Kayıp Zamanın İzinde / Marcel Proust
Marcel Proust'un büyük romanı 'Kayıp Zamanın İzinde', yedi cildin tamamını bir araya getiren yeni bir edisyonla yayımlandı. Proust'un bu en ünlü yapıtını psikolojik bir analiz olarak görenler kadar şizofrenik bir anlatı olarak okuyanlar da var...
Hakikatleri değil, hakikatlerin kurulmuş şeyler olduğunu söyleyen biri - Proust. Bir hekim-yazar değil, yazdığı yüzlerce sayfalık ‘psikolojik analiz’ fragmanlarına karşın bir hekim-yazar değil, özgürleştirici akışını okuyan-kişiyle paylaşan bir şizofren. Ve sonra biz: Marcel Proust’un kitabının tefrika edilişini bekleyen son kuşağız, bizim için Proust ‘devam etmekte olan - gelmekte olan’ bir şeydi, beklenen bir şeydi, bitmeyen, bitmesi beklenen ama henüz ve hâlâ bitmemiş bir şeydi. Ama bu ay Proust bitmiş bir şeye dönüştü, yıllar içinde biriktirilen yedi cilt, bir seferde, bir kutunun içinden çıkan iki cilde dönüştü. Sihirbaz sahneden inerken biz hâlâ şaşkındık.
Eğer Türkçede yapılmış en hayranlık uyandırıcı ve boyutlarıyla en ürkütücü çeviri projesinden bahsedilecek olursa, Roza Hakmen’in Proust’unu, Türkçede okuduğumuz en iyi çeviriyi söylemeden edemeyiz; Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde 1996’da gelmişti, Guermentes Tarafı ve Sodom ve Gomorra bir sonraki yıl, 1999’da Swann’ların Tarafı, 2001’de peşpeşe Mahpus ve Albertine Kayıp ve Yakalanan Zaman, daha çok (yine eski bir adet olan) ansiklopedi fasiküllerini biriktirmek gibi bir şey. Sonra, Marcel’in çocukluğundan masum bir uykusuzluk anını tasvir eden bir sahneyle açılan perde (“Uzun zaman, geceleri erkenden yattım. Bazen daha mumu söndürür söndürmez, gözlerim o kadar çabuk kapanıverirdi ki, ‘uykuya dalıyorum’ diye düşünmeye zaman bulamazdım. Aradan yarım saat geçtikten sonra da, artık uykuya geçme vakti geldiği düşüncesiyle uyanırdım...”) Birinci Dünya Savaşı’nda Paris’in devrim günlerindeki Rus kiliseleri kadar boş olduğu bir atmosferde sona erinceye dek bu dünyaya nasıl yaklaşacağını düşünen Okur var. Okur düşünür: Kitap, La Bruyere’in Karakterler‘i gibi göreneklerde yaşanan bir değişimin, bir geçişin karakterler üzerinden tasviri midir (bir panorama), Freud’un Düşlerin Yorumu‘ndaki isimsiz vaka analizlerinin hafif bir kurmaca yanılsamasıyla örtülmüş, geniş kapsamlı bir yeniden-yazımı mıdır (bir psikanaliz), yoksa Fransızların roman á clef dedikleri ve gerçek şahsiyetlerin takma isimlerle arz-ı endam ettikleri bir ‘anımsıyorum’ performansı mı (bir tarih kitabı)?
On yıl boyunca odasından çıkmadı
Gilles Deleuze ve Felix Guattari Anti-Oedipus‘ta Proust’un ahlaksızlıktan da çok bizi rahatsız eden şeyin delilik ve onun masumiyeti olduğu sözünü hatırlatıyor ve ekliyorlar: “Eğer şizofreni evrenselse, büyük sanatçı da, gerçekten şizofrenik duvarı tırmanarak ele geçiren ve bilinmeyenin arazisine uzanandır, orada herhangi bir zamana, döneme, okula ait değildir artık.” Şizofrenik sanatta ilginç olan, hep sağlıklı sanat rolü yapabilmesi, normu belirlemek isteyenler tarafından psikolojik vakaların bir sunumu olarak algılanabilmesi, ‘hasta’nın sonsuza dek doktoru kandırabilmesidir. Proust için de büyük psikolog diyorlar! Onun ‘eşcinsel olmakla birlikte’ kadın-erkek ilişkilerini en iyi anlayan yazar olduğunu söylüyorlar! Çok iyi bir gözlemciymiş ve on yıl boyunca odasından pek az dışarı çıksa da dünyaya çok gerçekçi bir Paris resmi sunmuş! Onunla birlikte aristokrasinin dedikoduları arasında gezmek ne kadar da hoşmuş! Regresif, burjuva yorumlar, Proust’u burjuvaziye satmak için uydurulmuş psiko-teknikler! Oysa kim onun yedi ciltlik projesinin bir sayıklama-akışı olduğundan şüphe edebilir? Kayıp Zamanın İzinde‘de Marcel’in serüvenleri boyunca o kadar çok hakikatle karşılaşırız ki, bir süre sonra hakikatin olmadığını anlarız, roman bir hakikat üretme aracı değil, hakikatin üretilmişliğini yansıtan bir araçtır. Peki hakikat yoksa ve üretilmişse o zaman bu kadar çok üretilmiş hakikati yeniden üreten anlatıcı ne yapıyordur? Bunun şizoid bir akış olduğunu anlarız (hepimiz üretilmiş hakikatleri yeniden üreten akışların özneleriyizdir) ve özgürleştirici olan da şizoid-akışın düzensizliğidir, Proust’un romanı bu akışın işaretler üzerinden sonsuza dek genişlemesi üzerine kuruludur. “Anlatıcının hiçbir şey görmediği, hiçbir şey duymadığı ve organları olmayan bir beden olduğu açıktır, kendi ağının içinde bekleyen bir örümcek gibi hiçbir şeyi gözlemlemeden en ufak bir işarete tepki verir, en ufak titreşimde avını ortaya çıkarır.” Proust’un büyük romanı dediğimiz o sözcükler ve dünya, burjuva göreneklerine göre fazla akışkan bir libido, Fransız dilinin hegemonu L’AcadÈmie française’in Fransızcasının söz dizimine karşı şiddetli bir saldırı olarak karşımıza gelir.
“Vezelay, Chartres, Bourges, Beauvais gibi bazı şehir isimleri, şehrin en büyük kilisesini de tanımlayan birer kısaltma gibidir. Bu isimlerin bu dar anlamını o kadar sık kullanırız ki, sonunda -henüz tanımadığımız bir şehir söz konusuysa- bu dar anlam, ismi bir bütün olarak şekillendirir; o andan itibaren, bu isme şehir fikrini (hiç görmediğimiz şehrin fikrini) de sokmak istediğimiz zaman, ismin dar anlamı, bir kalıp gibi, aynı oymaları şehrin tamamına uygular ve aynı tarzda adeta büyük bir katedral çıkarır ortaya. Oysa Balbec ismini, bir tren istasyonunda, büfenin üzerinde, mavi bir tabelada beyaz harflerle, neredeyse İran üslubunda yazılı olarak gördüm...” Swann’ların Tarafında‘nın en güzel bölümlerinden “Memleket İsimleri: Memleket”te okuyoruz bu cümleleri. Marcel’in bir trende, bir köken bilimcinin söylemini aktardığı bölümler, şehirlerin, kasabaların, köprülerin, katedrallerin, yolların, aristokrasi ünvanlarının, gerdanlıkların, değerli eşyaların, tarih olarak biçimlendirilmiş söylencelerin kökenleri ve akışlarını sayfalar boyunca yaratırken, imgesel, sembolik ve ‘le rÈel’ arasında gidip gelen çocuğun şizofrenisini de yansıtıyor. Sözcükler ve şeyler, Albertine, Robert de Saint-Loup, Baron de Charlus, Charles Swann, Odette de Crecy, Guermentes Düşesi, Elstir, Bergotte -anlatıcı Marcel’in ilgisini çeken ve izlerini ve gerçek hallerini ve öykülerini ve yansımalarını kovaladığı şeyler, öncelikle sözcükler, sembollerdir. Ama zaten kim bir sembolün peşinden giderek yollara düşmez ki?
Bizim de Lahey’de Mauritshuis müzesine düştüydü yolumuz, Vermeer’in Delft Manzarası tablosundaki ufak sarı lekeyi görmek isteyen Kayıp Zamanın İzinde‘nin romancı kahramanı Bergotte vardı aklımızda, evde patates yiyip müzenin yolunu tutmuştu kendisi, burada ‘yapay sanat’ olarak gördüğü eserlerin yanından geçip Vermeer’lere ulaşmıştı, ‘onun resim yaptığı gibi’ yazmalıydı, ancak midesi bulanıyor, başı dönüyordu, yediği patatesleri hazmedemediğini düşünüyordu (iyi pişirmemiş olsa gerekti), Delft Manzarası tablosunun önünde, resimdeki duvara bakarken öldüğü haliyle kalmıştı aklımızda, ne zaman bir müzeye gitsek aklımıza o gelir. Ne zaman boş bir evde düşüncelere dalsak, âşık olsak, yeni bir şehre, bir çevreye girsek, bir sahil kasabasında, söylenceler ve sözcükler ve şeyler arasında gezsek Proust’un romanının aklımıza geldiği gibi.
Bugün bize dayatılan yeni sembolik düzenlerin karşısında ağında bekleyen bir örümcek, şizofren Marcel gibiyiz ve sembollerden ve isimlerden hakikatler üretmeye ve tren camından görülen manzarayla şeyleri bağdaştırmaya çalışırken ürettiğimiz akışlar bizi biz yapıyor: Çıldırdık ve bunda hiçbir sorun yok. Marcel gibi çıldırdık biz de ve onun gibi bizim de tedaviye ihtiyacımız yok.
Radikal
KAYIP ZAMANIN İZİNDE
Marcel Proust
Çeviren: Roza Hakmen
Yapı Kredi Yayınları, 2010
Kutulu, iki cilt, 4681 safya
150 TL.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.