Yeşilçamdaki Tüm Acılarım Silindi

Yeşilçam’dan bu yana sinemayı uzaktan izleyen Ayşe Şasa için, geçen hafta vizyona giren ‘Dinle Neyden’ ile yeni bir dönem başladı

AKSİYON DERGİSİ - Yeşilçam’dan bu yana sinemayı uzaktan izleyen Ayşe Şasa için, geçen hafta vizyona giren ‘Dinle Neyden’ ile yeni bir dönem başladı. Filmin senaryosunda imzası bulunan Şasa’nın amacı medeniyet merkezli bir sinema dili ortaya koyabilmek.

1963-93 yılları arasında çekilen Ah Güzel İstanbul, Balatlı Arif, Cemo, Gramofon Avrat gibi pek çok filmin jeneriğinde, senaryo hanesinde Ayşe Şasa’nın adı vardır. Sabahlara kadar çalışmalar, uykusuz geceler, Yeşilçam’ın yıpratıcı ortamı Şasa’nın enerjisini yavaş yavaş emer. Mecnun gibi sarıldığı sinema sanatı onun tüm gücünü tüketmiş, nihayetinde aklın sınırları ötesine taşımıştır. Artık 18 yıl boyunca şizofreni ile mücadele etmek zorundadır. Onu bu hastalık çukurundan çıkaran, asırlar önce kaleme alınan İbn Arabi’nin eserleri olacaktır. Ayşe Şasa için sinema bir nevi Leyla gibidir ve ondan vazgeçebildiği andan itibaren Mevla’sına ulaşacaktır.

Ayşe Şasa’nın bu özetlenmiş hikâyesine ‘Delilik Ülkesinden Notlar’ kitabı yahut onunla yapılan röportajlardan, haberlerden aşinayız. Yeni bir anlam dünyasıyla şifa bulan Ayşe Hanım her ne kadar yıllar boyu geçmişteki gibi aktif bir şekilde sinemanın içinde bulunmasa da bu sanat dalıyla irtibatını tam manasıyla koparmaz. Manevi duyarlılıklar, geleneksel bakış açısı, medeniyet perspektifi artık onun sanata bakışında da belirleyicidir. Sinemaya tasavvuf ışığında anlam vermeye çalışır. Bu konudaki fikirlerini ‘Yeşilçam Günlüğü’ kitabında toparlar. Yıllar sonra bu teorilerini pratiğe dökeceği bir ortam da karşısına çıkacaktır. Geçen hafta sonu vizyona giren, yönetmenliğini Jacques Deschamps’ın yaptığı ‘Dinle Neyden’in senaristlerinden biridir Ayşe Şasa. Uzun aradan sonra tekrar bir filmin senaryosuna imzasını atar böylece.

HER SIKINTI FERAHLIK İMKÂNIYLA DOĞAR

‘Dinle Neyden’in konusu 1789’da geçiyor. Fransızların Mısır’ı işgal etmesi söz konusu. İçinde bulunduğumuz dönemi hatırlatıyor savaş sebebi: Napolyon, Mısır’a medeniyet götürme vaadiyle ilerlemekte. Bazı Fransız diplomatlar harbi önlemek için harekete geçiyor. Mevlevihane’yi ziyaret ederek eski Osmanlı paşası Nuri Dede Efendi’ye durumu arz ediyorlar. Sıhhatinin kötü gitmesine rağmen Dede Efendi, kendisine saraydan gönderilen tabip ve genç dervişle birlikte, III. Selim’in kız kardeşi Beyhan Sultan’ın Sahilsaray’ına gidiyor. Böylece savaşın önüne geçebilmek adına barış girişimleri başlıyor. Sarayda bu gayriresmî çabalar sürerken Nuri Dede’nin sıhhatinden sorumlu saray tabibi Halil ile Beyhan Sultan’ın yardımcısı Gülnihal Kalfa arasında da duygusal bir yakınlık yaşanıyor. İzleyici bir yandan yaklaşan harbe diğer taraftan iki gencin muhabbetine şahit ediliyor. Bu hikâyenin üzerine Mevlevihane’nin günlüğünü tutan genç derviş Halilcan’ın sesi düşüyor. O, Dede Efendi’nin kendisine verdiği deftere gözlemlerini aktarırken, hayatı ve şahit olduklarını Mevlana’nın ifadelerinden beslenerek yorumluyor. Böylece Hz. Pir de âdeta filmin ruhani bir karakterine bürünüyor.

Son sahneler yaklaştıkça Emin Olcay’ın canlandırdığı Nuri Dede Efendi iyice güçten düşüyor. Zarafetini korusa da Osmanlı gibi o da kan kaybediyor. Film alışık olduğumuz Osmanlı tasvirlerinin ötesine geçiyor. Ne abartılı bir övgü var o döneme ne de bir küçümseme emaresi. Kostümler gibi, tavırlardaki Osmanlı vakarı ve zarafeti de gerçekçi. Film 18. yüzyılın karanlık bir dönemine işaret etse de kasvetli bir hava yansımıyor perdeye. Senaryodan alıntıyla; ne de olsa her sıkıntı ferahlık imkânıyla doğuyor… Fakat hikayenin çıkış noktasındaki duygu yoğunluğu da aynı ölçüde görüntüye aktarılamıyor. Filmin ağır ritminden ziyade konu ve oyuncularla mesafeli bir çalışmanın ürünü sanki bu.

‘Dinle Neyden’in vizyona girmesi vesilesiyle Ayşe Hanım’ın kapısını çaldık. Onunla Yeşilçam’daki süreçten bugüne değişenleri, yıllar sonra senaryo yazmak için kâğıt kalem başına oturmanın heyecanını ve filmi konuştuk.

AYNI RÜYAYI GÖRDÜK

Ayşe Şasa iki sene önce resmen çalışmaya başlasalar da senaryodaki fikirlerin geçmişe dayandığını ifade ediyor. Onun, filmin diğer senaristi İsmail Özkul Eren ile tanışıklığı 1988’e dayanıyor. O yıllarda Özkul Bey’in Fatih’teki ofisine sık sık ziyarete gider Ayşe Hanım. İkisinin zihninde de geleneksel toplumun incelik, vakar ve ihtişamını hakkını vererek anlatan, karton olmayan bir şey üretmek vardır. Küçük dükkânda saatlerce konuşur, tabiri caizse aynı rüyayı görürler. Böylece ilk projeleri şekillenir. Ayşe Şasa hattat Şeyh Hamdullah ile ilgili bir belgesel senaryosu yazacaktır. “Özkul ile öyle havaya girdik ki hasta hâlimle, düşe kalka yazdım senaryoyu.” diyor Ayşe Hanım. Ne yazık ki bu uzun uğraş bir sonuca bağlanmaz, senaryo filme dönüştürülmez. 1990’lı yıllarda yeni bir proje şekillenir, bu defa Özkul Bey masa başına oturur ve Dede Efendi ile ilgili bir senaryo kaleme alır. Bu çalışma Ayşe Şasa’yı oldukça heyecanlandırır. Dede Efendi de III. Selim’inkine yakın bir dönemde yaşamıştır. Özkul Eren’in senaryoyu yazmadan önce de Dergâh Dergisi’nde bir dervişin günlüğüne dair hikâyeleri çıkmıştır. Ayşe Şasa, Eren’in tam o yıllarda ‘Dinle Neyden’deki karakterleri düşünmeye başladığına değiniyor.

Kanal 7’de uzun yıllar çalıştıktan sonra Özkul Eren bir ajans kurar. Böylece Ayşe Şasa’ya yeni bir teklifte bulunur: Bir çizgi film yapalım. Yine birlikte uğraşır, kafa patlatırlar. Senaryoyu Ayşe Şasa yazar. Özkul Eren de uzun bir süre çizimi yaptırır ama sonu gelmez. Bu hareketli dönemin ardından bir müddet birbirlerinin izini kaybeder Ayşe Şasa ile Özkul Eren. Ta ki 2006 yılında Ayşe Hanım, Özkul Bey’in Hz. Mevlânâ yılıyla ilgili film yapacağını duyana kadar. Eren’i aradığında: “Ayşe Hanım sen de varsın işin içinde.” cümlesini duyar. Yıllar sonra yine aynı rüyayı göreceklerdir.

SENARYO EBELİĞİ YAPTIM

İsmail Özkul Eren’in III. Selim dönemine özel bir ilgisi vardır. 30 sandık kitap okumuştur bu devre dair. Bu birikim muhakkak senaryoya yansıyacaktır. Yazıhanede uzun uzun çalışırlar Ayşe Şasa ile. Duvarda ilham vermesi için Beyhan Sultan’ın sarayına dair bir gravür dahi asılmıştır. “Biz yine havaya girdik ama ben bir taraftan da panikledim. Ciddi bir şey yapacağız ama vaktimiz dar. Ben onun gibi yirmi yıl boyunca III. Selim dönemine dair kitap okumuş değilim. Başladım zayıf gözlerimle kitapları harıl harıl okumaya; ama nasıl bitireyim hepsini…” diyen Ayşe Şasa’yı başlangıçta Özkul Eren’in sessizliği telaşlandırır. Çalışmalarda Özkul Eren pek konuşmaz. Ayşe Şasa’nın da onun senaryo yazıp yazamayacağına dair hiçbir fikri yoktur: “Özkul’un Dede Efendi senaryosu önemli bir çıkıştı. Biz sürekli bir araya geliyoruz ama Özkul konuşmuyor, böyle oturuyor. Ben bu defa iyice panikledim. Büyük bir proje, bu kadar malzemeyi nasıl bir araya getireceğim? Bir taraftan uğraşıyorum ama diğer yandan bunların altından tek başıma kalkamayacak kadar yorgunum.” Ayşe Şasa kötü bir duruma düşeriz kaygısı yaşadığı dönemde işlerin değiştiğini anlatıyor: “Derken Özkul bir açıldı ve sazı aldı eline. Ben bir eve gideyim düşüneyim diyor, biraz eve kapanıyor, döndüğünde de bakıyordum harika şeyler bulmuş. Gözümün önünde resmen bir senaryo yıldızı doğdu.” Özkul Eren’in yıllarca III. Selim dönemine dair okudukları, metin yazarken işlerini kolaylaştırır. Ayşe Şasa’nın ifadesiyle artık tarihin satır aralarında dolaşmaktadır. Böylece film yavaş yavaş şekillenmeye başlar. Napolyon’un Mısır’ı işgali söz konusu olacaktır. Fransız bir gemi tüccarı karakteri Mevlevihane’deki eski dostu Nuri Dede Efendi’yi bu tehdide karşı uyaracaktır. Bir aşk hikâyesine yer verilecektir…

Özkul Eren’in bu çıkışına şahit olan Ayşe Şasa bu defa ‘Ne yapabilirim?’ diye düşünmeye başlar ve ona ayna olmaya karar verir. Yıllar önce Sefa Önal ile yaptığı çalışmalardaki yöntemden esinlenir. Sefa Önal ile ikili çalışmalarında yeni fikirler ortaya koydukça arkadaşına coşku verirmiş Ayşe Hanım, bu yöntemine ‘senaryo ebeliği’ adını vermiş. ‘Dinle Neyden’in ortak senaryo çalışmasında da aynı usulü dener.

YEŞİLÇAM’DA HER FİLMDEN SONRA HASTALANIRDIM

Özkul Eren ile yapılan çalışmada senaryo 5-6 defa yeniden yazılır. Bu esnada sürekli tarih danışmanlarından ve Mevlevilik konusunda Tuğrul İnançer’den destek alınır. Mesela Ayşe Şasa geceleri Amerika’daki arkadaşı Prof. Engin Akarlı’yı arar, saatlerce III. Selim dönemini konuşurlar. Farklı tarihçilere danışır. Özkul Eren’in de sorularını yönelttiği isimler vardır. Bu süreçte finans arayışı başlar ve Fransızlarla ortak yapıma karar verilir. Yönetmen Jacques Deschamps’a senaryo bu esnada ulaşır. Metni okur ve filmi çekmeye talip olur. Ortak yapım gerçekleşmez lâkin filmi Fransız yönetmen çekecektir.

Çalışmalar esnasında hep tıkanılan noktalarda birden önleri açılır. Ayşe Şasa geçmişte yaptığı senaryo çalışmalarından çok farklı buluyor yaşadığı süreci: “Ateist olduğum dönemde senaryoları hep boğula boğula, işlerin ters gitmesiyle mücadele ederek yazıyordum. Burada tam tıkanacak oluyoruz, yol açılıyor. Batağa saplanıyoruz, yüz misli güzel bir şey çıkıyor.” Ayşe Şasa bu senaryo çalışmasının şimdiye kadarki tecrübelerinden çok farklı olduğuna değiniyor. Yeşilçam’da iki ayı bile senaristler çok gördükleri hâlde bu proje için iki sene çalışmış olmaktan bahtiyar: “Ah Güzel İstanbul için hatırlıyorum da iki ay beynimi çatlatarak, hiç uyumayarak, gece gündüz uğraştım. Yeşilçam’da kimse böyle çalışmıyordu. Ben kendime karşı bir iddia ile girdim bu işin içine. Onun için Yeşilçam’da çok büyük ızdırap çektim. Her filmden sonra hastalanırdım.”

Ayşe Şasa’nın Yeşilçam ortamına giriş sebebi de farklıdır: “Aileme, sözde Batıcı burjuvaziye duyduğum öfke ve reaksiyon ile tam tersi yönde bir şey yapmak istedim. Herkesin alay ettiği, hor gördüğü alanda gidip kaybolmaktı niyetim. Yani bu tam anlamıyla meydan okumaydı. Hâlbuki bir kuyunun dibindesin, bir şey çıkmasına imkân yok orada. Zira pek sanatkârane ortam değildi. Filmlere eleştirmenler gelmez, okumuş kesim ağzınla kuş tutsan bakmazdı. Bu meydan okuma benim büyük öfkeme denk düşen bir şeydi.”

‘Dinle Neyden’ tecrübesi, Yeşilçam’dan çok farklı bir ortamda çalışmak, mütevazı Özkul Eren’in çıkışına şahitlik Ayşe Şasa’ya müthiş bir enerji vermiş. “Yeşilçam’daki tüm acılarım silindi.” diyor. Bir yandan da imkânlar daha iyi olsaydı çok daha farklı bir film ortaya çıkacağını ilave ediyor. Özkul Eren senaryo çalışmalarında hep “Seyircide izledikten sonra latif bir duygu kalsın yeter.” sözünü tekrarlamış. Ayşe Şasa da amaçlarının medeniyetimize ait incelikleri işleyen, geleneğin taşıyıcısı insanın iç hâlini anlatan, temiz duygular veren bir film olduğunu tekrarlıyor. ‘Dinle Neyden’ de bunu kısmen gerçekleştirebildiklerine inanıyorlar. Filmde Batı dünyasındaki edebiyat ve sinema örneklerinde gördüğümüz karamsarlık ve kubuziyet yok. Bu yaklaşıma tezat, birtakım aydınlık iç hayatlar, ferahlık, ışık nazara verilmek istenmiş.



İsmail Özkul Eren: “OSMANLI DÜNYASINA BİR PENCERE AÇMAK İSTEDİK”

Yapımcı ve senaryo başlığı altında ismi geçen İsmail Özkul Eren, ‘Dinle Neyden’in çok ciddi bir müşterek çalışmanın ürünü olduğunu vurguluyor: “Benim fonksiyonum bu işi koordine etmekten ibaret. Yapımcı sıfatımız vardı, filmin tamamı gibi senaryoyu da örgütledik. Konu hakkında fikir sahibi insanları bir araya getirdik.” O, senaryoda büyük ölçüde Ayşe Şasa’nın katkısına değiniyor. Fakat hikâyenin ortaya çıkmasında emeği geçen tarih hocaları Prof. Dr. Mehmet İpşirli, Coşkun Yılmaz, Erhan Afyoncu; Mevlevilik hususunda yardımcı olan Tuğrul İnançer, yönetmen danışmanı sıfatıyla jenerikte adı geçen Sedef Ecer ve yönetmen Jacques Deschamps’ın da katkılarına dikkat çekiyor: “Bu çalışmada işin herhangi bir kısmı bir kişiye teslim edilmedi.” Senaryo, kostümler, dekor, yönetmenin çizgisi, tekniği, tercihleri sürekli istişarelerle belirlenmiş. Sahneler birkaç gün öncesinden eskizler hazırlanarak, kafa yorarak, oyuncuları da katarak değerlendirilmiş. Eren’e göre bu sebeple film yabancı bir yönetmene teslim edildi denilemez. Aslında yönetmenin de talebiyle gerçekleşmiş bu.

Filmin senaryosu iki senelik bir çabanın ürünü. Projenin ilk çıkış tarihi 2007. O yıl içinde Hz. Mevlânâ’nın doğumunun 800. yılı sebebiyle bir film çekilmek istenir. Fakat Hz. Mevlânâ’nın hayatını sinemaya aktarmak ciddi bir emek ve bütçe gerektirmektedir. Bu sebeple sadece onun öğretisinden beslenen bir senaryoya karar verilir. III. Selim dönemi filme zemin edilir; sanatkâr mizaçlı bir Sultan, kırılgan bir süreç ve Mevlevilik ile saltanatın birbirine yakınlaştığı zaman dilimine sahip olması filmin çıkış noktası açısından uygun görülür. Filmde danışmanların da katkısıyla tarihî kesit belirginleşir. 18.yy. sonunda Osmanlı ile Fransızlar arasındaki Mısır harbi konusunda ciddi dokümanlar, hazır bir hikâye vardır ekibinin elinde. Siyasi bölümlerdeki diyalogların çoğu kelime kelime vesikalardan alınır.

Filmde tarihî bir vakıa tasavvuf ışığında ele alınır. Savaş ile Mevlevi öğreti paralel sunulur. Bunun ekibi ne ölçüde zorladığını sorduğumuzda Özkul Bey’den somut bir cevap alıyoruz: “Tarih ve tasavvufun bir arada sunulması konuyu genişletti tabii. Önce üç saatlik bir senaryo çıktı karşımıza ve onu kısaltmamız gerekti. Filmin neredeyse yarısını kestik ve bunu da birlikte yaptık.”

ZAMANIN RİTMİ

Özkul Eren filme emeği geçen çekirdek kadronun asıl endişesinin sunacakları tarihî kesitin doğruya yakın görüntülerle aktarılması olduğuna değiniyor. Çalışırken temel hedef Osmanlı dünyasının belli bir dönemine pencere açmak ve buradan mümkün mertebe doğruya yakın resimler aktarabilmek olmuş. Danışmanların uyarısı da onların çalışma yöntemlerini belirlemiş: “Siz insanları sadece doğru dekorda doğru giysilerle Osmanlı’ya benzetemezsiniz. Onların oturması kalkması, edaları da farklıdır. O dönemi izleyiciye sunmak istiyorsanız bunları da gözetmeniz gerekir.” gibi ikazlardan beslenen bir dünya sunulmuş izleyiciye. “Doğru karakterler, insan unsurları, oturup kalkması, konuşması Osmanlı’ya benzemesi önemliydi.” diyen Eren’e göre filmin handikaplarından biri izleyici tarafından yavaş bulunabilme ihtimali. Bunun açıklaması da ona göre net: “Anlattığımız hikâye yavaşlığı ve sükûneti içeriyor. Bu izleyiciyi zorlayabilir fakat böyle anlatılması gerekiyordu. O zamanın ritmi diyebiliriz buna.”

Özkul Eren’e göre yapmaya çalıştıkları sadece Osmanlı dünyasından bir kesit sunmaktan ibaret. Filmin parantez içi kaygıları yok. Araya girmeden, bir dünya ile izleyiciyi baş başa bırakmak temel prensip. Çalışmalar esnasında hamasetten ve gerçek dışı olandan, zorlamadan kaçınılmış. Başta Tuğrul İnançer olmak üzere, danışmanların büyük desteğine ve yakın ilgisine rağmen, filmde görülebilecek eksiklik ve hataların, yapımcı olarak tamamen kendilerine ait yetersizliklerden kaynaklandığını vurgulayan Özkul Eren ileriki dönemlerde de aynı ekiple bu tarz tarihî filmler çekmek niyetinde. Fakat şimdilik izleyiciden gelecek ilk tepkileri bekliyor.

Yaşam Haberleri

Şizofreni Hastalığına Yakalanan Ünlüler
Radyo Trafik'e Yeni Transfer
Evlerde Beslenen Kuşlar Alerjik Reaksiyona Neden Olabilir
Prof. Dr. Nevzat Tarhan: “Pandemiden 2021 için dersler çıkarılmalı”