Aktif Bir Eylem Olarak Tevekkül ve Teslimiyet
I. "Başıma gelenlere razı olup onları kabullenirsem, o zaman mücadele edemem ki. Olumsuz şeyler hep olmaya devam ederler" dediğinde uyanıyorum ancak. Tevekkül etmekten korkuyor. Teslimiyet ürkütüyor. Başına gelenlere razı olup onları kabullenmek tehlikeli geliyor ona. Olan bitene razı olduğunda, kendini salıp ya hiçbir şeyi değiştiremezse. Ya her şey olduğu gibi devam ederse... "Yaşadığın olayın üzüntüsünü yaşamaya razı olursan üzüntün hafifleyecek aslında" deyip durmuş, ama bir milimetre yol kat edememiştim. Nuh diyor peygamber demiyor, "Üzüntü yaşamayı kabul etmenin neresi güzel!" diye itiraz ediyordu. Sahi, üzüntü hissetmenin neresi güzel! Üzüntü yaşamaktan kaçınmasının gerçek nedenini anlamıştım nihayet. Üzüntü hissedişine razı olduğunda, bunun sonsuza dek süreceğini, hiç bitmeyeceğini sanıyordu. Başına gelen olay için "niye" demeyi bırakırsa, olayın çözümü için gerekenleri yapmayı bırakacağını da düşünüyordu. "Bir sürücü toprak yolda giderken arabasının çamura saplandığını farz edelim. Şimdi bu insan bu olayı nasıl ele alır?" diye soruyorum. "Tevekkül eder" diyerek şaka yapıyor, bana nazire yaparak. Ciddi bir ifade takınmış yüzüm tam bir diplomat suratını andırıyor olmalı. Hiç gülmüyorum. Yok, hayır, şakasından alınmış değilim. Sadece 'anlatmak istediğimi anlatabilecek miyim'in gerginliği var üzerimde. Kurmaya çalıştığım analoji pek dikkatini pek çekmedi gibi. "Şimdi bu sürücü için, yaşadığı bu olayla ilgili üç farklı tutum söz konusu olabilir. Birinci ihtimal.." "İsyan eder" diye atlıyor. "Evet, isyan eder, Allah kahretsin, bu yola niye girdim, salak aklım işte," diyerek kendini heder eder" "Bence daha çok öfkelenir" "Öfkelenir ve.." Suskunluğuna yeniden dönüyor. "Öfkelenir, belki bu yüzden iyice gaza basar, çamura daha çok saplanır. Arabadan çıkar. Kapıyı sertçe çarpar. Yanında birileri varsa onlara sataşır. Hatta iyi bir eş kavgası nedenidir çamura saplanmak. 'Niye bu yoldan gelmek için ısrar ettin' diye çıkışır. Belki arabayı çamurdan çıkarmak için çabalar. Ama yeni sorunlara sebep olarak. Genelde de öfkesi ve kızgınlığı enerjisini tüketir, sorun çözme yeteneklerini dondurur, felç eder." "İkinci ihtimal de tevekkül mü?" diye soruyor. "Hayır, tevekkülü üçüncü ihtimal olarak en sona saklıyorum, merakını celbetmek için." diyerek, ikinci ihtimale geçiyorum: "Sürücü, başına gelen şeye tevekkül edeceğim zannıyla arabanın çamurdan kurtulması için hiçbir şey yapmayabilir. Arabanın içinde bekleyip durur. Bir nevi boş vermişlik hali yaşar. Yapabileceği şeyleri yapmaktan kaçınır. Bu da tevekkül değil tembelliktir, desek yanlış bir şey söylemiş olmayız sanırım." Üçüncüye sıra gelse diyor sanki bakışları. "Üçüncü seçenek de öncelikle arabanın çamura saplanmışlığına isyan etmemek, bu hali kabullenip ona razı olmak. Yani olmuş olan olayı, durumu, hali kabullenmek. Sonra da yapılabilecek şeyleri yapmaya çalışmak. Sakince araba..." "Önce bir Lahavle çekerek" diyerek araya giriyor. "Peki, öyle olsun" deyip devam ediyorum: "Adam olmuş olana razı olur, sakinliğini ve metin halini koruyarak arabayı çamurdan çıkarmanın yollarını düşünmeye başlar. Sonra da uygun olacağını düşündüğü uygulamaya koyulur." Biraz soluklanıp devam ediyorum. "Gördüğün gibi, olmuş olana razı olmak sorunların çözümünün önüne geçmiyor. Aksine insanı metin bir halde tutup enerjisini ve motivasyonunu koruyarak, kişinin fiilî çözüm arayışını kolaylaştırıyor..." "Tamam" diyerek sözümü kesiyor. "Seni çok iyi anladığımı sanıyorum. Peki, tevekkül etmeyi nasıl başarabileceğim ben?" "Şimdilik sorunun cevabını tam olarak bilmiyorum" demem onu hiç mutlu etmiyor. "Ama çok iyi bildiğim bir şey varsa, o da; dışarıdan çok kolay gibi görünse de, tevekkül etmenin dünyanın en zor işlerinden biri olduğu." Sanki hava, sararmış yapraklar kendini iyice belli etsin diye, iyice griye çalmıştı. Usul usul yağan yağmurun altında yaprakların yanında ayaklarımın ıslanmasının hiç önemi yoktu. Hatta bu bir ihsandı. Şemsiyenin sapını sol elimden sağ elime geçirdiğimde, "ne zor bir iş bu" dedim, içimden. | |
İyi ki Hayes'in o kitabını ("Accaptance and Commitment Therapy") okumuşum diye sevinirken, aniden esen rüzgâr ağaçları eğip büktü. Dalların rüzgârla dansı hızlanmıştı ki, yeniden "kabullenme, rıza gösterme"nin tanımına kaydı zihnim. Gösterişli bir mağazanın önünde durdum. Kapitalizmin bilinen markasını pazarlayan mallar albenili vitrinden "gel beni al!" uyarısı yayıyordu etrafa. Cadde benzer uyarıların istilası altındaydı. İyi ki ağaçlar vardı caddeye nefes veren. Bir de görülebildiği kadarıyla gökyüzü. Yağmur caddeyi yıkıyordu kirlerinden. Kalplerimiz kir ve paslarından nasıl arınacaktı? Mağazanın vitrinine dalıp gitmişken, şu soru geçiyordu zihnimin içinden: "Kanaat edin, israf etmeyin, en büyük kazanç kanaat ve israftan kaçınmadır" sözlerini en son nerede duyduk? Üç beş arkadaş bir araya gelip okuduğumuz bize hayattan, ahiretten bahseden kitaplar dışında bu sözcüklerin kapitalizmin dünyasında yeri olabilir miydi? İşimiz bayağı zordu. Kapitalizmin esas düşmanlarından biri tevekkül ve teslimiyet, rıza ve kanaat etmektir desek yanlış bir şey söylemiş olmayız diye içimden geçirirken, buna sosyalizmi de dâhil edip edemeyeceğimizi düşündüm. Sosyalizm de (çok bildiğim bir alan olmadığını da hesaba katarak söylüyorum) tevekkül, rıza ve teslimiyeti devrim inancına engel görüyordu, kim bilir. Narsisistik arzu çağı, tevekkül ve teslimiyeti lakaytlık, vurdumduymazlık, kendini şartlara teslim etme, mücadele etmeme, kendini bırakma, iradesini ortaya koymama gibi olumsuz anlamlar yükledi. Enaniyet asrında narsisistik benlikler kendini teşhir edip övgü toplamak için, bilhassa başarılarını, birincil malzeme olarak kullanır. "Ben yaptım" demenin narsisistik hazzıyla kendinden geçmek için çetin bir mücadele, tırnaklarıyla kazıma önem kazanır. Bu yüzden de, narsisizmin yayılma politikaları, karşısına çıkan tevekkül ve teslimiyeti, kanaat ve rızayı, kendine büyük bir engel gördü. Hayes'in kitabındaki tanım tevekkül ve teslimiyetle ilgili önemli bir ayrıntıya işaret ediyordu. Not defterimi çıkarıp bir kere daha okudum, karşıdan karşıya geçmek için ışıklarda beklerken: "Kabullenme insanın kendisine verileni kabul etmesidir. Psikolojik olarak teslimiyet bir durumun ya da olayın olduğu haliyle aktif şekilde kabulüdür. Teslimiyet sadece olay ya da durumun kendisini aktif bir şekilde kabul etmek değil, bu olay ya da durumun kişide uyandırdığı tüm içsel yaşantıları-duygusal, bedensel, düşünsel, davranışsal-uyaranları da kabul etmesidir." Bu tanıma göre teslimiyet zorunlu olarak kendimizi bırakmışlık hali değil, "aktif olarak" verdiğimiz bir karardı. Kabul etmenin, rıza göstermenin kendisi de bir eylemdi çünkü. Çünkü teslimiyet bir karar vermeydi: "O'nun emrine teslim olmaya karar veriyorum!" Bazı kararlarımızın sonuçları zahiri olarak davranışlarımıza da hemen yansır. Örneğin, sigarayı bırakmaya karar verdim deriz. Bunun zahiri sonucu bir daha sigara içmemektir. Bazı kararlarımızın sonuçları ise öncelikle duygularımıza tesir eder. "Başıma gelene razı olacağım" demek de, bir karardır, hem de çok ciddi ve benliğimizin rağmına olduğu için, zor bir karardır. O halde, teslimiyet, kadere rızaya karar vermek de bir eylemdir. İsyan etmemek de bir eylemdir. İlk tesirini kalbe gösterir. Kalp isyanın kasvetinden, eleminden kurtulur, nurla dolar, ferah bulup aydınlanır. Vitrinin ışıltıları ruhumu bunaltmıştı. Başımı yeniden yağan yağmurla ıslanan yapraklara çevirdiğimde, hayalim Roma'da yaşadığım bir ana taşıdı beni. Bir yandan Vatikan'ı geziyor bir yandan da kulaklıkla Mesnevi-i Nuriye'yi İhsan Atasoy'un (Risale-i Nur MP3 seti. Redoks Bilgisayar) sesinden dinliyordum. Yalnız sayılmazdım anlayacağınız. Tam Papa'nın konuşmasını yaptığı balkona gözlerimi diktiğimde şu cümle dikkatimi çekmiş ve bir kenara not etmiştim: "İman ise, kasden ve bizzât takib ve kabul edilmekle kalbin içine bırakılır." Şöyle yapsam yanlış olur mu, diye sordum kendime, ışıklar yeşile dönüp karşıya geçtiğimde. Bu cümledeki "iman" yerine "tevekkül ve teslimiyeti" koyup öyle okusam. Okudum: "Tevekkül ve teslimiyet, kasden ve bizzat takib ve kabul edilmekle kalbin içine bırakılır." Hayes'in tanımını daha iyi anlamış oldum böylelikle. Yağmur şiddetlenip ben de yürümemi hızlandırdığımda, zaten dedim, "İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül ise saadet-i dareyni iktizâ eder" demiyor mu, Zamanın Garibi. Mustafa ULUSOY / ZAMAN |
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.