Ulus-Devlet'e karşı mıyım!

Prof. Dr. Erol Göka

Dünyada yeni bir durumun söz konusu olduğunu, modernliğe, ulus-devletlere ve pozitivist-ulusalcı ideolojilere dayalı Sykes-Picot düzeninin değiştiğini; farkı, çeşitliği, hakikatin parçalı algısını, sivil toplumu ve çok-kültürlü demokrasiyi öne çıkaran yeni bir entelektüel ajandaya göre hareket edilmeye başlandığını yazdık. Bölgemizdeki olayları, Ak Parti döneminde vesayet sistemine karşı verilen mücadeleyi bu yeni durum muvacehesinde değerlendirdik. “Türkiye, hem gerçek bir demokrasiyi kurarak bölgeye örnek; hem de bölgedeki demokrasi güçlerine yardımcı olmak göreviyle karşı karşıya…” diyerek bitirdik geçen yazımızı.

Ülkemizde ileri bir demokrasi için ne gerekiyorsa yapılması gerektiğini hep söylediğimizi, devletimizin demokratik restorasyonundan yana olduğumuzu bilen bir okuyucumuz bu söylediklerimizden yola çıkarak bize samimi eleştirilerini yazmış. Düşüncelerini yazıyla ifade etmeye çalışan birisi olarak “Allah, kaliteli eleştirmen versin” diye dua ederim. Okuyucularım da çoğu zaman bu duamın kabul olduğu hissini uyandıran tepkiler verirler. Bu son eleştiri de öyleydi, kaliteli, uyarıcı, kaygılı…

Bizim kayıkçı kavgasıyla işimiz, ülkemizin ve insanımızın selametinden başka derdimiz olmaz. Önce bu kaliteli, uyarıcı, kaygılı eleştiriyi olduğu gibi aktarmak, daha sonra da cevap vermek istiyorum.

“Medyadaki kanaat önderlerinden, siyasi demeçlerden takip ettiğim kadarıyla, bir süredir Türkiye’de yeni bir siyasi söylemin kurgulandığını düşünüyorum. Evet hatta bildiğimiz her şeyi ters yüz etme amaçlı bir siyasi propaganda…. Bu yeni söylemi hayretle, ama en çok da üzüntüyle izliyorum sade bir vatandaş olarak. Yeni söylem yaşadığımız sorunların faturasını Türk ulus-devletine çıkarıyor. Bir adım daha giderek, Türk ulus-devletini iptal etme önerisini getirmeye ramak kalıyor. “Zaten ulus-devlet de bize Batılıların empoze ettiği bir şey” diye devam eden argümanlar, milyonlarca insanı birbirine bağlayan ulusal kimliği ikame olarak demokrasi-insan hak ve özgürlükleri ile dinsel geleneği öneriyor. Dünyanın herhangi bir köşesinde salt dinsel gelenek ve hak-özgürlükler ikilisiyle ayakta kalan makul ve tutarlı bir insan topluluğu yok bildiğim kadarıyla. Batılılar Mars’dan biz Müslümanlar Jüpiter’den olmadığımıza, aynı dünyanın havasını soluduğumuza göre ve örneğin sırf Batı kaynaklı diye elektrikten vazgeçemeyeceğimize göre, öngörülebilir bir gelecekte de ulus-devlet yapısından vazgeçmek bindiğimiz dalı kesmek olmaz mı? En çok da Kürt sorununa atfen sorunlu ilan ediliyor bu Türk ulus-devleti. Sanki ulusal kimliği feda edersek, Kürtler de kendi ulus-devletlerini kurma hayallerini hak-özgürlükler ve dinsel geleneğe feda edeceklermiş gibi. Yani kabaca bir sayısal hesapla söylersek, güya 10 milyonu kazanmak için 65 milyonu feda etmeye hazır görünüyor yeni kanaat önderlerimiz. Ayrıca Ortadoğu coğrafyasındaki kaosla da ilintilendirilen bu ulus-devlet karşıtı söylem önümüzdeki günlerde bakalım ne derece tutacak?”

Eleştiri gayet açık: Ulus-devlet karşıtı bir konuma yerleştiriyor okuyucumuz bizi, hak ve özgürlükler-dinsel gelenek diye diye ulusal kimliği ve ulus-devleti iptalden yana olduğumuzu ima ediyor. İzninizle kimlik meselesini sonraya bırakalım, şu ulus-devlete karşı olma meselesine bir açıklık getirmeye çalışalım.

Başkaları başka amaçlar için bizimle benzer kavramlar kullanıyor olabilirler, tıpkı okuyucumuzun kavramlarını kullanıp darbeci zihniyeti savunanlar olabileceği gibi. Herkes kendi bakış açısından sorumlu, biz kendi anlayışımızı net ifadelerle ortaya koymalıyız.

Öncelikle devletle, ulus-devleti ayırt etmek gerekiyor. Devleti ve sivil toplumu birbirinden kesin hatlarla ayıran ve devleti ne pahasına olursa olsun geriletmeye çalışan bir bakıştan ziyade, devletin ve toplumun birbirleriyle çok yakından ilişkili olduğunu düşünenlerdenim. Devletin, toplumun kolektif aklından kaynaklanan organizasyonel yeteneğinin; özellikle adaletin ve korunmanın sağlanmasında “gücü meşru kullanma yetkisi”nin somut tezahürü olduğunu söyleyen bir anlayışa sahibim. Toplum, kendinde olan yetkiyi devrettiğinden; son tahlilde devletin yapısını ve işleyişini bizzat toplumun kendisi belirlediğine, hak ettiğimiz biçimde yönetildiğimize inanırım.

Devleti ontolojik olarak savunuyorum, ama bu her türlü devlet işleyişini savunduğum anlamına gelmiyor. Devleti asla milletin önünde görmüyorum. Bu devlet anlayışım, devleti kendisinin bilip benimsediği için gerektiğinde restorasyon mücadelesine de her zaman yer tanıyor. Olanca samimiyetimle söylüyorum, Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında yaşamış olsaydım, büyük ihtimalle demokrasiye doğru açılması ve yetkiyi mutlaka millete devretmesi koşuluyla, milli mücadeleden çıkmış bir toplumun, 1924 Anayasası temelinde bir Cumhuriyet mücadelesini desteklerdim. 1927’den sonra da anayasanın temel ilkelerinden sapmalara, etnikçi bir siyasi-ideolojik mühendisliğe de, (Siz ona “ulus-devlet” ve “ulusal kimlik” diyorsanız o dediklerinize) sonuna kadar karşı çıkardım.

Evet, 1927’den sonra devlet-toplum ilişkileri yerinden oynamış, toplumun talepleri, inançları hiçe sayılarak vesayet sistemi kurulmuştur. Üstelik devlet, sanıldığı gibi güçlü ve büyük değil, hantal ve zayıftır. Bırakın güçlü olmayı vergi bile toplayamayan, uluslar arası finans çevrelerinin isterlerini attığı her adımda kollamak zorunda kalan zayıf devlete, kendi bedeninin ne kadar sağlam olduğuna dair gövde gösterisinden başka bir seçim şansı bırakılmamıştır. Devletin acziyeti, despotizmle at başı gitmiştir. Despotik devletin bıraktığı boşluğu, her güç odağı kendi tarzınca doldurmaya çalışmıştır. Devletin içinde darbeci, toplumda mafiyöz çeteler, çoğunluk iradesinin üzerine çöreklenmiştir. Devletin otoritesi, sosyopatinin otoritesi, geleneğin otoritesi ve paranın otoritesi, boş buldukları yeri kapma tarzında toplumun dokularına dağılmışlardır. Dışarıdan bakıldığında katı, kaba, otoriter bir yapı; içeride ise gücü gücüne yetene ilkesinin işlediği yağma düzeni…

Ulus-devlet ve resmi ideoloji adı altında despotik bir vesayet sistemi icra olunurken ülkemizdeki manzara genel hatlarıyla böyledir. Karşı çıktığımız esasen yerinden oynamış bu devlet-toplum ilişkileridir, mücadelemiz de bu ilişkilerin olması gereken hale getirilmesi, devlet-millet kaynaşmasının temini içindir. Bizim bilgilerimize göre devlet-millet kaynaşmasının günümüzdeki yegane yolu “ileri demokrasi”den başkası değildir.

İleri demokrasi ise, batılı şablonları birebir uygulayarak ya da ithal ederek sağlanamaz. İleri demokrasi için toplumun arzusundan ve bu topraklarda insanların bir arada nispeten mutlu, huzur ve refah içinde yaşadığı zamanlara ait tarihsel belleğimizden başka dayanağımız yoktur. Bana öyle geliyor ki, bu toplum, sadece bizim toplumumuz değil başta Osmanlı bakiyesi topraklar olmak üzere tüm İslam coğrafyasında insanlar kimliklerini özgürce ifade etmek ve devletin yönetiminde söz sahibi olmak istiyor. Elbette bu talepler, bizim dışımızdaki dünyada olup bitenlerden bağımsız değil. Hepimiz aynı dünyanın içinde yaşıyoruz. Buranın aydını olarak ben görevimi, esasen toplumun taleplerinden ve ortak belleğimizden çıkarıyorum ve diyorum ki: “Evet, artık eski Osmanlı topraklarında yer alan tüm farklı etnisitelerle ve inançlarla bir arada nasıl yaşayacağımızı düşünmeye başlamalıyız.” Böyle düşünüyor ve bu inançla hareket ediyorum. Diyeceklerim esasen bunlardır, geri kalan teorik teferruattır.

erolgoka@hotmail.com

Haber10.com 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.