İslam'ın Engellilere Bakışı

İslam'ın Engellilere Bakışı
Engellilik hali, insanın temel fonksiyonları açısından eksiklik olsa da, insanî yönden bir kusur değildir. Dış görünüşü itibariyle önemsenmeyen veya engelli pek çok kimse, zengin ve diri bir gönül yapısıyla Allah katında çok değerli olabilir.
Hasan YENİBAŞ* / YENİ ÜMİT DERGİSİ
Allah (c.c.) insanları aynı şekilde yaratmamıştır. İnsanların çoğu sağlıklı bir şekilde dünyaya gelirken, bazıları da "engelli/özürlü" olarak doğmaktadır. Bazı kimseler de sağlıklı bir şekilde doğmakla beraber, hayatının sonraki bir döneminde değişik sebeplerle, bu tür bir durumla karşılaşmaktadır. İnsanın temel fonksiyonlarını kısıtlayan veya olumsuz etkileyen, fizikî ve aklî pek çok kusur/engel çeşidi vardır. Yapılan tespitlere göre, ülkemizdeki engelli oranı %12 civarındadır.1 Bu miktarın çokluğu, üzerinde düşünülmesini ve araştırmalar yapılmasını gerektirmektedir. Bu aynı zamanda sosyal ve hayatî ünitelerin engelli gerçeği dikkate alınarak dizayn edilmesinin zaruri olduğunu göstermektedir. Üzerinde durulması gereken önemli bir husus da, engellilik hâli dinî tekliflere muhatap olmasına mâni olmayan kimselerin, dinlerini öğrenmeleri ve güçleri nispetince sorumluluklarını yerine getirmeleri yönünde çalışma yapılmasıdır. Engellilere yönelik, irşat ve tebliğ ekseninde geniş bir çalışma alanının varlığı âşikardır. Bu çerçevede, görme engelliler için başta Kur'ân öğretimi olmak üzere dinî bilgilerin verilebileceği öğretim metot ve araçlarının geliştirilmesi gerekmektedir. Yine, dinî ve sosyal mekanların mimarî tasarımları da buna göre düşünülmelidir. Günümüzde engellilerin eğitimiyle ilgili gelinen nokta önemlidir. Mevcut imkanlardan/metotlardan din eğitimi ve öğretimi adına daha fazla yararlanılabilir.

Engellilik hali, insanın temel fonksiyonları açısından eksiklik olsa da, insanî yönden bir kusur değildir. Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın "Harâbât ehline hor bakma şâkir / Defineye mâlik virâneler var" şiirinde ifade ettiği gibi, dış görünüşü itibariyle önemsenmeyen veya engelli pek çok kimse, zengin ve diri bir gönül yapısıyla Allah katında çok değerli olabilir. Hatta diğer insanlar, bu gibi kimselerin hürmetine bir kısım sıkıntılara maruz kalmaktan korunmuş bile olabilirler. "Şayet Allah'tan korkan gençleriniz, can taşıyan hayvanlarınız ve beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı belâlar üzerinize sel gibi yağacaktı" (Aclûnî, Keşfu'l-hafâ, 2/212) hadisinde de ifade edildiği gibi, acziyet, ilahî rahmet ve merhamete bir vesiledir. Geçmiş milletler arasında, özellikle zihinsel engellileri şeytan ve cinlerin musallat olduğu kimseler olarak görenler ve bu sebeple ateşe atıp yakanlar olmuştur. İslâm, bu ve benzeri insanlık dışı her türlü hareketi yasaklamış ve hiçbir şahsın yaşama hakkının engellenemeyeceğini belirtmiştir.

Bu dünya bir imtihan yeridir
İnsan bu dünyaya ebedî bir saadeti kazanma hedefiyle gönderilmiştir. İmtihan yeri olması itibariyle bu dünyada her şey, hikmet perdesi altında cereyan etmektedir. Bu âlemde acıyla tatlı, iyiyle kötü, hayırla şer iç içedir. Bu dünyada insanın sahip olduğu veya olamadığı her şey bir imtihan vesilesidir. Fizikî güzellik bir imtihan vesilesi olduğu gibi, güzel konuşmak, güzel yazmak gibi kabiliyetler de insana imtihan için verilmiştir. Zenginlik ve fakirliği de aynı şekilde değerlendirebiliriz. Bu bakış açısına göre, zengin ve güzel olan mutlaka üstün olmadığı gibi, fakir veya bazı uzuvlarını kaybetmiş olan bir kimse de değersiz değildir. Zaten Kur'ân'da "Sizin en değerliniz takvada en ileri olanınızdır." (Hucurât sûresi, 49/13) buyrularak üstünlük takvaya bağlanmıştır. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, "Allah sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Fakat, kalblerinize ve amellerinize bakar." (Müslim, Birr 34) buyurarak, Allah'ın insanlara muamelesinin kalb ibresine göre cereyan ettiğine/edeceğine işaret etmiştir.

"Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz." (Bakara sûresi, 2/155) âyeti de bu dünyada imtihanın bir realite olduğunu hatırlatmakta ve imtihan çeşitlerine işaret etmektedir. Âyette bahsedilen "canlardan eksiltme" ifadesine engelli insanların da dahil olduğunu söylemek mümkündür. Dolayısıyla, engellilik hâli de insanların sabretmesi gereken bir imtihan çeşididir. Nitekim Peygamber Efendimiz'in haber verdiğine göre, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ben kulumu -iki gözünü kast ederek- iki sevgilisini almakla imtihan ettiğimde o buna sabrederse, iki göze bedel olarak ona Cennet'i veririm." (Buhârî, Merdâ, 7) Allah'tan bela, musibet ve sıkıntı istenmez. Ancak İlâhî takdirin bir tecellisi olarak başa gelen her türlü sıkıntıya da güzelce sabretmek bir mü'min tavrıdır. Kalbi imanla oturaklaşmış her mü'min bilir ki, kâinatta hikmetsiz bir hareket ve iş yoktur. İbrahim Hakkı Hazretleri'nin "Her işte hikmeti vardır / Abes fiil işlemez Allah" beytinde de ifade edildiği gibi, her iş ve oluşun bir hikmet yönü vardır. İnsanın başına gelen her türlü musibet, Peygamberimiz'in "Mü'min bir kişiye bir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık, bir üzüntü isabet etse, hatta ayağına bir diken batsa bile, bunlar mü'minin bir kısım günahlarına keffaret olur." (Müslim, Birr 52) hadisinde ifade buyurduğu gibi, sabır ve rızayla karşılanması durumunda manevî bir kazanç kapısına dönüşmektedir.

Peygamberimiz'in Engellilere Davranışı
Her toplumda olduğu gibi Peygamberimiz döneminde de engelli kimseler bulunmaktaydı. Bu dönemdeki engelli sayısını tam olarak bilememekle birlikte, günümüzdeki oranları dikkate alırsak azımsanmayacak miktarda olduğu söylenebilir. Özellikle görme ya da bedenî bir özrü bulunan sahabe arasında isimleri Müslümanların çoğu tarafından bilinen, Abdurrahman b. Avf, Amr b. Cemuh, Muaz b. Cebel, Amr b. Tufeyl, Habbab b. Eret, Imran b. Husayn, Abdullah b. Ümmü Mektum gibi sahabenin meşhurlarının olması da bu kanaati desteklemektedir. Bunlar arasında otuz yıl kronik bir rahatsızlıktan dolayı yataktan kalkamayan ama halinden şikayet etmeyen İmran b. Husayn gibi sahabîler olduğu gibi, Efendimiz'in (s.a.s.) ahirete irtihalinden sonra bir gözünü kaybetmiş Abdullah b. Mes'ud ve Ebû Süfyan gibi sahabîler de vardır.2 Bu arada ortopedik özürlü sahabîlerin çoğunun savaşlarda aldıkları ok ve kılıç darbeleriyle bu hâle geldikleri unutulmamalıdır. Yine dikkatlerden kaçmaması gereken bir husus da, engelli sahabîlerin kimler olduğunu düşündüğümüzde aklımıza pek fazla bir ismin gelmeyişidir. Bu durum bize sahabenin Allah'tan gelen her şeyi rıza ile karşılayıp, herhangi bir isyan tavrı sergilemeden İslâm'a hizmet etmeye ve toplum içinde faydalı bir unsur olmaya çalıştıklarını göstermektedir. Mesela, Muaz b. Cebel'in ayağındaki sakatlığın pek çok kimse tarafından bilinmediğini söyleyebiliriz. Oysa Hz. Muaz, Efendimiz (s.a.s.) tarafından o günün şartlarında oldukça uzak sayılabilecek olan Yemen'e gönderilmiş ve dine hizmet etmekten bir an geriye kalmamıştır.

Peygamberimiz (s.a.s.), engelli sahabîlere hususi ilgi ve şefkat göstermiş ve onları toplumun faydalı bir unsuru haline getirmiştir. Meselâ, Bilal-i Habeşî ile birlikte Hz. Peygamber'in (s.a.s.) müezzinliğini de yapmış olan Abdullah b. Ümmi Mektûm âmâ oluşu yanında evinin mescide uzaklığını ve kendisini mescide götürecek kimsesinin bulunmayışını da mazeret göstererek, namazı evinde kılabilmek için Allah Resûlü'nden (s.a.s.) müsaade istemişti. Resûlullâh ise: "– Sen namaz için ezân okunduğunu işitiyor musun?" diye sordu. O, "Evet." cevabını verince, Peygamber Efendimiz (s.a.s.): "– O halde dâvete icâbet et, cemâate gel" buyurdu. (Müslim, Mesâcid 255; Ebu Dâvûd, Salât 46) Bu rivâyet, cemaatle namazın ne derece önemli olduğunu göstermekle birlikte, Peygamberimiz'in âmâ bir zatı toplumdan tecrit etmeyerek onu cemaat içinde bulunmaya teşviki de bilhassa dikkat çekicidir. Bu hadiseden, İslâm'ın görme özürlü kimselere cemaate devam hususunda ruhsat tanımadığı sonucu da çıkarılmamalıdır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, görme engelli bir sahâbî olan İtban b. Mâlik'e evinde imamlık yapmaya müsaade etmiştir. Bu hususta Abdullah b. Ümmi Mektum'un sahabenin ileri gelenleri arasında bulunması, ilk Müslümanlardan olması, müezzinlik yapması gibi özelliklerinden dolayı cemaat arasında bulunmasının önemli olması hususu göz ardı edilmemelidir. Çünkü o, engelli sahabîler arasında âdeta sembol bir isim durumundadır. Onun ısrarla toplum içerisinde aktif olarak bulunması kendisinden sonra gelen benzeri kimselere müspet örnek teşkil edecektir. Bunun yanında Hz. Peygamber (aleyhi ekmelüttehâyâ) değişik vesilelerle Medîne dışına çıktığı zaman, Abdullah b. Ümmi Mektûm'u yerine cemaate namaz kıldırması için vekil olarak bırakmıştır. Bu görevin kendisine on üç defa verildiği nakledilmektedir.3

Ayrıca, Efendimiz'in (s.a.s.) bazı bedenî kusurları olan ve çölde yaşayan Zâhir isminde bir sahabîsi vardı. Zâhir, bâdiyede (sahra) bulunan güzel meyve ve çiçeklerden getirip Resûlullah'a (s.a.s.) hediye ederdi. Resûlullah da şehrin güzel ve hoş şeylerinden ona hediye verirdi. Bundan dolayı Resûl-i Ekrem Efendimiz onun hakkında şöyle demiştir: "Zâhir bizim bâdiyemiz, biz de onun şehriyiz."4

Bir defasında Zâhir, Medine pazarında çölden getirdiği bazı şeyleri satarken Peygamberimiz ona arkadan yaklaşır ve şaka yapmak maksadıyla gözlerini kapatarak şöyle der: "Bir kölem var, satıyorum. Onu benden kim alır?" Zâhir, "Ey Allah'ın elçisi, beş para etmez bir sakat köleyi kim satır alır?" deyince şaka bu andan itibaren biter. Peygamberimiz bütün ciddiyetiyle şöyle der: "Ya Zâhir, and olsun ki sen Allah katında değersiz değilsin (tam aksine çok değerlisin).5

Dinimizde engelli kimselerin yapamayacağı işler kendilerine teklif edilmemiştir. Mesela onların savaşlara iştirak etmesi istenmemiştir. Nitekim: "Mü'minlerden oturanlarla, mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz." (Mâide sûresi, 4/95) âyeti vahyedildiğinde İbn Ümmü Mektûm Peygamberimiz'e gelerek âmâ oluşu dolayısıyla cihada güç yetiremeyeceğini belirtmiş, ardından mezkur ayetin "özürsüz olarak yerlerinde oturanlar" (Mâide sûresi, 4/95) kısmı nazil olarak onun gibi kimselerin özrü geçerli kabul edilmişti.6

Allah Resûlü engelli kimseleri savaşa katılmaktan muaf tutmuş, ancak bu hususta özellikle ısrar edenlere de müsamaha göstermiştir. Mesela Ensar'dan Seleme oğullarının lideri Amr bin Cemûh topaldı. Bedir savaşına katılmak istedi. Ancak Hz. Peygamber ona müsaade etmedi. Daha sonra Uhud savaşına katılmak istedi. Oğulları:

- "Allah seni mazur kılmıştır." diyerek engel olmaya çalıştılar. Bunun üzerine Amr, Peygamberimiz'e başvurdu. Peygamberimiz de ona mazereti bulunduğunu, bu sebepten savaşla mükellef olmadığını bildirdi. Ancak Amr'ın ısrarı üzerine, Efendimiz (s.a.s.) oğullarına hitaben:

"- Artık babanızı savaştan men etmeyiniz. Umulur ki Allah ona şehadet nasib eder." buyurdu.

Uhud harbine iştirak eden bu heyecanlı sahabî, cihad esnasında "Vallahi ben cenneti özlüyorum." demiş, neticede kendisini korumaya çalışan bir oğlu ile birlikte bu savaşta şehit düşmüştür.7

Bu misallerden de anlaşıldığı üzere, Efendimiz görme ya da fizikî bir engeli bulunan sahabîlerle hep içli dışlı olmuş, onlarla yakından ilgilenmiş ve yapabilecekleri vazifeler için zemin hazırlamıştır.

Engellilere nasıl davranılmalıdır?
Toplumun içinde engelliler olduğu gibi bazı kimselerin yakınları arasında da değişik seviyede engelliler bulunabilir. Toplum olarak engellilere Peygamberimiz'in ahlakını örnek alarak sevgi, ilgi ve şefkatle davranmak esas olmalıdır. Yine Peygamberimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tavsiyesi istikametinde, rahatsız edecek bir şekilde engelli kimselere uzun süre bakmamak gerekir. Zîrâ Peygamberimiz, "Cüzzamlılara uzun süre bakmayın."8 buyurmaktadır. Peygamberimiz'in bu sözü, cüzzamlı kimselere, dolayısıyla bedenî bir kusuru bulunan kimselere rahatsız edecek şekilde bakılmaması gerektiğini göstermektedir.

Peygamber Efendimiz, engelli kimselere yapılacak her türlü iyilik ve yardımı sadaka olarak değerlendirerek şöyle buyurmaktadır: "Âmâya rehberlik etmen, sağır ve dilsize anlayacakları bir şekilde anlatman, muhtaç bir kimseyi ihtiyacını tedarik etmesi için gerekli yere götürmen, derman arayan dertlinin imdadına koşman, koluna girip güçsüze yardım etmen, konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade edivermen, bütün bunlar sadaka çeşitlerindendir..." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/168-169)

Yakınları arasında hasta veya engelli olan kimselere de önemli vazifeler düşmektedir. İlgi ve bakım gereken hasta ve engelliler sabretmeleri durumunda kendileri için hayır kapısına sahip oldukları gibi, yakınları için de sevap kazanma vesilesi olmaktadırlar. Bilindiği gibi hasta ziyareti sünnettir. Ziyaret sırasında hastayı rahatlatmak ve gönlünü hoş tutmak ziyaret âdâbındandır. Hasta ziyaretini teşvik eden ve bunu Müslüman'ın, Müslüman üzerindeki haklarından biri sayan dinimiz, hasta bir kimseye hizmet etmeyi elbette daha üstün tutacaktır.

Özellikle hasta ve engelliler akrabalardan birisi ise, hususan anne ve baba ise onlara hizmet çok önemli ve faziletlidir. Zîrâ normal zamanlarda Cenneti ve Allah'ın rızasını kazanmanın en büyük vesilelerinden olan anne babaya, ağır hastalık veya bir engellilikten dolayı hizmet etmenin ne kadar önemli ve faziletli olacağı izahtan vârestedir.

Engellilik her zaman anne veya babada olmaz. Günümüzde özellikle engelli bir çocuğa bakmak durumunda olan fedakâr aileler bulunmaktadır. Şu bilinmelidir ki, bütün engelliler diğer insanların sahip oldukları temel hak ve hürriyetlerin tamamına sahiptirler. Bu hak şu veya bu şekilde, doğumdan önce veya sonra iptal edilemez. İnsan bu dünyaya âhireti kazanmaya gelmiştir. Bu durumdaki kimseler, zor da olsa sabır ve rıza göstermeli ve sevap kazanmayı tercih etmelidirler. Zîrâ isyan etmek insanın iki kez kaybetmesi anlamına gelmektedir.

Burada şu hususun da belirtilmesinde fayda vardır. Günümüzde teknolojik imkanlar sayesinde bazı fizikî ve zihnî engeller anne karnında iken tespit edilebilmektedir. Fizikî engellerin tespiti daha kolay olmakla birlikte, zihnî engeller genellikle muhtemel bir durum olarak ifade edilmektedir. Ne yazık ki, bazı kimseler de engelli bir çocuğa sahip olmamak için kürtaj yolunu tercih edebilmektedirler. Halbuki, fıkıh âlimlerinin çoğuna göre annenin hayatını kurtarma gibi kesin bir tıbbî zaruret olmaksızın çocuk düşürmek ve aldırmak câiz değildir.9 Bu açıdan bir çocuğun engelli olacağı kesin olarak tespit edilse bile kürtaj yapılarak alınması caiz olmaz.10 Konuyla ilgili Prof. Dr. Hayrettin Karaman hocamızın görüşünü kaydetmek istiyoruz: "Allah'a ve âhirete inanmayanlar için yalnızca dünya hayatı vardır; bu hayatı ne kadar zevkli, rahat, hür yaşamak mümkün ise o kadar yaşamak gerekir. Sakat doğmuş bir çocuk ile meşgul olmanın dünya hayatı açısından onlara kazandıracağı hiçbir şey yoktur, hayatı zorlaştırmaktan, zevk u safayı engellemekten başka bir işe yaramaz.

Allah'a ve âhirete inananlar sakat bir hayvana bile gösterdikleri şefkat ve yaptıkları hizmetle ecir ve sevap kazanırlar. Bu, Allah'ın rızasını elde etmeye vesile olur. Binaenaleyh, doğduktan sonra sakatlanan bir çocuğu öldürmek cinayet olduğu gibi, henüz doğmamış ama ana rahminde yaşamakta olan bir çocuğu öldürmek de öyle cinayet olur ve caiz değildir. Rahimde kaldığı sürece veya doğum sırasında anne için hayati bir tehlike söz konusu olmadıkça kürtaj yapılamaz."11

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, sağlık ve sıhhat büyük bir nimettir. Allah'tan af ve afiyet istemek de mü'min olmanın gereğidir. Ancak, bu dünya âhiretin tarlası olması itibariyle, bir imtihan yeridir. Hasta ve engelli olmak bir imtihan unsuru olduğu gibi, bir hasta ve engelliye bakmak zorunda olmak da imtihanın bir parçasıdır.

Hastalar Risalesi adlı eserinde, Bediüzzaman Hazretleri, görme engelli ve felç türü ağır bir hastalığa maruz kalan hastalarla ilgili şu dikkat çekici değerlendirmede bulunmaktadır:

"Evet bir mü'min, gözüne perde çekilse ve gözü kapalı kabre girse, derecesine göre, kabir ehlinden daha fazla nurlu âlemleri temâşâ edebilir. Bu dünyada nasıl çok şeyleri biz görüyoruz, kör olan mü'minler görmüyorlar; kabirde o körler, iman ile gitmişse o derece kabir ehlinden daha fazla görebilirler."

12 Felç ve benzeri ağır bir hastalığa maruz kalanlara da dünyanın insanı aldatan nefsânî yönlerinden uzak kalmaları itibariyle hastalığın manevi bir kazanç vesilesine dönüşeceğini söyleyerek tevekkül tavsiyesinde bulunmaktadır.13

Sebeplere riayetin bir kulluk vazifesi olması itibariyle tedavisi mümkün olan her türlü hastalık için tedavi olmak gerekmektedir.

Ancak, pek tedavi imkânı olmayan hastalık ve özürler için, sabırlı davranmak, asla isyan etmemek ve gönülden Allah'a yönelmek en doğrusudur. Bu şekilde davranan inançlı bir insan şu fâni dünyada yaşadığı mahrumiyete bedel ebedî saadeti adına büyük bir sermaye biriktirmiş olur. Bilindiği gibi müspet ve menfi olmak üzere iki türlü ibadet vardır. Namaz, oruç gibi bildiğimiz ibadetlere müspet ibadet diyecek olursak, bela, musibet ve hastalık gibi sıkıntılara da menfi ibadet diyebiliriz.

Aslında bela ve musibet türü şeyler bizzat ibadet değildir. Ancak, neticesi itibariyle ibadete eşdeğer sevap kazandırdığı için ibadet olarak tanımlanmasında bir beis bulunmamaktadır. Zîrâ insan maruz kaldığı hastalık ve belalarla ne kadar âciz ve muhtaç bir varlık olduğunu idrak eder ve mutlak güç ve kuvvet sahibi olan Cenab-ı Hakk'a yönelir. Bu yöneliş neticesinde de âhiretini kazanma yönünde önemli bir adım atmış olur.

* Araştırmacı - Yazar
[email protected]


Dipnotlar
1. Aralık 2003'te Devlet Planlama Teşkilatı koordinasyonluğunda Devlet İstatistik Enstitüsü ve Özürlüler İdaresi Başkanlığınca yürütülen ülkemizdeki engellilerle ilgili araştırmanın sonucu engellilerden sorumlu devlet bakanı tarafından açıklanmış ve ülkemizde toplam 8 milyon 937 engelli olduğu ve bu oranın, nüfusun % 12.29'nu oluşturduğu belirtilmiştir. Bu miktarın çoğunluğunu da zihinsel engelliler oluşturmaktadır.
2. Bu konuda yapılan bir çalışmada, görme ve fiziksel engelli yirmi sekiz sahabeye yer verilmiştir. Bkz. Seyyar, Ali, Yıldızlar Engel Tanımaz, İstanbul 2007. İslâm'ın engellilere bakışıyla ilgili yapılan çalışmalar için bkz. Gül, Emine, Kur'ân'da Engelliler, İstanbul 2005; Sancaklı, Saffet, "Hz. Peygamber'in Engellilere Karşı Bakış Açısının Tespiti," Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VI (2006) sayı: 2, 37-72, Samsun 2006; Erul, Bünyamin, "Engelliler İle İlgili Hadislerin Analizi" (yayınlanmamış tebliğ), Ülkemizde Engelliler Gerçeği ve İslâm (sempozyum), D.İ.B., Ankara, 2003.
3. İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-ğâbe, 4/264.
4. Tirmizî, Şemâil, 120, Beyrut, 1406.
5. İbn Hacer, İsabe, 423.
6. Buhârî, Tefsîr (4), 18
7. İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-ğâbe , 4/208.
8. Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 5/100-101.
9. Bkz. İbn Âbidin, Reddü'l-muhtar, 3/176; Udeh, Abdulkadir, et-Teşrîu'l-cinâiyyi'l-İslâmî, 2/295; Çeker, Orhan, "Çocuk Düşürme" md. DİA, 8/364.
10. Kuveyt'te yayınlanmakta olan fıkıh ansiklopedisi ilim heyeti anne için hayatî tehlike olmadıkça gebeliği sonlandırmanın caiz olmadığı görüşündedir. Bkz. Mevsûa, "içhad" md. 2/57. Bu konuda İbn Âbidin'e ait farklı bir görüş de mevcuttur. İbn Âbidin, annenin hayatından endişe edilse bile çocuk aldırmanın caiz olmayacağını belirtir. Zîrâ, annenin bu sebeple ölmesi bir ihtimaldir. İhtimalden
dolayı ise herhangi bir insanın öldürülmesi caiz olmaz. Bkz. Reddü'l-muhtar, 1/602.
11. http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat2/0274.htm
12. Said Nursi, Lemalar, 223.
13. Said Nursi, Lemalar, 229.

Bu haber toplam 9522 defa okunmuştur
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.