PROF. DR. CENGİZ GÜLEÇ / YENİ ÖZÜR POLİTİKA
Psikanalizle ilgili olarak yalnızca psikologlar arasında değil insan ve kültür bilimleri ile uğraşan profesyoneller ve akademisyenler çevresinden de birbirine karşıt değerlendirmelere sıklıkla rastlanmaktadır. Ancak Freud’a karşı tümüyle ilgisiz kalan bir biliminsanına rastlamak mümkün değildir. Psikanaliz kuramına ve uygulamalarına kimi aydınlar büyük bir değer atfederken kimi entelektüeller ve biliminsanları da aşırı bir kuşkuyla yaklaşmaktadır. Yaşamı boyunca kuramsal bağlamda ağır eleştirilere ve kişisel aşağılamalara muhatap olan Freud, geliştirdiği devrimci insan kuramı ile birçok aydın tarafından modern çağlara damgasını vuran Marx’la eşit düzeyde görülmek gibi onur verici iltifatlara da mahzar olmuştur.
Yüzyılı aşkın bir süredir bu denli ağır eleştirilere maruz kalan, ama bütün olumsuzluklara rağmen düşünceleri ve kuramı günümüzde de dikkat çeken, bilim ve düşünce tarihi açısından çok önemli olmayı başaran ender fikir insanlarından birisi olarak Freud, ülkemiz de de hak ettiği ilgiyi görmeyi sürdürmektedir. Freud, 20.yüzyıl içinde ortaya çıkan pek çok kuram ve öğretinin gelişmesinde öncü rol oynamış, terapi kültürünün bilimsel temellere dayandırılması, yaygınlaşması ve kurumsallaşmasının mimarı olmuştur. Gerçi terapi kültürünün popülerleşmesi bir takım bilimsellik değeri düşük garip uygulamaların ve etik kaygı gütmeyen ticari maksatlı tuhaf tekniklerin de boy göstermesine yol açmışsa da bunlardan psikanalizi sorumlu tutmak insaflı bir değerlendirme olmaz.
Psikanalizin tedavi edici değeri üzerine tartışmalar sürmektedir. Örneğin 1900’lerin başında başta Amerika olmak üzere Batı dünyasında yüceltilirken, Sovyetler Birliğinde bir zamanlar yaşama geçirilmek istenen materyalist düşünce ikliminde değersiz bulunmuştur. II.Dünya Savaşı sonrasında boy gösteren varoluşçu ve hümanist eğilimlerin hız verdiği anti psikiyatri akımının etkisiyle psikanaliz bir süre gözden düşmüştür. Modern zamanların en gözde sanat akımları ve felsefi öğretileri içinde Freud’un düşüncelerinden etkilenmemiş bir ekol bulmak neredeyse imkansızdır.
Günümüzün saygın sosyal ve kültür kuramları da psikanalizden doğrudan etkilenmiştir. Kuramsal temelleri psikanalize dayandırılan Yapısalcılık buna iyi bir örnektir. Modern dilbilim araştırmacıları da açık bir biçimde Freud’un düşüncelerinden beslenmekte olduklarını dile getirirler. Aydınlanma düşüncesinin insan aklına ve irade gücüne verdiği aşırı önem, Freud’un ortaya attığı bilinçdışı süreçlerin insan davranışlarındaki belirleyici rolü ve ruhsal determinizm gibi kavramlarla büyük ölçüde sarsılmış, insanın rasyonel bir varlık olduğu varsayımı neredeyse kökünden çatırdamıştır.
18 ve 19. yüzyılın egemen tutucu cinsel ahlakı, Freud’un ‘çocuk cinselliği’ tezleriyle kökten bir eleştiriye konu olmuştur. Cinsellik üzerine başlattığı özgür tartışmadan beslenen ve Freud’un parlak bir tilmizi olan Wilhelm Reich gibi bir düşünür 20. yüzyılın başlarında tüm dünyayı sarsan ‘cinsel devrim’ fırtınasının da öncüsü olmuştur. 1968’de Fransa’da başlayan ve kısa bir zaman içinde tüm dünyaya yayılan öğrenci ayaklanmaları ile kendini gösteren ‘devrimci dalga’, modern kurumları, geleneksel değer ve anlayışları silkelemiş birçok kalıcı toplumsal reformun hayata geçirilmesine yol açmıştır. Söz konusu bu devrimci hareketin fikir öncüleri ve ideologları arasında en etkili olduğu kabul edilen Herbert Marcuse’nin, Marx ve Freud’ un kuramlarını birleştiren yeni bir toplum projesi ileri sürdüğü hatırlanırsa, Freud’un siyasal- ideolojik hareketlerde de ne denli etkili olduğu kolayca görülebilir. Psikanalizin meşruiyetinin en sorunlu olduğu disiplin akademik psikolojidir. Psikanaliz, akademik psikolojinin dışında gelişmiş ve yıllar boyunca böyle kalmıştır. Freud’un kuramını akademik çevrelerin dışında ve kişisel yaşamı ile mesleki pratiğinde gördüğü hastaları analiz etmesi sonucu geliştirmiş olması psikanalizin akademik çevrelerce kabulünü çok zorlaştırmıştır. Bir tedavi tekniği olarak formüle edilmiş olmasına rağmen akademik nitelikli psikiyatri çevrelerinde de önceleri kabul görmemiş ve küçümsenmiştir. Doğuşundan ancak yirmi yıl sonra psikanaliz önce İsviçre’nin Zürih Üniversitesi’nde Freud’un en yetkin tilmizi olan Jung sayesinde bilimsel bir kuram ve tedavi tekniği olarak saygı görmüş ve daha sonraları da Amerika’nın bazı ilerici psikoloji ve tıp okullarında ciddiye alınarak eğitimi yapılmıştır. Akademik Psikoloji çevrelerinden psikanalize yöneltilen eleştirilere birkaç örnek vermek uygun olacaktır. Christine Ladd-Franklin gibi ünlü bir psikolog, her şeyin Almanya’nın I.Dünya Savaşı’nda sergilediği saldırganlıkla bağdaştırıldığı bir dönemde, 1916’da, psikanalizin “gelişmemiş bir Alman zihniyetinin” ürünü olduğunu yazmıştır. Columbia Üniversitesinden Robert Woodwort psikanalizi “gizemli bir din” olarak adlandırmış, “açıkça aklı başında insanları bile” saçma sonuçlar çıkartmaya yönelttiği yorumunu yapmıştır.
Amerikalı bir başka ünlü psikolog John B Watson, Freud’un bazı düşüncelerini “büyücülük” olarak nitelendirmiştir.(Horstein, 1992) Çağın en büyük Psikoloji hocaları tarafından yapılan bu tür aşağılayıcı eleştirilere ve kimi akademik çevreler tarafından da sessizce görmezden gelinmesine rağmen Freud’un düşünceleri 1920’lerin başlarında Amerika’nın bazı saygın psikoloji kitaplarına girmeyi başardı. O yıllarda ego savunma mekanizmaları, rüyaların bilinç dışı anlamları, psikoseksüel gelişim dönemleri gibi psikanalizin temel kavramları klasik kitapların önemli bir bölümünü oluşturmuştur. Psikanaliz özellikle 1930-1940’larda halk arasında önemli bir popülarite kazanmış, cinsellik, saldırganlık ve rüyaların anlamı gibi konular magazin dergilerde geniş ölçüde tartışılırken, duygusal sorunların ve kişiler arası ilişkilerdeki güçlüklerin psikanaliz yöntemi ile çözülebileceği vaadi halka çok çekici gelmiş özellikle Amerika’da neredeyse karşı konulmaz bir talep yaratmıştır.
Bu gelişmeler karşısında akademik çevrelerden gelen saldırılar şiddetini arttırmış, insanların psikoloji ile psikanalizi karıştırdıkları iddiasıyla psikolojik yardım ve danışma isteyen kişiler neredeyse aşağılanmıştır. 1930’lu yıllara gelindiğinde psikologlar anladılar ki psikanaliz, geçici bir moda değil, aksine bilimsel ve akademik psikolojinin temellerini tehdit eden ciddi bir rakiptir. Psikologlar bu tehditle başa çıkabilmek ve bilimsel meşruiyetini belirlemek için deneysel yöntemleri psikanaliz pratiklerine uygulayarak onu test etmeye başladılar. Araştırma metodolojisi açısından bakıldığında çok kötü tasarlanmış sözde deneysel sınamalarla elde ettikleri kuşkulu verilerden hareket eden psikologlar, psikanalizi daha aşağı bir kuram olarak damgalamayı yeğlediler. Taraflı ve yanlı olduğu bilinen bu testlerden ‘sınıfta kalan” psikanalize hak ettiği saygınlığı iade eden ‘davranışçı psikoloji’ ekolu oldu. Psikanalitik terminoloji ‘öğrenme ve koşullandırma’ diline tercüme edildi. 1960’larda davranışçı yaklaşımın en ünlü kuramcısı olan Skinner, psikanalitik savunma mekanizmaları kavramını ‘edimsel koşullanma’ ile açıklamayı denedi.
Akademik psikoloji sonunda Freud’un kavramlarının çoğunu içine alıp eritti ve temel akışın bir parçası haline getirdi. Bilinç dışının rolü, erken çocukluk deneyimlerinin önemi, savunma mekanizmalarının işleyişi ve psiko- sosyal gelişim evreleri gibi psikanalitik kuramın temel kavramları psikolojinin temel kitaplarında artık hak ettiği yeri almıştır...
Psikoloji ile psikanaliz arasındaki uyumsuzlukta ikinci önemli faktör, Freud’un ve tilmizlerinin çoğunun psikoloji değil tıp eğitiminden gelmiş olmaları gerçeğidir. İlk psikanalistlerin çoğu tıp doktoru idi ve hemen hiç biri psikoloji alanında akademik bir eğitim görmemişlerdi. Bu onların sadece farklı dillerden düşünüp, farklı dillerden konuştukları anlamına gelmiyor, odaklandıkları noktalar da çok farklılık gösteriyordu.
Psikoloji bir bilim olarak doğduğu andan itibaren saf bir bilim olmaya ve öyle kalmaya devam etmek için ‘metod’ merkezli olmayı sürdürürken, psikanaliz her zaman ‘problem’ merkezli olmuştur. Nevrozların tedavisi için geliştirilen psikanaliz, insanların ruhsal sorunlarına şifa sunma iddiasıyla terapi kültürünü geliştirmiş ve bu alandaki pratikleri kurumsallaştırmıştır. Psikanaliz uygulamalarıyla psikolojinin insan davranışının yasalarını doğa bilimlerinin yöntemleriyle bulma çabası kökten bir uyumsuzluk yaratmaktadır. Hedefleri ve yöntemleri birbirinden farklı olan bu iki disiplin arasında belirli bir ölçüye kadar uyumsuzluk ve rekabet doğal olarak ortaya çıkmıştır. Freud’un ilgisi akademik psikolojinin ilgi konusu olan öğrenme, algılama, yargılama gibi psikolojik işlevlerden çok ötede geniş ölçekli ve kapsayıcı olmuştur. Bir doğa bilimi olma çabasındaki akademik psikoloji, her bir değişkenin, davranışın her bir küçük bölümünün araştırılması amacıyla yalıtılmış deneysel yöntemi benimsemiş, insanın bütünlüğünü neredeyse göz ardı etmiştir. Oysa psikanaliz insanı bütünlüğü içinde ele alıyor- laboratuardaki kısa bir süre için değil, çok daha uzun bir süre - ve kişinin geçmiş ve şimdiki yaşantılarını, deneyimlerini kapsayan tüm verileri kullanıyor. Bilimin katı kuralları içine sıkışmış akademik psikoloji, kullandığı tüm kavramların işlemsel tanımlarını ve pekinliğini aramakla kendilerini sınırlandırırken, Freud’un deneysel ortamlarda ölçülemeyen, metrik analizlerle test edilemeyen kavramlarından hiçbir zaman hoşlanmadı ve onlara güvenmedi. “Ego”, “id”, “represyon”, “bilinç dışı” gibi psikanalatik terimler “uyarıcı-tepki” terimleriyle çalışan akademik psikologlarca aforoz edilmiştir. Bu anlaşmazlıklara rağmen, psikanalizle psikoloji arasındaki ilk önceleri çok katı ve kesin olan engeller orda burada aşılmış oldu ve günümüzde artık kalıcı bir barış ve ittifak sağlanmış oldu. Freud’un biliminsanı olmadığı ve görüşlerinin bilimsel bir değer taşımadığı iddiaları da ileri sürülmüştür. Bu görüş, aşağıda açıklamaya çalıştığımız gibi tümüyle geçersizdir. Freud’un, ruhsal yapının normal işleyişi ve hastalıkları ile ilgili görüşlerini dönemin bilim kavramlarıyla ve bilimin işleyişine uygun bir biçimde geliştirmek için çok çaba sarfetmiştir. Darwin’in Evrim Kuramı ile Biyolojiye kattığı devrimci anlayışı benimsediği gibi, çağındaki Fizik biliminin tüm verilerini de yakından izlemiş, kuramının bir gün bio-fizik buluşlarla temellendirileceğine inancını hiç yitirmemiştir.
Mart 2006 sayısını Freud’un 150.inci doğum yılına ayıran Newsweek dergisinde, Nobel ödüllü Amerikalı Psikiyatrist Prof.Dr. Eric Kandel’in yayınlanan görüşleri Freud’un temel bilime olan yatkınlığını açıkça göstermektedir. “Yıl 1876, Sigmund Freud’un bilimsel kariyeri başlamak üzeredir. İtalya’da Trieste’de Viyana Üniversitesinin zooloji bölümüne yolculuğu başladığında yirmi yaşlarında, anlaşılması zor bir görev peşinde genç bir tıp öğrencisiydi: yılanbalığının yumurtalarını yakalamak. Bin yıldır hayvanların eşleşme alışkanlıkları, Aristo’dan beri biliminsanlarının kafalarını karıştırmıştır. Freud bu gizemi çözebilmiş midir? Kesin olarak değil. 400 yılanbalığı disseke etmiş ve organlarını incelemiştir. Freud bu incelemelerden topladığı materyali ile ilk bilimsel makalesini yazmıştır. Oidipus Kompleksini geliştirmeden çok önce Freud, sıkı bir biliminsanıydı. Önce yılanbalığı üreme organları, daha sonra insan beynin hücresel yapısını çalıştı. Freud’un bu bilimsel çalışmalarının kısıtlı olması hiç de şaşırtıcı değildir. O dönemde bugünkü gelişkin radyolojik tarama yöntemleri keşfedilmemişti. Genetik şifre ve DNA O’nun ölümüne kadar bulunmamıştı. Sonuçta Freud biyolojiyi psikoloji için terk etmişti. Fakat bugün sinirbilimciler (neuroscience), duyular, duygular ve düşüncelerin oluşumu kadar rüya görmemizi sağlayan moleküler yolakları çözmektedir. Freud’un fikirleri ve varsayımları laboratuardaki yerini almıştır.
Araştırmacılar bilinçdışının kimyasını bulmaya çalışmakta, bastırma (represyon) kuramını incelemekte ve hatta travmatik anıları engellemenin yollarını aramaktadırlar. Freud’un ilgilendiği bilimsel konular laboratuarda patladı. Yılanbalığından sonra kerevitlerin sinir sistemini çalıştı: Kendi boyama yöntemini geliştirdikten sonra canlı hücrelerle ilgili ayrıntıları mikroskop altında daha iyi incelemeye başladı. 1880’lerin başlarında ilgisi insanlarda beyin sapına yöneldi. Freud, spinal nöronların ve fiber yolakların (pathway), bu yıl New York Tıp Akademisi tarafından sergilenecek olan mükemmel çizimlerini yapmıştır… Bilim adeta Freud’un sevgilisi olmuştu. “Değerli sevgilim…ben şu anda beyin sapının gizemini çözmek için derin bir arzu duymaktayım,” diye 1885’de nişanlısı Martha’ya mektup yazmıştı. “…bence beyin anatomisi sahip olduğumuz veya olabileceğimiz tek rakiptir” derken, beyin işlevlerine ne kadar önem verdiğini göstermektedir.” Fakat beyin anatomisi tek başına, Freud’un evlenmesi ve bir aile kurması için gereken parayı kazanmasını sağlayamazdı. İstemeyerek de olsa canlılar üzerinde yani sinir sistemi bozuklukları gösteren hastalarla çalışmaya başladı. Beyin kanaması ve omurilik zedelenmesi geçiren pek çok hastaya tanı koydu. Konuşma bozukluğu ve değişik felçlerle ilgili yazıları dönemin ünlü nöroloji kitaplarında yer aldı. “Nevrozların İmparatoru” olarak anılan Paris’li ünlü nörolog Jean Martin Charcot’nun yanında bir yıla yakın burslu olarak staj yaptı ve histeri vakalarına hipnoz uygulama tekniğini öğrendi. Kısacası mesleki öğrenimi boyunca beyin ve zihin üzerinde ciddi akademik araştırmalardan hiçbir zaman geri durmadı. O dönemlerde beyin ve sinir sistemi üzerine araştırmalar çok kısıtlıydı ve zihin daha ziyade filozofların uzmanlık alanıydı. İlahiyatçıların tekelindeki “ruh” kavramı ve filozofların “zihin” üzerine yazdıklarını yeterli bulmayan Freud, beyin ile zihin arasında dinamik bir etkileşimin olduğuna inanıyordu. Freud, beyin ve zihin arasında birleştirici bir kuramsal model ortaya koymak için araştırmalara kendi kişisel yaşamına iç gözlem yaparak başlamış, nevrotik hastalardan elde ettiği verilerle psikanalizi bir zihin bilim olarak inşa etmeye tüm ömrünü insanıştır.
Dr.Eric Kandel’in ifade ettiği gibi, “Freud, zihinsel soyutlamaların biyolojik kökenlerini keşfettiği hatta bilinç, bellek ve algıdan sorumlu nöronları tanımladığı sayfalarca yayınlanmamış notları sonradan gün ışığına çıkmıştır: ”Zihinsel süreçlerin nasıl işlediğine ilişkin devrim niteliğindeki öngörüleri ile şöyle yazmıştır: “Nöron (beyin hücresi) beynin bir elementidir ve nöronlar arasındaki bağlantılar öğrenme ile modifiye edilebilir.” İşte bu inanç bugün Psikoterapinin biyolojik temellerini ima eden gerçekten de olağan üstü bir kavrayış olarak bilim tarihine geçmiştir. Freud üzerine çok değerli bir kitap yazmış olan Margaret Muckenhoupt’un tesbitlerine göre; “Freud, yöntemlerini tüm dünyaya açmak niyetinde olmadı. Eserlerinde sık sık kendi hayatından örnekler kullanmasına rağmen mahremiyetine çok düşkün bir insandı. 1885’te ve sonra 1907’de eski defterlerini, günlüklerini ve el yazmalarını yakmıştır. Bu ortadan kaldırma girişiminin ilkinden sonra nişanlısına şöyle yazar: Yaşamöyküsü yazarlarına gelince, bırakalım merak etsinler, onların işini kolaylaştırmak gibi bir arzumuz yok. Herbiri “Kahramanın Gelişimi” konusundaki düşüncelerinde kendince haklı olacak.” Bu çabalarına rağmen, Freud’dan geriye, bir kahraman olmasa bile, parlak bir araştırmacı ve bilim devrimcisi olduğunu göstermeye yetecek kadar mektup ve elyazması kalmıştır.