Sırça Fanus'taki yaşam: Sylvia Plath

Sırça Fanus'taki yaşam: Sylvia Plath
Akşam Gazetesi'nden İlknur Özdemir, Ölümünden sonra Toplu Şiirleri'yle Pulitzer Ödülü'nü alan ilk şair olan Plath'ın dramatik ölümünü ve geride bıraktığı etkiyi yazdı...

İlknur Özdemir / AKŞAM


Şair, yazar Sylvia Plath'ın intiharından sonra hayranlarının ve arkadaşlarının tepkileri, yazdıklarının ve eylemlerinin etkisi, onun yapıtlarının ününü geride bıraktı. Ölümünden sonra Toplu Şiirleri'yle Pulitzer Ödülü'nü alan ilk şair olan Plath'ın dramatik ölümü, en ünlü özelliği olmuştur ve öyle de kalacaktır.

Yaşamına kendi eliyle son veren yazarlar ve şairler arasında, asıl ünlerine ölümlerinden sonra kavuşanların sayısı az değildir. Bu konudaki en tipik örneklerden biri, fırtınalı yaşamı ve sarsıcı şiirleriyle yıllarca gündemden düşmeyen Sylvia Plath'tır. Çağdaş Amerikan edebiyatının en özgün şair ve yazarlarındandı Sylvia Plath, Boston'da 1932 yılında doğdu; Alman kökenli bir anne-babanın kızıydı. Babası Otto Plath, Boston Üniversitesi'nde ders verirken tanıştığı ve evlendiği öğrencisi Aurelia'dan yirmi bir yaş büyüktü. Sylvia henüz 7-8 yaşlarındayken hastalanan babası akciğer kanseri olduğunu sanarak tedaviyi reddetmiş, ancak hastalığı ilerleyince şeker hastası olduğunu öğrenmişti. Bir bacağı kangren olup kesildiyse de kurtarılamadı. Sekiz yaşındaki Sylvia bu ölümden çok etkilendi, hatta isyanını 'Bir daha Tanrı ile konuşmayacağım!' diyerek dile getirdi. Babasının ölümü karşısında duyduğu sevgi, nefret, öfke ve keder gibi güçlü ve çelişkili duyguların etkisinden de hayatı boyunca çıkamadı. Babasının kişiliği ve ölümü şiirlerinde ağırlığını hep hissettirdi.

İlk şiirini beş yaşında yazdı.

Sylvia yazmaya çok küçük yaşta başladı, hatta beş yaşındayken ilk şiirlerini yazdı. Daha lise yıllarında hayatını biçimlendirecek iki özellik kendini belli etmişti: Yazarlık yeteneği ve ruhsal bozukluk. İntihara eğilim, depresyon, panik, Sylvia'yı yaşam boyu rahat bırakmayacak belirtiler oldu. Lisede yazmayı ve şiirlerini yayımlatmayı sürdürdü. Üniversite yıllarında depresyonu şiddetlendi, uykusuzluğu ve intihar düşünceleri yoğunlaştı. Her başarısızlığı onu yeni bir depresyona, kendine güvensizliğe, herkesi hayal kırıklığına uğrattığı düşüncesine sürüklüyordu. Öyle ki zamanla dikkatini toplayamaz, hatta yazamaz oldu. Annesinin zoruyla bir psikiyatra gitti ve ruhsal sorunlarda o yılların tek tedavi yöntemi olan elektroşoka girdi. Henüz 21 yaşında ilk kez intihara kalkıştı, kırk tane uyku hapı yutup evde kimsenin kendini bulamayacağı bir köşeye gizlendi, iki gün boyunca her yerde onu aradılar, bulunduğunda yarı koma halinde hastaneye kaldırıldı. Arkasından uzun süren tedavi dönemleri geldi. Yine de üniversiteyi bitirdi. 1954-55 yılları onun hem şiir ödüllerine hem de üniversitede pek çok ödüle doyduğu yıllar oldu, yüksek lisans için gittiği Cambridge Üniversitesi'nde İngiliz şair Ted Hughes ile tanışıp evlendi, Hughes de güçlü bir kişiliğe sahipti. Onun edebiyat alanındaki başarısı, aldığı olumlu eleştiriler o dönemde üretkenliği gerileyen, yazamayan Sylvia'yı kıskandırdı. 1958 kötü bir yıl oldu. Ted ile birbirlerini yaralamaya kadar giden kavgalara tutuştular. İstediği gibi yazamaması ve hamile kalması depresyona soktu onu, yeniden psikiyatra gitmeye başladı. 

Sylvia 1959'da daha 'içsel' bir üslupla yazmaya karar verdi. Kendi içine bakacak ve orada karşılaştığı sorunlarla yüzleşecekti, babasının mezarını ilk o yıl ziyaret etti. 1960, hem ilk şiir kitabının yayımlandığı hem de ilk çocuğunun -bir kız- doğduğu yıldı. 1962'de de bir oğlu oldu. Ted oğlunun doğumuna hiç sevinmedi, Assia Dewill adlı kadınla ilişkiye girmişti. Sylvia'nın öğrenmesine rağmen bu ilişkiyi sürdürdü. Karı, koca arasındaki müthiş ve hakaret dolu bir kavgadan sonra Sylvia çocuklarıyla birlikte Londra'ya gitti. Orada sürekli şiir yazıyor ve yaşadıklarını şiirlerine yansıtıyordu. 1962'ye geldiğinde yaratıcılığının doruğundaydı; ününü borçlu olduğu ve 'Ariel'de yer alan şiirlerinin çoğunu o yılın sonbaharında yazmıştır. Öyle ki Plath ölümünden sonra Toplu Şiirleriyle Pulitzer Ödülü'nü alan ilk şair olmuştur. İtirafçı şiir türünü geliştiren, kendi yaşadıklarından, özeli ve mahreminden yola çıkarak yazmaktan vazgeçmeyen Plath'ın toplu şiirleri Kolossus ve Öteki Şiirler ile Ariel'de yer alır.

Şiirlerindeki başlıca temalar, intihar, kendinden nefret, Naziler, elektroşok tedavi, yürütülemeyen ilişkilerdir. Takma adla yazdığı otobiyografik romanı 'Sırça Fanus' 1963'te yayımlandığında çıkan olumlu eleştiriler Plath'ı mutlu etmedi, o daha fazlasını bekliyordu. Londra'da buz gibi soğuk geçen kış boyunca, telefonsuz bir evde, iki küçük çocukla, 'Ariel'deki şiirler üzerinde çalıştı. Uzaktan bakınca içine nüfuz edilemeyen imgelerle doluydu şiirler.

Mutsuz ve karamsardı...

Ancak o kış Plath iyice soyutlandı dünyadan, depresyondaydı yine. Mutsuzdu, karamsardı, psikiyatrik tedaviye ihtiyacı vardı. Belki kendisi de farkında değildi ama sona yaklaşıyordu. 11 Şubat 1963 sabahı mutfağa gitti, kapının altını ıslak havlularla dikkatle tıkadı, amacı çocuklarına zarar gelmemesiydi. Bir şişe uyku hapı yuttu, başını havagazı fırınına soktu, gazı sonuna kadar açtı. O kadar... Henüz otuz yaşındaydı.

Plath'ı en çok etkileyenlerin başında babasının olduğu açıktır. Despot ve ileri yaşta bir baba, kızı onu hem seviyor, hem nefret ediyor. Ariel'de yer alan 'Baba' başlıklı şiiri, babasına karşı beslediği marazi 'sevgi-nefret' duygusunu işler. 'Baba' ve 'Lady Lazarus' gibi akıl hastalığını otobiyografik betimlemelerle veren karanlık şiirlerinde korku, nefret, sevgi, ölüm ve şairin kendi kimliği baba figürüyle birleşir, baba kanalıyla da Naziler ve onların Yahudi kurbanlarının acılarıyla. Şiirin en vurucu yerinden alıntıladığım birkaç dize Plath'ın duygularını apaçık ortaya koymaktadır:

Bir adam öldürdüysem eğer, iki adam öldürmüşümdür/
Onun sen olduğunu söyleyen vampir/Ve kanımı içen bir yıl boyunca,
Yedi yıl, bilmek istersen eğer./Baba, uzanıp yatabilirsin artık.
Şişman, kara kalbinde bir kazık var/Ve köylüler hiç sevmediler seni.
Üstünde dans edip tepinmekteler./Bilmişlerdi senin olduğunu hep.

Plath ölümünden altı ay önce şöyle yazmıştı günlüğüne: 'Soğuk bir yıldıza atılmışım, korkunç, umarsız bir uyuşukluktan başka bir şey hissedemiyorum. Aşağıdaki insanların yaşadığı sıcak dünyaya bakıyorum. åşıkların yataklarının, bebek beşiklerinin, yemek sofralarının yuvasına, bu dünyadaki bütün o sağlam toplumsal ilişkilere bakıyorum ve kendimi onlardan ayrı, cam duvarların arasına hapsedilmiş hissediyorum.'

Plath'ın ölümünden bu yana bu erken ölümden kimin sorumlu olduğu sorusu hala geçerliliğini korusa da şairin hayranları onun son güncesini yok eden Ted Hughes'u, Plath'ın edebiyatçılığını öldürmekle, onu müthiş baskı altında tutmakla suçlamışlardır. Mezartaşında Plath'ın adının arkasına Hughes soyadını da ekletmesi, Plath'ın hayranlarını çılgına çevirmiş, taşı defalarca tahrip etmişler, Hughes soyadını kazımaya çalışmışlardır.

Bütün bu acı hikaye, AssiaWevill'in Hughes'tan olay kızıyla birlikte 1969'da intihar etmesi, Plath ve Hughes'un oğulları Nicholas'ın da depresyondan çıkamayıp kendini asmasıyla sonlanmış sayılır. 

Bu haber toplam 11500 defa okunmuştur
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.