Bir Annenin Okuyup Üfürmesi...
Geleneklerine çok bağlı, kültür yelpazesi oldukça geniş bir aileye doğdum. Kültür yelpazesi derken, çok okumuşluktan kara cehalete kadar uzanan bir çeşitliliği kastediyorum. Dayım doktor olduğu için, onunla ikiz gibi büyüyen annem tıbbı da bilirdi, kocakarı ilaçlarını da. Bir sıkıntım olduğunda, hastalandığımda, annemin elleri ve sözleri beni bir şekilde rahatlatırdı. Bana küçüklüğümü anlatması bile ateşimi düşürmeye yeterdi. Annem beni hâlâ alıştığımız şekilde, okuyup üfleyerek ‘tedavi’ eder.
Örnek mi? Diyelim ki üstümde nedenini açıklayamadığım bir ağırlık, isteksizlik var. Hemen aprekantar etmesi için anneme giderim. Annem önce alnımın ortasına, sonra sağına ve soluna dudaklarını hafifçe değdirir, ardından başını başka yöne çevirerek “tu, tu, tu” diyerek tükürürmüş gibi yapar ve şu sözleri söyler: “Te kito el ojo mal, la avla pesgada i el espanto. Aya vaya el mal, a la profondina de la mar.” (Üzerinden kem gözü, ağır konuşmaları ve korkuyu alıyorum. Tüm kötülükler denizin derinliklerine gitsin).
Bu ritüel fayda etmedi diyelim. Halk kültürlerinde çare tükenir mi? Bir avuç karanfil (baharat olanından) alır, “sinko por la tierra, sinko par las mares, sinko por los ayres, sinko por la cente” (beş toprak için, beş denizler için, beş hava için, beş de insanlar için) diyerek yaklaşık 20 taneyi avucuna koyar ve yumruğunu üstümde şöyle bir dolaştırdıktan sonra okumaya koyulur: “Kon el nombre del Dyo, d’Avram i Yako, David Şelomo, te kito el ojo malo, la avla pezgada, l’ayin ara, laşon ara, i los eço a la profondina de la mar. Por zahud de Rahel, por zahud de las quatro madres de Yisrael, Sara, Lea , Rivka, te aprekanto i te alivyano, te kito todo los males i los dezrepodos, los espantos, i los eço a la profondina de la mar. Komo las estreyas no se viyenen a kontar, ni las mares a mezurar, ansi ke se keman estos klavos, ke Sevalika ija de Suzanika no tenga ningun sar, ni ningun mal.” (Tanrı’nın Adı ile ve Avraam ile Yaakov, David ile Şelomo’nun adını zikrederek, kem gözü ve kötü konuşmaları üzerinden alıyor, denizin derinliklerine atıyorum. Yisrael’in dört annesinin sevabına, Sara, Rivka, Rahel ve Lea’nın sevabına, seni tüm sıkıntı, hastalık ve korkulardan arındırıyor ve onları denizin derinliklerine atıyorum [zavallı denizler!].
Nasıl ki yıldızlar sayılamaz ve denizler ölçülemezse, Suzan kızı Seval’in de hiçbir korkusu ve sıkıntısı kalmasın). Ardından karanfil tanelerini bir pamuk parçasının içine koyar, üstüne kolonya damlatır ve kibritle tutuşturur. Az sonra karanfil taneleri konuşmaları andıran hışırtılar çıkarmaya başlar. “Na, las avlas” (işte, konuşmalar, bak hakkında ne çok konuşuyorlar) der annem. Derken bir iki karanfil tanesi büyük bir gürültü ile patlayıp pamuğun konduğu tabaktan dışarı fırlar. İşlem tamamdır. Kem gözlere şiş... İster inanın, ister inanmayın ama bu ritüelden sonra gerçekten bir hafifleme hissederim.
Giyindim, acele evden çıkacağım (bu daha çok, ben küçükken, okula giderken olurdu), annem bir bakar ki düğmem kopmuş. Hemen iğne ipliği eline alır ama önce okumaya başlardı: “Aki kuzğo ensima la ija del rey de Fransiya. Ansi ke no es verdad, ke no eçen aftira, a Sevalika ija ve Suzanika” (Burada Fransa Kralı’nın kızının üstüne dikiyorum. Nasıl ki bu doğru değilse, Suzan kızı Seval’e de iftira atmasınlar). Bu merasimin nedeni bence gayet basit. Genellikle insanın üstüne dikilen -evlerden uzak- kefendir. Yukarıdaki sözlerin okunması, olayı saçma hale getirmek ve uğursuzluğa neden olmamaktı sanırım. Doğruyu söylemem gerekirse, ben bunu hâlâ yaparım.
Peki, kötü rüya veya kâbus görünce ne etmeli? Hemen mezuza’ya (kapı pervazına iliştirilmiş olan ve içinde Şema duasının bazı bölümleri bulunan kutucuk) gitmeli ve okumalı: “El suenyo de Yosef aTsadik, kon la soltura de su padre, ke todo los suenyos malos se aleşen i los buenos se aserken” (Dürüst Yosef’in rüyası, babasının hareketliliği ile, tüm kötü rüyalar uzaklaşsın ve iyi rüyalar yaklaşsın).
Yine küçükken sokakta oynarken bir şey oldu, korktum ve kalbim gümbür gümbür, anneme koştum diyelim. Çare hazır: “Ven, pişa enriva del sal.” (Gel, tuzun üzerine işe). Neden? Bunu da çok düşündüm. Eskiden malûm, lâzımlığa işenirdi. Ritüelin aslı şöyle: Lâzımlığın dibine bir avuç tuz konurmuş ve kişi, ihtiyacını gün içinde üç kez orada giderirmiş. Kimyasal reaksiyonun sonucunda açığa çıkan gazın odaya yayılması ve solunması, beyindeki korku noktalarını yatıştırırdı demek mantıklı olur mu, bilemiyorum.
Korkuya karşı başka ve daha köklü bir çözüm: adı Kafe a la Serena (sakinleştirici kahve). Bir kahve fincanına su ile şeker konur ve ay ışığını görecek şekilde pencere kenarına bırakılır. Ertesi sabah o şekerli sudan bir kaşık içilir ve bu işlem (şekerli su değiştirilmeden) art arda üç gün tekrarlanır.
Korkunuz geçmedi mi? O zaman Kafiko a la Mezuza ne güne duruyor? Sabah kahve kavanozu ile mezuza’ya gidilecek, çekilen sıkıntıya uygun hayır ve iyilik duaları okunacak, ardından kahve pişirilecek ve içilecek. Bu işlem de üç gün arka arkaya tekrarlanacak.
Büyü mü yaptık? Hâşâ. Büyü yapmak da, yaptırmak da günahtır. Bunlar basit halk inanışları. Analarımızın, Reiki gibi psikolojik rahatlama sağlayan ama çok daha mütevazı uygulamalarından söz ettim. Neden mi? Unutulup gitmesinler diye. Osmanlı Sefarad kültürümüzün bir parçası olarak belleklerde yer etsinler diye.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.