Prof. Erol GÖKA: 'Seçilmişlik' Duygusu, Sağlıklı Değil

Prof. Erol GÖKA: 'Seçilmişlik' Duygusu, Sağlıklı Değil
Prof. Dr. Erol GÖKA, Zaman Gazetesindeki makelesinde, "Seçilmişlik" hissi bağlamında etnisite, ahlak ve kültürel psikolojinin toplumsal yansımalarını ele aldığı makalesinde önemli tespitlere yer veriyor...

"Seçilmişlik hissiyatına düçar olmuş gruplar , tıpkı paranoit karakterler gibi kasım kasım kasılırlar, kendilerini diğerlerinden üstün görürler ve üstelik diğerlerinin onların bulunduğu konuma gelmelerine asla imkân bulunmamaktadır" diyen Prof. Dr. Erol GÖKA, Zaman Gazetesindeki makelesinde, "Seçilmişlik" hissi bağlamında etnisite, ahlak ve kültürel psikolojinin toplumsal yansımalarını yazdı... İşte ayrıntılar:

Nasıl kendisini özel bir görev için seçilmiş gören bir paranoyak, buna tamamen inanıyor, tüm enerjisini bu uğurda harcıyorsa, insanları "bizimkiler" ve diğerleri diye ayıran, sürekli "bizimkiler"i kayırıp kollarken diğerlerine de her türlü eza cefayı layık gören ya da diğerlerini ne olurlarsa olsunlar diye hiç düşünmeyen bir kimsenin ve grubun da benzeri bir inanca yaslanması gereklidir. O ve grubu, Yaratıcı tarafından seçilmiş ve bu seçilmişlik, kavmin etnik çerçevesiyle sınırlanmış olmalıdır. İnsanlık tarihinde böylesine bir seçilmişlik inancının, muhtemelen ilk ve en güçlü örneği, Yahudilik içinde yuvalanmıştır ve maalesef günümüzde her inançtan gruplarda rastlanabilmektedir.

AHLAKİ DEJENERASYONUN BAŞLANGIÇ NOKTASI

Bunları "seçilmişlik" hissiyatını ve ahlaki tavırla olan bağınıS gösterebilmek için söylüyoruz. Bunları söylememiz, bizi asla anti-Semitik hale getirmez. Kendi adıma Yahudilerle hiçbir alıp veremediğim yoktur; onları sırf Yahudi doğdukları için asla daha kötü insanlar olarak düşünmem. Onları da tüm herkes gibi insan ve eşrefi mahlukat olarak görürüm. Yahudilerin son dönemlere kadar sırf Yahudi oldukları için Hıristiyan dünyasında maruz kaldıkları ayrımcılığı, vahşeti, katliamları ve soykırımı şiddetle kınarım; eğer o dönemlerde yaşamış olsaydım zalimlerin değil Yahudilerin yanında olacağımı gün gibi biliyorum. Kaldı ki, felsefe, siyaset ve psikoloji bilgimin içinden Yahudi kavminden olan insanları alıp bir kenara koysanız geriye pek de bir şey kalmayacağının farkındayım. Kur'an-ı Kerim'le ilgili bilgilerimi dayandırdığım temel kaynaklardan birisi Yahudi kavminden Muhammed Esed'in çalışmalarıdır. İsrail'deki Filistin yanlısı Yahudiler, yeryüzünde hak mücadelesi veren insanların içinde en saygı duyduklarımdır.

Nasıl bir grup kimliği inşası için makul ölçüler içinde bir "bizimkiler" ve "diğerleri" ayrımı gerekiyorsa, her hakikat anlayışının da kendisini diğerlerinden ayırmak için bir miktar "seçilmişlik" hissini barındırması doğaldır. Mesela Müslümanlıkla şereflenenler, hidayetin kendilerine Allah'ın bir bağışı olduğunu kabul ederler. Bunda bir beis yoktur; zira insan olan herkesin böyle bir hidayete ulaşması mümkün olduğu gibi Müslümanlar da İlahi tebliğin herkese ulaşması için uğraşırlar. Allah'ın hidayetine mazhar olmak, onları paranoit bir böbürlenme ve yalıtılmışlık içine sokmak yerine, diğer tüm herkesi de buraya çağırmak için heveslendirir; teslimiyetin tevazuuna büründürür. "Seçilmişlik" hissiyatına düçar olmuş gruplar ise, tıpkı paranoit karakterler gibi kasım kasım kasılırlar, kendilerini diğerlerinden üstün görürler ve üstelik diğerlerinin onların bulunduğu konuma gelmelerine asla imkân bulunmamaktadır. Ahlaki dejenerasyonun başlangıç noktası tam da burası, kendisinin ve kendisinden yana olanların üstün ve dolayısıyla haklı olduğudur. Ahlaki dejenerasyon günümüzün temel derdi, "seçilmişlik" hissi de ahlaki dejenerasyonun başlangıç noktasıdır. O halde fırsat buldukça bu konuyla ilgileneceğiz.

Bir psikiyatri uzmanı olarak, ruh sağlığıyla ilgili kelime ve kavramların toplumsal ve siyasal yaşamla ilgili olarak kullanılmasına elimden geldiğince karşı durmaya çalıştım.

Örneğin toplumun ruhsal durumunda yaşadığı alt-üst oluşlara "toplumsal şizofreni" vs. denmemesi gerektiğini söyledim; psikiyatrik tanıların siyasi kişi ve gruplara yakıştırılmasının hiçbir şekilde uygun olmadığını belirttim. Bir süredir sıkıntıdayım; yaşadığımız maneviyat krizi, siyaset ve ahlak arasındaki bağın nasıl olup da koptuğu üzerinde düşünüyorum. Görüyorum ki konu büyük ölçüde "seçilmişlik"le, "seçilmişlik" de psikolojiyle ve psikiyatriyle ilgili; kendimi kafama üşüşen psikiyatrik kavramları kovmaya çalışırken yakalıyorum.

"Seçilmişlik" konusu, sosyal bilimlerin birçok dalını, felsefeyi ve ilahiyatı ilgilendiriyor. İlahiyat alanındaki "seçilmişlik" bunlar arasında bambaşka bir yere sahip; kendimizi bu konuda konuşmaya ne ehil, ne yetkili kabul ederiz; haddimizi bilir kenara çekiliriz. Psikiyatri uzmanı olarak, mesleğimizin gereği, kendini "seçilmiş" hisseden birçok insanla karşılaşıyoruz ve onlardaki tabloyu genellikle "paranoya" başlığı altında inceliyoruz. Paranoyaklarla ilgili bildiklerimiz ve tecrübelerimiz, bugün ve tarihte kendilerinin, gruplarının ya da kavimlerinin Yaratıcı tarafından seçilmiş olduğuna inananların ve inanmakla kalmayıp dünyanın gidişatına etkide bulunmaya çalışanların ruh hallerini analiz ederken, "seçilmişlik" üzerine düşünürken çok işe yarayabilir.

Günümüzün maneviyat krizinden, "siyasi iyi", "ahlaki iyi" ve "ekonomik iyi" arasındaki bağın kopmasından birçok başka nedenin yanı sıra temel olarak insanın kendisini ve kendi grubunu diğer insanlardan köklü bir biçimde ayırması, "bizimkiler" ve diğerleri" ayrımını "bizimkiler" lehine mutlaklaştırması sorumludur. "Seçilmişlik", tam da bu mutlaklaştırma noktasında devreye giriyor.

'BİZİMKİLER' VE 'DİĞERLERİ AYRIMINDAKİ DENGE

Sosyal psikolojideki "kimlik inşası" çalışmaları göstermiştir ki, bir grup, topluluk kimliğinin olabilmesi için "bizimkiler" ve "diğerleri" arasında belli bir ayrım, belli bir tipleştirme olması kaçınılmazdır. Her grubun (topluluğun, etnisitenin, kavmin) hem kendisi hakkında hem de temas halinde olduğu diğer gruplar hakkında bir görüşü vardır. İşin ilginç yanı, her grup, kendi perspektifini doğal ve biraz da haklı olarak kabul eder. Kendini her şeyin merkezi olarak gören grup, diğerlerini kendi uygulamalarından ne kadar ayrıldıklarına göre değerlendirir. Her grup, kendisinin başka gruplar tarafından yanlış anlaşıldığı hissine kapılmaya eğilimlidir ve kendisini ne kadar çok yanlış anlaşılmış hissederse, eleştirilerden korunmak için o kadar çok kendi içine kapanır. Bizim anlatmaya çalıştığımız, mutlaklaştırılmış "bizimkiler" ve "diğerleri" ayrımında kastettiğimiz bu olağan kimlik inşası malzemeleri değildir. Çünkü olağan grup kimliğinde ayrım, "mutlaklaştırılmamıştır"; her şeye rağmen gruplar arası etkileşim imkânı, bir eşitlik ve adalet arayışı, karşındakinin de sonuçta "Adem'in çocuğu" olduğu fikri tamamen ölmemiştir hatta daha ziyade diridir. Farklı olduklarını bilen gruplar, adeta eşitlikte yarışırlar ve kendilerini hissiyat düzeyinde yarışın birincisi olarak tasavvur ederler. "Bizimkiler", "diğerleri" ayrımının "bizimkiler" lehine mutlaklaştırıldığı, ayrımcılığın kural haline geldiği durumlar, olağan grup kimliğinde görülen ayrımlardan tamamen farklıdır; bambaşkadır. Mesela "ırkçılık", böyle bir ayrımın mutlaklaştırılması örneğidir.

"Irkçılık", daha ziyade Batı'ya özgüdür. Sömürgeci ve köleci Batı'nın Yahudilere, Amerikalı yerlilere, Asyalılara ve en çok da Afrikalılara bakışının hangi merhalelerden geçerek bugünlere geldiğinin incelenmesi, insanın ve zihninin gaddarlığı konusunda çok öğretici ipuçları sunar. Batı'da enteresan bir biçimde hak ve özgürlüklerin kazanılmasıyla ırkçılık atbaşı gitmiştir. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'nin insanlığın eşitliğini ilan ettiği yıllarda "ırk" kavramı kesinliğe kavuşmuştur. Aydınlanma idealleriyle uygulanması arasında büyük bir uçurum olmuş, evrensel hakları ilan eden bildirgeler, yoksulları, kadınları, beyaz-olmayanları unutmuş olanlar tarafından kaleme alınmış, dile getirilmiştir. Bu olgulara bakıldığında ayrımcılığın doruğa vardığı, zalim bir yönetim anlayışıyla birleşerek tahmin edilemez bir kıyıcılığa ulaştığı Nazi ve faşist rejimlerin Avrupa'da ortaya çıkmalarının boşuna olmadığı görülür. Irkçı vahşet, bugün de arada bir kapıdan başını gösterse de modern Batı, "bizimkiler" ve "diğerleri" ayrımının ortadan kaldırılabilmesi için epey yol almıştır.

Irkçılık, "bizimkiler" ve "diğerleri" ayrımının "bizimkiler" lehine mutlaklaştırıldığı feci bir örnektir. Ama bize göre "bizimkiler" ve "diğerleri" ayrımının en köklü biçimde yerleştiği haller, mutlaklaştırılmış ayrımcılık yanlılarının düşüncelerinin ve yaptıklarının meşruluğuna kendilerini inandırabilmelerine yarayan güçlü bir teolojik arka planın bulunduğu durumlardır. Şüphesiz "üstün ırk" fikrinin de tek bir damla yabancı karışımın bile saflığı bozacağı şeklinde güçlü bir inanca dayalı olduğu söylenebilir ama ırkçılık, açık bir teolojik zemine yaslanmazsa eninde sonunda kayaya çarpacağı kesindir. Bir yanda "saf ırk" teorisi diğer yanda ortak Hıristiyanlık zemini uzun süre bir arada var olamaz. Ama "bizimkiler"in üstün varlığının bizzat Yaratıcı eliyle sağlanıldığına inanılması halinde mutlaklaştırılmış ayrımcılık, iflah olmaz bir hale dönüşebileceği gibi nesillerden nesillere kolayca aktarılma şansına da kavuşur. Onlar ve onlardan doğacak olanlar "seçilmiş"lerdir. 

Zaman

Bu haber toplam 12700 defa okunmuştur
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum