Avrupa'da İslamofobi'nin Anlamı
Sabah Gazetesi Yazarlarından Ahmet DEMİRHAN, Son yıllarda gittikçe artan Avrupa'daki cinayetler sonrası "İslamofobiye" Avrupa'da yüklenen anlamı ve bu anlayışla amaçlanmak istenen düşünceleri köşesine taşıdı. Demirhan'ın köşesinde yer alan ayrıntıalr şöyle:
Aralık 2010'da Tunus'ta kendisini yakarak Arap Baharı'nı tetikleyen Muhammed Bouazizi ile 2004'te Amsterdam'da Teo van Gogh'u öldüren Muammed Bouyeri'nin isimleri ve Kuzey Afrikalı olmaları dışında başka ortak noktaları yok. Bouazizi, 'Arap sokağı'nda resmi görevlilerce aşağılanmaya dayanamayan biri iken Bouyeri de Batı'da entegrasyonun başarı derecesinden bir türlü tatmin olamayan başka resmi görevlilerin kıstaslarıyla aşağılanan, gittikçe yalnızlaşıp radikalleşen birisi. Bouazizi 'Tunusami'nin tetikleyicisi oldu, Bouyeri ise zaten gizil olan İslamofobi'nin açıkça yaşanmaya başlamasının.
Hollanda: Faili popülarize ederek eylemi normalleştirme
Oysa Hollanda'da Theo van Gogh cinayetinden sadece iki yıl önce, 2002'de, başka bir cinayet daha gerçekleşti. Avrupa'da yeni sağ denilen ve toplumu ilgilendiren normal konuları bile Müslüman göçmenler üzerinden anormalleştirerek sunan bir hareketin ilk ciddi temsilcilerinden Pim Fortuyn, öldürüldü. 'Esrar perdesi' ile örtülü bu cinayeti işleyen kişi, Muhammed Bouyeri kadar popüler olamadı. Adı medyada pek yer almadı, Volkert van der Graaf'ten hep bir 'hayvan hakları savunucusu' diye bahsedildi. Fortyn'ı öldürmesinin gerekçesinin, 'toplumun zayıf üyelerini hedef alarak şahsi siyasal güç elde etmeye çalışması' olduğu söylendi. Tarımda endüstriyelleşmeye, hayvanların kürkleri için öldürülmesine, siyasetçilerin kibirli tavırlarına vesaire karşı olduğu yazıldı. Adı konmasa bile, karşımızda tam bir "püriten" vardı. Ahlaki değerleri radikal denecek derecelerde katı yorumlayan Kalvinizmin fanatikleştirdiği söylenebilen bir katil. Öldürülmeden önce Pim Fortyn cinayeti üzerine bir film kotaran ve 5 Mayıs adlı bu filmde cinayeti, Hollanda gizli servisi, Amerikan silah tüccarları, aşırı sağ siyasetçiler, neo-Nazivari nevzuhur ideolojiler etrafında şekillenmiş dernek ya da cemiyetler gibi unsurların etrafında açıklamaya çalışan Theo van Gogh'un 'komplocu' yaklaşımı da unutulmamalı.
Ancak, ne yazık ki kendisi unutturulmaya, adı bile saklanmaya çalışılan Volkert van der Graaf üzerinden 'püriten' fanatizmi ile bunun artık başka milletlerden ve başka dinlerden unsurlarla örülü bir Hollanda toplumu ve diğer Kuzey Avrupa toplumları için ne tür bir tehlike oluşturduğu gündemden uzak tutuldu. Avrupa için hala İslam tehdit, hâlâ Wilders gibi siyasetçilerin popülaritesi çok yüksek ve bu popülariteye bakılarak Wilders gibi siyasetçiler, hala, İslamofobik, ırkçı gibi sıfatlarla değil, 'popülist' sıfatıyla, normalleştirilerek anılıyor.
Eğer benzeri senaryolar ile ülke yönetimleri, aydınları ve medyası tarafından benzeri normalleştirmeler başka yerlerde, örneğin Norveç ve Almanya'daki son gelişmelerde yaşanmasa, Hollanda, kendi içinde tekil bir numune olarak değerlendirilebilirdi. Ne yazık ki durum tam tersini gösteriyor.
Norveç: Faili anormalleştirerek eylemi normalleştirme
Norveç'te geçtiğimiz temmuzda son yılların en büyük 'terör' eylemini gerçekleştiren Anders Behring Breivik, fanatizmin her türlü unsurunu sergilemesine rağmen, geçenlerde 'deli' (paranoid şizofren) ilan edildi. Sadece Norveç'i değil, taşıdığı unsurlar açısından bütün bir Avrupa'yı ilgilendirebilecek bir vaka, tıpkı Hollanda'da Volkert van der Graaf vakasında olduğu gibi, saklanmaya, faili anormalleştirilerek normalleştirilmeye çalışıldı. Oysa sorun, Breivik'in gerçekten 'meczup' olup olmamasında değil, o meczupluğun kendisini 'sosyalleştirme' tarzında. Ya da şöyle sorulabilir: Eğer Breivik, 'meczup'sa onunla aynı argümanları kullanan diğerleri, örneğin Wilders, ne? Tam da ellerine silah almak yerine, özellikle Batı-dışı değerlere yaklaşımları söz konusu olduğunda Wilders ve yandaşlarının 'ifade özgürlüğü'nden bahsetmeye başlamaları mı?
Breivik'in fanatizminde sadece İslamofobik unsurlar (ya da dışarıdan gelen tehdit) yok, orta sınıf bir Avrupalının 'ideal'lerine tehdit olarak gördüğü 'içerden' unsurlar da var. Dahası, bu 'içerden' unsurların baskısı nedeniyle zaten 'dışarıdan' unsurlar çok göze batıyor. Nihayette Breivik, ortalama orta sınıf bir Avrupalı aslında.
Almanya'da ise sorun daha 'derin'. O kadar ki 1990'dan bu yana neo-Nazi diye addedilen gruplar tarafından katledilen insan sayısı 137 -bir başka rakama göre ise 182- olmasına rağmen Almanya istihbarat teşkilatı Anayasayı Koruma Dairesi, bu rakamın 47 olduğunu iddia ediyor. Bütün bu cinayetler işlenirken ortaya Hollanda ya da Norveç'teki gibi sembolik önemi haiz isimlerin çıkmaması, aslında Almanya'da işlerin daha 'derin'den gittiğinin bir başka göstergesi. Buna karşın, Almanya'yı farklı kılan husus, neo-Nazi terörünün geçmişteki aşırı sol grupların terör eylemlerine benzer kılınarak normalleştirilmeye çalışılması. Der Spiegel bile 'Kızıl Ordu Fraksiyonu' gibi bir 'Kahverengi Ordu Fraksiyonu'ndan bahseden bir kapakla çıktı.
Kısacası Avrupa'nın 'yapısal' ırkçılık ve İslamofobi sorunu, mevcut ortalama Avrupalının 'ideal'lerinin aksine, na-mevcut bir 'Avrupa imajı'na zarar vermemek adına saklanmaya çalışılmaktadır. O çokça sözü edilen 'Avrupa bilinci', kendine ait olmadığını düşündüğü Muammed Bouyeri gibilerini başkaları adına 'travmatik'leştirirken, kendinde olanı da bir 'kopuşma' olarak yaşamakta; Breivik gibilerini cezai ehliyete uygun görmeyerek ve anormalleştirerek ırkçılığı ve İslamofobiyi toplumsal olanın dışına atmakla kalmamakta, hukukun da dışına itmektedir.
Sabah
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.