Psikolog Şule Öncü: Yatıyorum bir şey diyor musun?

Psikolog Şule Öncü: Yatıyorum bir şey diyor musun?
‘Yatıyorum Bir Şey Diyor musun?’ ilişkilerin karanlık tarafına ışık tutan bir el feneri gibi… Şule Öncü Diyor ki: Bir başkasına, varoluş sıkıntımıza çare olsun diye tutunduğumuzda, herkes yanlış kişidir.


“Yatıyorum Bir Şey Diyor musun?” Kitabın adı olarak neden bu cümleyi seçtiniz?

Neredeyse bütün çocuklar gibi benim de tanık olduğum ilk kadın-erkek ilişkisi annebabamın ilişkisiydi. Evimiz dışarıdan bakınca herkesin görevini yaptığı, işlerin tıkır tıkır yürüdüğü ‘normal’ bir evdi. Gel gör ki içeride bazen haftalarca süren soğuk bir savaş hüküm sürerdi. Babam annemden önce yatardı ve kopuk oldukları dönemlerde her gece yatağa giderken anneme bakıp, “Yatıyorum, bir şey diyor musun?” diye sorardı. Annem başını “hayır” anlamında iki yana sallardı ya da hiç karşılık vermezdi. Çocukken bu cümle, tarifi imkânsız bir iç sıkıntısı verirdi bana. Çözmeye gücümün yetmediği karmakarışık bir matematik problemi gibi gelirdi.

Birçok ilişkide duyulan bu cümle ne anlatmak istiyor aslında?

İletişimsizliği. Tek bir cümle ile şunu söylüyor: “Bak, yatıyorum ama huzursuzum. Mutsuzum. Çünkü bugün de konuşamadık. Kendimi suçlu ve sorumlu hissediyorum. Ama sen benden daha suçlu ve sorumlusun. Ben üzerime düşeni yapıyorum bak; sana bir şans veriyorum; bir adım atman, benimle konuşman, benimle anlaşman için. O yüzden soruyorum sana, bir şey diyor musun? Ama sakın o bir şeyi diyeceksen de şimdi deme. Çünkü yatıyorum ben. Konuşmaya mecalim yok. Gelip bana sarılmayacak mısın sahi?” Tek bir cümlede ne çok duygu, ne çok niyet, ne çok tezat var, değil mi? Ve derin bir çaresizlik... Sanırım bu yüzden ömrümün geri kalanını bunun gibi cümleleri çarpanlarına ayırmaya adadım.

Aşk ilişkisi nedir? Bize ne yapıyor?

İlişkiler, içinde yaşanan evlere benzer. Yani bedenimizle nasıl bir meskene yerleşiyorsak, ilişkiler de ruhumuzun yerleştiği soyut mekânlardır. Tarafların ilişki meskenine nasıl yerleştikleri, ilişkinin kaderini belirliyor. Kimi kişisel eşyalarıyla taşınır ilişkiye ve onu kendi evi olarak benimser, kimi otel gibi kullanır, akşamdan akşama uğrar. Kimi ötekine yer bırakmamacasına yayılır, kimi emanet gibi bir ucuna ilişir. Kimi en manzaralı odasında, salonunda vakit geçirir; kimi kilere, merdiven altına saklanır.

Ya evden taşınma zamanı geldiğinde? Yani ilişkinin aşkı bittiğinde, elde kalanı sevgiye dönüştürme ya da tamamen gitme seçimi neye bağlı?

Bir başkasına, varoluş sıkıntımıza çare olsun diye tutunduğumuzda herkes yanlış kişidir. Bu yüzden aşk bittiği vakit ayrılma kararı vermeden önce şunu sormak gerek: Sıkıntı bana mı, ona mı, ilişkiye mi, yoksa hayatta oluşa mı özgü? Ya da ne kadarı bana, ne kadarı ona, ne kadarı ilişkiye, ne kadarı hayatta oluşa özgü? Bu ayrımı net çizgilerle yapabilmek mümkün olmasa da, bu soruları sormak, ilişkiyi başka bir boyuta taşır. Kendimize ve bir başkasına, aşk olmadan da merak ve şefkat duyabilmenin yolu, biraz bu farkındalıktan geçer. Aşkın karşısındaki ve içindeki duruşumuzu, hayatın çıplaklığına tahammül gücümüz belirler. Birliktelik ya da ayrılık kararlarımızı da.

Ayrıldığımızda özlediğimiz şey tam olarak ne?

Aşık olunan kişiden ziyade onun bize yaşattığı duyguları özleriz. Benzer duyguları yaşayabildikçe de acı azalır. Varlığına bir başkasında ya da başkalarında karşılık bulabilen, anlamlı ilişkiler kuran, ötekinde gördüğü kendi yansımasından hoşnut olabilen kişinin aşk acısı hafifler.

AYRILIK ACISI NEDEN ÖLÜM ACISINA BENZETİLİR?

Aşk acısı sonunda hafifliyor ama nasıl bu kadar üzebiliyor?

Çünkü aşk acısı, ilk kaybın yasını çağrıştırır bize…

Freud aşkı, “Anneden ayrışmanın yarattığı boşluktan önceki bir olma evresinin yeniden inşası” olarak tanımlar. Yani aşık olduğumuz kişiden ayrılınca, anneden ayrılmış bebek gibi mi hissediyoruz?

Evet, yaşamın ilk yılında anne ile muhtaçlık üzerinden kurulan (simbiyotik) ilişkinin, ötekiyle bir olma duygusunun, kendini bir başkasına tümüyle bırakabilme halinin kaybını tekrar yaşarız. Aşk acısı, bu ilk kaybı hatırlatır. Annemizin önce rahminden sonra kucağından kopup, dünyada bir başımıza kalmanın acısına benzer. O yüzden böyle derinden üzüyor. aşktan aşka koşanlar öldüre öldüre ilerliyor

Ama 30 yıldır tanımadığımız birine birden aşık olup ayrılınca, 30 yıl yaşamış olmamıza rağmen “Onsuz yaşayamam” gibi gerçek dışı bir inanç beynimize nasıl giriyor?

Aşık olduğumuzda, bebekliğimizde annemizle yaşadığımız ilişkiyi yeniden sahneleriz. Ötekine, bebeğin annesine bağlandığı gibi bağlanırız. O olmasa ölecekmişiz gibi. Bir de şu açıdan bakmak gerek; bir aşk ilişkisini geride bırakmak, aşık olunan nesneyi öldürmektir bir bakıma.

O zaman aşktan aşka koşanlar ne yapıyor?

Öldüre öldüre ilerliyor. Bir daha hiçkimseyle o kişiyle olduğumuz kişi olamayız çünkü. Ayrılırken kendinin o ilişkiyi yaşarkenki versiyonunu da yok ediyorsun.

Aşkta yüceltme ve dibe batırma konusunu merak ediyorum. Aynı insana nasıl bu kadar fazla şey yükleyip nasıl bu kadar derinden geri çekiyoruz?

Duygular nasıl bu denli değişebiliyor? Başlangıçta hayran olduğumuz, aşk duyduğumuz özellikler, ilişki yıprandıkça itici, yorucu hale gelir ve ayrılma nedeni olur. İlişkinin başında ‘dışa dönük, hayat dolu, eğlenceli’ olan sevgili, ayrılırken ‘yalnız kalamayan, dürtülerini kontrol edemeyen, taşkın’ biri olur. Aşıkken ‘gizemli, entelektüel, güvenilir’ olan sevgili, aşk bitince ‘asosyal, eğlenmeyi bilmeyen’ biri... Başlangıçta ‘ateşli, seksi’ bulunan sevgili, ayrılmak istediğinde ‘iffetsiz, önüne gelenle yatan’ biri olur.

Oysaki kadın aynı kadın, adam da aynı adam...

Bu durum, zıt kutupların çekimi prensibiyle ilgili. İnsan sadece kendisi gibi olana değil, farklı olana da arzu ve ilgi duyar. Kendisinde olmayan ya da eksik olan özellikleri taşıyanlara aşık olur, yakınlaşır. Ona öykünmek, ondan öğrenmek, eksiğini ona bakarak, onu modelleyerek tamamlamak, ekstrem özelliklerini törpülemek, kendi içindeki dengeyi sağlayabilmek için...

Ve bu mümkün değil mi?

Mümkün ama kişi, ilişki boyunca ötekinden öğrenmez ve değişmeye direnirse, aşkın duygusal kredisi bittiği vakit, başlangıçta büyülendiği o şahane özellikler gözüne batmaya, rahatsız etmeye başlar. Bizdeki eksiği ötekiyle ilişkimiz içinde az çok tamamlayamazsak, genellikle ilişkiden önceki versiyonumuza dönmeye çalışırız. Hem de kendi içimizdeki ekstrem uçlara daha da çok çekilerek... Göçmenlerin içine girdikleri sistemle entegre olamayınca kendi geleneklerine sıkı sıkı sarılıp bağnazlaşmaları gibi. her ilişki kişinin kendine vaadidir

Karşılıklı da olsa aşk tek kişiliktir, değil mi?

Başlamak üzere olan her ilişki, kişinin kendine vaadidir. Aşkta bu vaad çok daha büyüktür ve aşk hikâyesi boyunca kişi kendine ettiği vaadi yaşar. Evet, karşılıklı da olsa, kapalı devre yaşanır aşk; yansıtma, özdeşim ve idealizasyonla karakterize bir kuşatmadır. Aşık olunca ötekini kuşatır ve onun üzerinde zihnimizden geçen filmi izlemeye başlarız.

Bu haber toplam 7228 defa okunmuştur
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.