MANEVİ AÇIDAN BESLENME VE İRADE
Prof.Dr. Ömer ARİFAĞAOĞLU / SIZINTI DERGİSİ
"Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) Şeyh Geylânî'nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın bir tek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs'ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş:
'Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!'
Hazret-i Gavs tavuğa demiş: 'Kum biiznillâh!' O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığı, mutemet ve mevsuk çok zâtlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: 'Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.'
İşte, Hazret-i Gavs'ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir." (On Dokuzuncu Lem'a, 3. Nükte)
Buna benzer bir hâdiseye, 30 sene önce, ben de şahit olmuştum. Üniversiteden kalabalık bir arkadaş grubuyla bir Kutlu'nun sofrasına davet edilmiştik. Bu Allah Dostu'na İzmir'in ilçelerinden iki kasa iştah kabartan kiraz gönderilmişti. Kirazlar bize ikram edildi. Kendisine yakın bulunuyordum. İçimden, "Şimdi bu mübarek insanla aynı sofraya oturursam, bu kirazlardan edep gereği fazla yiyemem." düşüncesi geçti. Gerçekten de aynı sofraya oturmak nasip oldu. Ben "Nasıl yapsam da, şu kirazlardan çok miktarda yesem." diye düşünürken, o zât kirazlardan sadece bir tane alarak bizden müsaade istedi ve sofradan kalktı. O an, düşüncelerimden dolayı ne kadar utandığımı hâlâ unutamam.
Yukarıdaki iki hâdisenin ışığında, insan vücudunda mükemmel şekilde gerçekleştirilen faaliyetler üzerinde düşünmeye başladım. Yeme, içme ve sindirim sırasında vücudun iç işleyişine bütünüyle hâkim olan dinamik denge durumuna tıp dilinde homeostazi denmektedir. Dengenin müşahede edildiği en hayatî vücut sıvısı kandır. Kanda her faktör sâbit bir miktara, ölçüye veya konsantrasyona sahiptir. Kan basıncı her damarın özelliğine göre sâbit tutulur. Meselâ büyük atardamarlarda ortalama kan basıncı 100 mmHg'dır. Basınç bu değerin üstüne çıkarsa, yüksek tansiyon gözlenir. Yüksek tansiyon; beyin kanamasına, felce, böbrek yetmezliğine, kalb büyümesine, yetmezliğine ve krizine sebep olarak ölüme yol açabilir. Düşük tansiyonda ise, beyin başta olmak üzere organlara kan akımı azalır. Dengeye başka bir misâl de, birçok faktörün kandaki şeker (glikoz) konsantrasyonunu dinamik bir denge hâlinde tutmakla görevlendirilmiş olmasıdır. Kan şekeri yükselirse, hayatı tehdit eden şeker koması meydana gelebilir. Aksine, kan şekeri düşerse, başta beyin olmak üzere organlar enerjisiz kalır. Hattâ beyin açısından hipoglisemi (kan şekerinin düşmesi) koması, hiperglisemiden (kan şekerinin yükselmesi) daha tehlikelidir. Kanda sodyum, potasyum, klor, kalsiyum ve yağ asidi gibi birçok faktörün konsantrasyonları da şeker gibi dinamik bir denge durumunda tutulur. Bu durum bozulduğunda hastalık veya ölüm meydana gelebilir. Küllî İrade ve Sonsuz Rahmet Sahibi, vücudumuza yerleştirdiği birçok harika mekanizmayla bunları dengede tutmaktadır; ancak sindirim faaliyetlerinin öncesinde, cüz'î irademize taalluk eden yeme-içme hususunda bizi serbest bırakmıştır.
Beslenmede denge
Tıbbın son yıllarda meşgul olduğu konulardan biri, çok yemeye bağlı şişmanlıktır. Bu; şeker hastalığı, damar sertliği (ateroskleroz), karaciğer yağlanması, siroz, kalb yetmezliği ve kalb krizleriyle irtibatlı hayatî tehlikeler ihtiva eden önemli bir sağlık problemidir. Hekimler, şişmanlığın tedavisinde, iradeyi kullanma ve az yeme dışında fıtrî ve zararsız başka bir yol gösterememektedir. Şişmanlık, kişinin hareket (egzersiz) kâbiliyetini kısıtlamakta, hareketsizlik ise, daha fazla şişmanlığa sebep olmaktadır.
Kadîr-i Alîm beslenme konusunda kullarını serbest bırakmıştır. Elbette midemizin bir kapasitesi vardır, bu kapasite dolunca tokluk hissi duyar ve yiyemez hâle geliriz. Ancak yine de, doymuş olmamıza ve vücudumuzun sıhhati açısından yemememiz gerekmesine rağmen, nefsimize mağlup olarak israf ölçüsünde aşırı yeriz. Yemek aralarında bile durmadan atıştıran Amerikalıların şişmanlık problemi herkesin mâlûmudur.
Yediğimiz besinlerin kana emilmesi (absorbsiyon) konusunda da, Yaratıcı'mız, imtihan gereği bir sınırlama koymamıştır. Yediğimiz besinlerin tamamı kana geçirilmek üzere bağırsaklara emdirilir. Eğer vücuttaki dinamik denge durumu burada da korunsaydı, kişi ne kadar yerse yesin, vücuda ihtiyaç kadar alınacak, fazla besinler kana geçirilmeden dışarı atılacak ve şişmanlık gibi bir problemle karşılaşılmayacaktı. Hakîm-i Mutlak, yediğimiz besinlerin tamamının kana geçmesini sağlayarak, bizi irademizle imtihan ve hâdiselerin diliyle ikaz etmektedir.
Sindirim ve emilim hâdiselerinin önemli bir kısmı ince bağırsağımızda gerçekleşir. İnce bağırsağımız; duodenum (oniki parmak bağırsağı), jejunum ve ileum denen, temelde aynı olmakla birlikte yapı ve görevleri açısından bazı farklılıklara sahip üç bölümden oluşmuş bir kanaldır. Bu kanalın uzunluğu 3–4 metre, bölgesine göre farklılık gösteren çapı da, 2–4 santimetredir. Bu silindirik yapının iç yüzey alanı azamî 1.600 cm2'dir (0,16 m2). Eğer iç yüzeyi düz bir kanal olsaydı, ince bağırsağın emme gücü, 600'de bir kadar az olurdu. Bu büyük farkın birinci sebebi, bağırsak iç çeperinin düz bir boru gibi olmayıp, her yerinden kanal içine doğru uzanan her biri 8 milimetre boyundaki kıvrımlara sahip kılınmasıdır. Bu kıvrımlar sayesinde emilim yüzeyi üç kat kadar artar. İkinci olarak, bu kıvrımların yüzeyi de düz değildir ve villus denen, kanal boşluğuna doğru 1 milimetre kadar uzanan parmak şeklinde çıkıntılarla kaplanmıştır. İnce bağırsak yüzeyinin 1 cm2'sinde 20–40 adet villus bulunur. Bu villuslar emilim yüzeyinde 10 kat artışa vesile olur. Villusların yüzeyi tek sıra hâlinde dizilmiş, emilimi gerçekleştiren silindirik hücrelerle döşelidir. Bu hücrelerin yüzeyi çok ince ve sık uzantılar (mikrovillus) ihtiva eder. Bu yapı, fırçamsı kenar (silli epitel) olarak adlandırılır. Fırçamsı kenar sayesinde emilim yüzeyi yaklaşık yirmi kat artar. Böylece, aynı büyüklükte bir düz kanalın yüzey alanının yaklaşık 3.300 cm2 kadar olması gerekirken, yüzey kıvrımları, villuslar ve fırçamsı kenar sayesinde ince bağırsağın toplam emilim yüzeyi, 2 milyon cm2'ye (200 m2) çıkar. Bazı araştırmacılar, toplam artışın çok daha büyük (1.000 kata kadar) olabileceğini söylemektedir. Normalde ince bağırsaklardan günde 100 gram yağ, 50–100 gram aminoasit, 50–100 gram iyon, ve büyük kısmı vücutta üretilen sıvılar olmak üzere 7–8 litre su emilir. Efendimiz'in (sas) sünnetine uyularak az yendiği takdirde, yukarıdaki miktarlar hem yaşamamız için, hem de besinlerin israf edilmemesi açısından son derecede önemlidir. Bununla birlikte, çok aşırı yeme-içme durumunda, sistemin maksimum kapasitesi günde birkaç kilogram karbonhidrat, yarım-bir kilogram yağ, yarım-bir kilogram protein ve 20 litre suyu emebilecek kadardır. Bağırsaklarımız kendilerine gelen bütün besinleri kana geçirebilecek kabiliyette yaratılmıştır. Eğer sınır koymazsak, kötüye kullanılan bu kapasite başımıza şişmanlık gibi bir dert açmaktadır.
Nefsimizle imtihan olduğumuz ve bizden irademizin hakkını vermemizin istendiği bir dünya hayatında, yüksek kalorili ve şişmanlık sebebi olan yukarıdaki gıdaların (yağ, karbonhidrat ve protein) emilimine tahdit konmamıştır. Hâlbuki gerçek besin maddesi sayılmayan fakat vücut için hayatî (sinir, kas ve kemik faaliyeti, bütün elektrolit dengeleri açısından) önemi olan minerallerin emilmesinde yine dinamik denge kuralları bizim irademiz dışında, Cenab-ı Hakk'ın rahmet ve inayetiyle bağırsaklara yerleştirilmiştir. Meselâ demir, kanda alyuvarların içinde bulunan ve kana kırmızı rengini veren, oksijen taşımakla vazifeli hemoglobinin yapısında yer alır. Vücutta demir fazlalığı olduğunda, karaciğer ve pankreas harabiyeti ve kalb yetmezliği gibi önemli organ bozukluklarına sebep olan hemosiderozis hastalığı ortaya çıkmaktadır. Demir azlığında ise, demir eksikliği anemisi denen kansızlık hastalığı görülür. İşte bu sebeple, bizim irademize bağlanmadan bağırsaklarımıza çok hassas bir demir emilim dengesi konmuştur. Burada ilâhî rahmet ve inayet kendini çok açık gösterir. Akılsız ve şuursuz demir atomlarıyla, hücreler arasında mükemmel bir anlaşma görülür. Vücutta demir fazlalığı varsa, bağırsaklarımızda demir emilimi otomatik olarak azaltılır. Bu mükemmel mekanizmaya göre, kanda demir fazlalığı olduğunda, demir bağlayan protein olan transferin maddesinin bütün demir bağlama noktaları dolu olduğundan, bağırsaklardaki demir bağlanamaz; dolayısıyla demir kana geçmediğinden dışarı atılır. Demir eksikliğinde ise, bu mekanizma tersine çalışır. Bu durumda, bağırsaklardan demir emilim kapasitesi artırılır ve ihtiyaç giderilmiş olur. Aynı mekanizma, kalsiyum ve diğer başka maddeler için de geçerlidir.
Netice itibariyle, Kadîr-i Hakîm hem gıdaların israf edilmemesi, hem de insanın iradesinin öne çıkması gerektiğini ikaz etmektedir. Bu noktada, iman nimetinin, nefis tezkiyesinin, ruh ve irade terbiyesinin, dolayısıyla aileden başlamak üzere bütün bir içtimaî hayatın, çocukluktan itibaren kişinin yetişmesinde ve beslenme alışkanlıklarında ne kadar büyük önem arz ettiği anlaşılmaktadır. Aynı şekilde, fıtrat dini olan İslâm'ın, cemiyetin bir bütün olarak sıhhati açısından getirdiği prensiplerin de ne kadar hayatî olduğu açıktır. Zenginlerin kendilerini fakirlerin yerine koymalarını da sağlayan zekât ve orucun farz olması, ayrıca her türlü sadaka ve hayır-hasenatın sürekli teşvik edilmesi, aslında sadece yeme-içmede israfın değil, nefse uymaktan kaynaklanan daha birçok aşırılığın önüne baştan geçmektedir. Oruçla iradelerimiz zorlanmakta ve dolayısıyla fakirler hatırlanmaktadır.
Sevgili Peygamberimiz (sas) sofradan doymadan kalkmayı tavsiye ederek bize ne güzel bir rehberlik sunmuştur. Bu mübarek beyandan, tokluk hissinin beyinde geç oluşmasından kaynaklanan yalancı iştahın önüne geçilmesi gerektiği anlaşılabilir. Nitekim, hepimiz tecrübeyle biliriz ki, sofradan az yiyip kalktıktan kısa bir müddet (on beş-yirmi dakika) sonra tokluk hissedilmekte, açlık hissi geçmektedir. Bu da, mevzunun alışkanlıktan kaynaklanan psikolojik yanının göz ardı edilmemesi gerektiğini göstermektedir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.