konuşsun ‘Bu evde benim kurallarım geçer!’ diye söze başlardı.”

Şadiye Hanım’ın anlattıkları geleneksel aile yapısında görülebilen ve toplumun büyük bir kesiminin de normal karşıladığı durumlar arasında. Çünkü baba olmak hâlâ otoriterlik, kural koymak, çocuğuna-eşine mesafeli durmak şeklinde algılanıyor. Yalnız bu ve buna benzer tutumlar çocukların maddi-manevi gelişiminde sorun çıkarıyor.

Pedagojik açıdan otorite; aşağıdan yukarıya tüm aile fertlerince kabul edilmiş, içeride uyandırdığı adalet hissine kişilerin  tabi olma ihtiyacı hissettiği, kuralların uygulanmasında insanlara ‘yol gösteren’ makul bir düzen. Ailede kural koyucu, konulan kuralları takip edici ve gerektiğinde değiştirecek otorite ise muhakkak şart. O otorite de babadan başkası değil. Gerçek bir otoritenin varlığını Pedagog Güneş şöyle açıklıyor: “Baba; anne ve çocuklarla istişare ederek ailenin kurallarını koyar. Otoriterliğin en büyük şartı, demokratik davranmaktır. Demokrasi yoksa orada ‘diktatörlük’ vardır. Çocukta ‘Babama itaat edeceğim’ duygusu uyandıktan sonra evde otorite olabilir baba. Ya da eşinizin gözündeki saygınlığınız kadardır otoriteniz. Yoksa ‘Anlaşma yaptık, otorite benim’ değil.” Dr. Mustafa Ulusoy da çocukların isteklerine (hikmete uygun şekilde) evet ya da hayır diyebilen, otoriter bir babanın önemini “Çocuklar bundan hoşlanmaz gibi dursalar da içten içe sevinir, güven duyar ve bu otoriteye hayatlarında her zaman ihtiyaç hissederler.” cümlesiyle açıklıyor.

ANNE, BABALIK VAZİFESİNE SOYUNMAMALI

Günümüz ekonomik şartları babalarla çocukları ister istemez birbirinden uzak tutuyor. Ne babalar çocuklarını iş yerine götürebiliyor ne de eve erken gelebiliyorlar. Uzun mesailer bazen gece geç saatlere kadar sürüyor. Baba eve geldiğinde anne ve çocuklar çoktan yatmış oluyor. Hatta bu durumu haftada birkaç kez yaşayan aileler yok değil. Baba evde az vakit geçirdiğinde ise ailede otorite boşluğu meydana geliyor. Anne bu sefer hem çocuğun duygusal ihtiyaçlarını karşılıyor hem de babanın vazifelerini yerine getirmeye çalışıyor. Bu olumlu bir davranış gibi gözükse de çocuklarda nevroza (sürekli huzursuzluk duygusu eşliğinde bedensel ve toplumsal işlevlerde aksamalara yol açan ruhsal bozukluk) sebep oluyor. Çünkü anne, bir taraftan çocuğun saçını okşuyor, arkasından bir kurala uymadığı için kafasına vuruyor. Adem Güneş, bu yolla çocuğun duygularını geliştiremediğine değiniyor: “Anne sevecen biri mi yoksa otoriter mi? Burada anne hem kendi fıtratına aykırı işler yapıyor hem de çocuğun psikolojisini bozuyor. Böyle bir evde yetişen çocuk da duygularını yitirip duyarsızlaşıyor. Ergenlik döneminde de ailede ciddi sıkıntılar çıkıyor. Anne ellerini yüzüne kapatıp hıçkırıklarla ağlıyor. ‘Ne olur oğlum-kızım bana yardım et’ diyor. Çocuk, ‘Bırak ağlamayı da yemeği hazırla’ şeklinde karşılık veriyor.”

Tüm bu olumsuzlukların yaşanmaması için, anneler, şefkat timsali özelliğini devam ettirip çocuk izin alacaksa, misafir kabul edilecekse, ailecek bir program yapılacaksa “Babanızı arayıp soralım, izin isteyelim” demeli. Baba evde bulunmasa da otoritesini bu yolla canlı tutmalı.   

HİÇ DEĞİLSE BABAMA SÜRTÜNEYİM…

6 yaşındaki Hakan bir pedagoga götürülür. Ondaki davranış bozuklukları değerlendirildiğinde uzman, “Babası nasıl biridir? Yeterince birlikte vakit geçirebiliyorlar mı?” diye sorar. Anne cevap verir: “Yoğun çalışan, variyetli biridir. Hakan’ın her istediğini yapar. Fakat birlikte pek vakit geçiremiyorlar.” Uzman konuyu biraz daha deşelediğinde babanın eve geldiğinde oğluna dönüp bakmadığını, çocuğun misketlerini babasına sürtünerek oynadığını öğrenir. Hakan’ın tek isteği onu da oyununa katmaktır. Fakat babasının yaklaşımı hep aynıdır: “Çok yorgunum, oğlanı al ayağımın dibinden. Manzaraya karşı bir şeyler içeyim de biraz dinleneyim.”

Benzer olaylarla meslek hayatlarında çok karşılaştıklarını söyleyen Prof. Dr. Haluk Yavuzer, kendisine başvuran 9 bin ailenin 1300’ünü rastgele seçip problemlerini inceler. Ortaya çıkan sonuç hayli düşündürücüdür: “Yüzde 65 oranında babayla çocuk arasında yetersiz ilişki vardı.”

Psikiyatr Mustafa Ulusoy da babalarda ‘çocuğuma yetemiyorum’ gibi bir kaygı gözlemlemediğini söylüyor. Bunu da ‘modern insan kişiliği’ne bağlıyor: “Yapılan esaslı araştırmalarda her on kişiden birinde kişilik bozukluğu var. Yine 4 kişiden birinde de belirtiler mevcut. Bu tarz insanlar önce kendi kariyerini, başarısını, kazandığı parayı düşünür. Bu tutumlar dünyevileşmekten kaynaklanıyor. Modern insan kendiyle meşgul olan insandır. Böyle birinin çocuğuna yetememenin kaygısını çekmesi, fedakârlıkta bulunması çok zordur.”

Öyleyse ‘maddeten var, manen yok’ babalar bir çocuğun hayatında nelere mal olur? Prof. Dr. Haluk Yavuzer’e göre bu çocuklar, duygusal doyumsuzluk şemsiyesi altında çok kolay tüketen bireyler hâline geliyor. Sevemiyor. Karşı cinsle iyi ilişki kuramıyor. Alınan eşyanın kıymetini bilmiyor. İnsan ilişkilerinde yetersiz kalıyor. İşbirliğine yanaşmıyor. Doyumsuzluk her hâliyle kendini gösteriyor. Zaman zaman yetersizlik duygusu yaşıyor. Suça karışma oranı artıyor. Eşiyle maddi-manevi doyumlu, sağlıklı bir ilişki kuramıyor. Cinsel hayatında sorunlar yaşayabiliyor. Zaman zaman aşağılık duygusu ortaya çıkıyor. Sevdiklerinden abartılı beklentiler içine giriyor, bunlar karşılanmayınca da hayal kırıklığı yaşayarak hayata küsüyor. Babasıyla iyi bir geçmişi bulunmayan kızlar, eşlerine güvenmekte zorlanıyor. Her yaşadığı olumsuzlukla babası arasında bağlantı kurup eşini de kendini de yıpratıyor.

BABA MANEN YOKSA AİDİYET DUYGUSU DA OLUŞMUYOR

Şadiye Hanım, kardeşlerini ve annesini sürekli ezen birine ait o evde hiçbir zaman yaşamak istemediğini anlatıyor: “Eğer babam biraz huzur verseydi evim ve ailem olduğu için kendimi mutlu hissedebilir, annesiz-babasız çocukların yerine geçmek istemezdim.” diyor. Şadiye Hanım çocukluk döneminde tesis edilemeyen aidiyet duygusunu ilk kez evlendikten sonra yaşamış. Bunun sebebini Pedagog Adem Güneş şöyle aktarıyor: “Baba bu duyguyu oluşturan mıknatısî etkiye sahiptir. Etrafındaki herkesi kendine çeker. Babanın aile üyelerinin işlerini takip etmesi, her sorunda devreye girmesi, rehberlik etmesi, ‘aileyiz’ kavramına sıklıkla vurgu yapması, aidiyet duygusunun çocukta oluşması için gereklidir.” Güneş, aidiyet duygusu kazanmamış kız ve erkek çocukların ileriki yaşamlarında ciddi sıkıntılar yaşabileceğini söylüyor: “Doğuştan getirdiğimiz bir histir bu. Hepimiz bir yere ait olmak isteriz. Evde aidiyet hissi oluşmamışsa çocuk ergenlik döneminde bunu dışarıda arayacaktır. Ona ilk kucak açana sorgusuz gidecektir. Genç yaşında terör örgütlerine girip hayatını bu uğurda harcayanların, fuhuş bataklığına saplananların, madde bağımlılarının bir çoğununun bir yerlere ‘ait olmak’ için yola çıktığını unutmamalıyız.”

Günümüz şartlarında evlilik kadar boşanmak da doğal karşılanıyor. Evliliklerini sonlandıran yetişkinler kısa bir dönem sonra hayatlarına kaldıkları yerden devam ediyor. Bu savaşta en büyük yarayı ise çocuklar alıyor. Babanın bir çocuğun hayatında neler ifade ettiğini düşünecek olursak baba eksikliğinin nasıl tamamlanabileceği üzerine düşünmek gerekiyor.

“EN KÖTÜ BABA, ‘YANINDA BULUNMAYAN BABA’DAN İYİDİR”

Öncelikle anne-babası ayrılmış bir çocuğun somut ve soyut dünyası altüst oluyor. Buna küçük bir örnek, anne-babası 12 yaşındayken ayrılan Tuğba Hanım: “Annemle kalıyordum. Babam artık evde değildi ama biz yine mutsuzduk. Özlemini çektiğim huzuru, yakınlığı bana bir türlü yaşatamadılar. Okul çıkış saatleri, veli toplantıları, okul piknik ve yemekleri benim için kâbus gibiydi. Şimdi 33’ündeyim. 2,5 yaşında bir oğlum var. Çocuğumun babasız kalmasını istemediğim için birçok sıkıntıya katlanıyorum. En kötü baba, yanında bulunmayan babadan daha iyidir çünkü!” Acaba Tuğba Hanım’ın tutumu doğru mu?

Pedagoglar, boşanan çiftlerin ardından çocukların neler yaşadığını ve hissettiğini şöyle özetliyor: Çocuk önce iç muhasebe yaparak kendini suçluyor. Okul dönemi başladığında ise hayatının karardığını düşünüyor. “Veli toplantısında ne olacak? Arkadaşlarım babamı sorduğunda ne cevap vereceğim?” diye tedirginlik yaşıyor. Kendiyle alakalı bir şeyler konuşulmasını istemediği için toplum içinde silik kalmayı tercih ediyor. Zamanla her şeyden mesaj çıkarır, alınır hâle geliyor. Biraz daha büyüyüp yeni bir hayat kurma hayallerine daldığında ise ‘Babam yok, sevdiğim kızı kim isteyecek, ya annemle babam kavga ederlerse, ya babamın evlendiği kadın gelmesine izin vermezse’ gibi gelecek kaygısı yaşıyor. Kız çocukları ise; ‘Beni kimden isteyecekler? Anne-babası ayrılmış bir kızı ailelerine almak isterler mi?” gibi sorularla kendini yıpratıyor.

Prof. Dr. Haluk Yavuzer tüm bu olumsuz duyguların ergenlikte zirve yaptığını söylüyor. Bu dönemi daha az sorunla atlatmak içinse belli kaidelere dikkat etmek gerekiyor. Mesela anne-baba çocuğa karşı dürüst olmalı. Asla onu kandırmamalı. Hiçbir zaman tekrar bir araya geleceklerini düşündürecek, hayal ettirecek eylemler, söylemler içine girmemeli. Onun anlayacağı dilden boşanmanın sebebi anlatılmalı, gelişmeler hakkında bilgi verilmeli. Karı-koca asla çocuğunu birbirine karşı tehdit unsuru şeklinde kullanmamalı. Anne de baba da çocuğa karşı tarafı kötülememeli. Boşanma gerçekleşse bile ebeveynler iki yetişkin gibi bir araya gelip evlatlarıyla ilgili ortak kararlar alabilmeli. Çocuğun yanında tartışmadan konuşabilmeli…

ANNE-BABA BOŞANDIYSA...

Boşanma gerçekleşti ve çocuk annede kaldı. Aksi bir durum yoksa genelde ülkemizdeki hukuk sistemi bu doğrultuda kararlar veriyor. Normalde çocuk babasını haftada 7 gün görürken bu rakam bir-ikiye düşüyor. Baba ne yapmalı ki aradaki mesafeyi kapatabilsin, annesiyle boşansalar da varlığını oğluna-kızına hissettirebilsin? Psikiyatr Dr. Mustafa Ulusoy’un önerileri şöyle: “Hafta sonu alıp evine götürerek birlikte vakit geçirebilirler. Çocuğa ‘ben senin yanındayım’ hissini vermeli muhakkak. Çocuk kendini çaresiz hissettiğinde, herhangi bir sorunla karşılaştığında babasını yanında bulması bu duygunun verilmesi için kâfidir. Bu hissi beraberken bile birçok baba veremiyor, boşandıktan sonra daha da zorlaşır. Ama yapılamayacak bir şey de değil. Babanın çocuğuyla ilgili duygularını, düşüncelerini paylaşması da çok önemli.”

Pedagog Adem Güneş de babanın yeni biriyle evlendiğinde yapılması gerekenleri özetliyor: “Çocuk babaya geldiğinde ona ait odası, eşyaları bulunmalı. Erkeğin hayatında bir değişiklik olacaksa (yeni kardeş, taşınma, iş değişikliği) bunu oğlu-kızı önce babasından duymalı. Çocuk o eve sığıntı gibi gelip gitmemeli. Ona iki evinin bulunduğu ama birine ait olduğu söylenmeli. Ait olduğu evin seçimi için anne-baba ortak karar almalı.”

Prof. Dr. Haluk Yavuzer, “Baba, babalığını annenin izin verdiği ölçüde yapabilir.” diyerek önemli bir noktaya temas ediyor. Ona göre günümüz babalarının görevlerini tam anlamıyla yerine getirememesinde annelerin tutumu da etkili. Mesela, bazı hanımlar hem çalışıp hem de annelik vazifelerini yerine getiriyor. Tüm gün evladından ayrı kaldığı için evde geçirdiği zamanı tamamen ona ayırıyor. Tabii baba da bu esnada tabir-i caizse kapı dışında kalıyor. Kızını-oğlunu bir an olsun yanından ayırmayan, çocuklarına aşırı bağlı anneler de baba-çocuk ortak hareket etmeye başladığında kıskanıp ortama müdahale ediyor. Prof. Dr. Yavuzer böylesi bir durumda da babaların ‘Ne hâliniz varsa görün!’ dediğini aktarıyor: “Sağlıklı baba-çocuk ilişkisinin oluşması için anne desteği çok önemli. Bebeklikten itibaren kademeli şekilde çocukla baba baş başa kalmalı. Büyüdüklerinde de babayla kız-erkek çocuk basket maçına, balık tutmaya, alışverişe, müzeye gidebilmeli. Anne bu zemini oluşturmalı, kendi de bu esnada evde dinlenmeli, bireysel zevkleriyle uğraşmalı. Sofrada, aile ortamında, okul arkadaşıyla, öğretmeniyle paylaşamayacağı şeyleri çocuklar babalarına böyle zamanlarda anlatır. Bunlar annenin bulunduğu bir ortamda genelde gerçekleşmez.”

BİR TÜRK GELENEĞİ: BABAYI POLİS YERİNE KOYMAK

Annelerin yanlış tutumlarından konu açılmışken her Türk kadınının düştüğü önemli hatalardan biri de babayı polis yerine koymak. Gün boyunca annesiyle vakit geçiren çocuk zaman zaman şımarır, hareketlerinde aşırıya kaçar. Bu durumun üstesinden gelecek anahtar cümle ise “Seni babana söyleyeceğim”dir. Çocuk bundan dolayı babasının eve gelmesini istemez. Akşam olur, kapının zili çalar. Baba yorgundur, tüm günün stresi omuzlarındadır hâlâ. Anne hemen oğlunu-kızını şikâyete başlar. Babanın üzerindeki negatif enerjiyle şikâyet cümleleri birleşince ortalık karışır. Baba âdeta canavara dönüşür. Prof. Dr. Haluk Yavuzer, ‘Korkuya değil, sevgiye dayalı birlikteliği’ aramamız gerektiğini tavsiye ediyor: “Çocuk babanın sevgisine, ilgisine ihtiyaç duyar. Dıştan baskı ve kontrol yerine içten denetimi yeşertip çocuğun içinden korku odaklı davranmayı çıkarırsak sorumluluğu geliştiririz. Bizim eğitimdeki amacımız kendi başına karar verebilen, sorumluluk üstlenebilen bireyler yetiştirmektir. Ama bu tarz yanlış terbiye yöntemleriyle bunu sağlamak mümkün değil.”

Buraya kadar bebeklik, çocukluk döneminde babanın fonksiyonlarını anlatmaya çalıştık. Bunun sebebi, bahsi geçen hayati hasletlerin bu yıllar içinde kazanılmasıydı. Haberimizi okuyan baba adayları için mevcut bilgiler yol gösterici olabilir. Peki, 13-18 yaşında ergenliğe yeni giren ya da bu süreci tamamlamış çocukları bulunan babalar bundan sonra ne yapabilir? İçinizi bir nebze rahatlatacak açıklama Fatih Üniversitesi Öğretim Üyesi Pedagog Adem Güneş’ten geliyor: “Ebeveynler umutsuzluğa kapılmasın. Baba ergenlik dönemini tamamlamış çocuğuna bile irade, dirayet, adalet, güven, problem çözme gibi özellikleri kazandırabilir. Yalnız bunu çocukluk dönemindeki kadar kolay yapamaz. Çünkü genç artık her şeyi aklıyla sorgular. Onu ikna etmek zordur. Burada sabır çok önemli. Sorunların üstesinden gelemeyenler de uzman desteği alabilir.”

Son söz Sosyolog-Yazar Ali Bulaç’ın: “Babamın vefatında bir şeyin farkına vardım, baba sevgisi gizliymiş, ölünce birdenbire, aniden ortaya çıkar, bir volkan gibi içinizde patlarmış. O sizi varlığın merkezine bağlayan ana irtibat noktasıymış. Babanın vefatında işte o nokta kopuyor, kendini uzayın boşluğunda yuvarlanıyor hissediyorsun. Onu çok özlüyorum, babalar çok tatlıymış meğer!”

“Baba, çocuğun duygu dünyasına girebilmeli”

Pedagog Adem Güneş: “Kız çocuğunun yetiştiği bir evde babanın fonksiyonel anlamda varlığı ile yokluğu arasında trajik sonuçlar meydana geliyor. Kızlar duygularını babadan tatmin etmeye çalışır. Zayıftır ve güçlü olana (babaya) yanaşır. Sevgiye, korunmaya ihtiyaç hisseder. Ergenlik döneminde baba yoksa (maddeten ya da manen); sığınma, korunma hissini dışarıdaki erkeklerde aramaya başlar. Çünkü bu ihtiyacını güdüsel olarak ‘bir erkek’ten karşılayacağını bilir. İçindeki açlıkla birlikte önüne ilk çıkan kişiyi sorgusuz benimser, ona bağlanır. Babalar ‘iyi okullarda okutuyorum, yüksek hayat standartları sunuyorum’ diye çocuklarını duygusal anlamda beslediğini zannetmesin. Babanın kız çocuğunun duygu dünyasına girmesi şart. Bunu da şöyle yapabilir; çocuk dışarıda bir problem yaşadığında gelip hemen babasına anlatabilmeli. Baba hemen harekete geçerek problemi çözüme kavuşturmalı, kızına sonuçtan memnun kalıp kalmadığını sormalı. Bu şekilde davranan bir baba kızının hayattaki en büyük dayanağı olabilmiştir.”

Babayla çocuk nasıl kalitelizaman geçirir?

Geçirilen zaman çocuğu mutlu edip onun gelişimine katkı sağlıyorsa,  Neler yapılacağına sadece baba değil, çocuk da karar veriyorsa,  Geçirilen zamandan her ikisi de zevk alıyorsa,  Baba çocuklarını psikolojik ve sosyolojik anlamda tanıma fırsatı buluyorsa,  Baba her anın mükemmel geçtiğini düşünüyorsa,   Herhangi bir aktiviteyi gerçekleştirirken sadece çocuğuyla ilgileniyor; cep telefonu, bilgisayar ya da televizyona ara ara dalıp gitmiyorsa baba çocuğuyla kaliteli zaman geçiriyor demektir. Pedagoglara göre; çocukların babalarıyla her gün 1 saat ‘kaliteli zaman’ geçirmesi sağlıklı bir ilişki için oldukça elzem.

Haydi babalar okula! Türkiye'de uzun yıllar annelere yönelik eğitim programları düzenleyen Anne Çocuk Eğitim Vakfı (AÇEV), babalar üzerine de çalışıyor. Millî Eğitim Bakanlığı'nın da (MEB) desteklediği Baba Destek Programı (BADEP) ‘Daha iyi bir baba olmak istiyorum' diyen herkese ulaşmayı hedefliyor. 2003 yılından bu yana BADEP Koordinatörlüğü yapan Hasan Deniz, eğitime babaların neden katılması gerektiğini şöyle özetliyor: “Bizim öncelikli amacımız kimseye babalık öğretmek değil. Temel kabulümüz ‘Bütün babalar iyidir ve elinden gelenin en iyisini yapmak ister.’ Sorun, onlara edindirilmiş babalık etme biçiminde. Bireyin gelişiminde çocukluk döneminin önemi, belirleyiciliği artık herkesin malumu. Eğer baba bu kritik süreçte çocukla karşılıklı ve yakın bir ilişki kuruyor, gelişimini desteklemek için gerekli katkıyı yapıyor, ona güven ve sevgi dolu bir ortam sağlayabiliyorsa bu dönemi verimli geçiriyor demektir. İşte BADEP herkesin arzulayacağı böyle bir modele babayı yönlendirip donanım kazandırdığı için ebeveynler programa katılmalı.” AÇEV'den eğitim almış öğretmenler çocuklar aracılığıyla okula babaları davet ediyor. Eğitimin içeriğini anlatıyor ve kabul edenlerle programa başlıyor. Bugüne kadar 35 bin babaya ulaşmışlar. 2011'de Adana, Adıyaman, Ankara, Antalya, Aydın, Balıkesir, Bilecik, Bursa, Çanakkale, Denizli, Diyarbakır, İstanbul, İzmir, Kahramanmaraş, Kayseri, Kocaeli, Manisa, Mersin, Muğla, Osmaniye, Sivas, Trabzon, Van ve  Zonguldak'ta gerçekleştiriliyor. Eğitime katılmak isteyenler kendi bölgelerindeki ilköğretim okullarındaki BADEP eğitimcileri ile irtibata geçebilir ya da 0212 213 42 20 numaralı telefonu arayarak bilgi alabilir. BADEP'in hedef kitlesi 3-6 ve 7 -11 yaşları arasında çocukları olan, okuma yazma bilen babalar. Program 15'er kişilik baba grupları oluşturularak, haftada bir gün 2–2,5 saatlik 12+1 (anne oturumu) şeklinde uygulanıyor. Eğitim sürecinde vaka analizi, küçük grup çalışması, hayalinde canlandırma, hatırlama, canlandırma, oyun, alıştırma, soru cevap ve öykü kullanımı gibi farklı yöntem ve taktikler kullanılıyor.

Mustafa Ulusoy:

“Bu, psikolojinin bize attığı en büyük kazıktır”

“Her şeye sebep-sonuç ilişkisinden bakmak bize psikolojinin attığı en önemli kazıklardandır. Peygamber Efendimiz’in babası yok. Annesi de 6 yaşında ölüyor. Ama kainatın en erdemli insanı. Çocukluğumuzda yaşadığımız sorunlar bizim kişilik gelişimimize nispeten olumlu-olumsuz etkiler yapıyor. Babasızlık travmatik yaralar açabilir. Fakat burada kendi seçimlerimizi de unutmamamız gerekiyor. Hayatın kendisi önümüzde daha büyük bir problem. Mesela, anne-babasından yeteri kadar sevgi görmüş, şımartılmadan dengeli şekilde büyütülmüş ama psikolojisi bozulmuş çok insan gördüm. Hayatta ayakta durabilmek için sadece bunlar yetmiyor çünkü. Bu yaklaşım, günümüz babalarının hatalarını ortadan kaldırmaz. Ben sadece babasız ya da baba sevgisinden, şefkatinden yoksun büyümüş kişilerin bu kısma çok takılmamaları gerektiğini vurgulamak istiyorum. Beşer zulmeder ama kader adalet eder.”

Ercan Nar: “Çocuklar hangi babaları sevmez?” 

İyi örnek olamamak: Ne söylediğinizden çok, neler yaptığınız önemlidir. Çocuğunuz sizin tüm davranışlarınızı kayıt altına alır. Siz hangi olaylara nasıl tepki veriyorsanız o da aynılarını yapacaktır. Mükemmeliyetçilik: Küçük başarıları desteklemek ve onlarla övünmek yerine bazı babalar hiçbir şeyden memnun olmaz, sürekli eksik arar. Bu da çocuğun özgüven eksikliği yaşamasına vesile olur. Tutarsızlık: En çok rahatsız eden davranışların başında gelir. Eğer baba bir kural koyduysa bunu sonuna kadar devam ettirmeli, söylediklerini harfiyen uygulamalı. Tutarlı davranışlar çocuğa güven hissi verir. Açık iletişime kapalılık: Açık iletişimin çocuklara değer verme, problemlerini çözme ve başkalarıyla iyi geçinme gibi temel ilkeleri vardır. Açık iletişime kapalı babalar; otoriter baba, nasihat verici baba, suçlayıcı baba, teselli verici baba, yıkıcı disiplin kullanan baba, alay eden-lakap takan baba, çocuklarının ihtiyaçlarını göz ardı eden babalardır…

TÛBA KABACAOĞLU

Bu haber toplam 19759 defa okunmuştur
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.