Türküm, Doğruyum, Yorgunum, Bezginim - “Andımız” Kutsal Bir

Psk. Özlem KANDEMİR

Niyetimiz çağdaş bir devlet olmaksa, her sabah çocuklara 'Andımız'ı okutmak gibi takıntılarımızı ayıklamamız gerekmez mi? Bir sabah çocukları 'Andımız'ı söylerken izleyin ve ona göre karar verin!

Bütün bir çocukluğumuzu kapsayan ilkokul hayatı boyunca,  her gün tekrar ettirilen, adeta papağanvari bir edayla söylediğimiz ancak çocuk aklımızla ne anlama geldiğini o yıllarda asla kavrayıp hissedemediğimiz “Andımız” adlı metin; hem üzerine inşa edildiği temel zihniyet, hem kurgulanış, hem de pedagoji ve eğitim psikolojisi açısından son derece sıkıntılı bir yazıttır. Söz konusu andla ilgili Milli Eğitim Bakanlığı’nın, “Andımız’ı okutmanın çocukları motive etmek amacıyla olumlu yönde pekiştireç olarak kullanıldığı” şeklindeki açıklamasını da bir psikolog olarak tebessümle karşılamaktayım. Her gün çocukları asker gibi hizaya dizip, ”rahat, hazrol” komutları eşliğinde “Türküm, doğruyum, çalışkanım… “ diye bağırtmanın, nasıl bir motive edici yönü olduğunu anlamakta zorluk çekenlerdenim. Andımız denilen bu metinle ilgili, Türk olmanın ayrıcalıklı ve üstün bir mutluluk kaynağı olarak çocuklarımızın zihnine işlenmeye çalışılmasından başka bir motivasyenel işlevi olmadığını, ırkçılığın ve ötekileştirmenin nüvelerini atmaktan öte bir işe yaramadığını düşünmekle vatan haini olarak nitelendirilir miyim acaba korkusunu taşımıyor da değilim elbette!

İnsanoğlu hayatı boyunca, çoğu konuda özgür iradesini kullanarak seçim yapma şansı ve hakkına sahipken; yaşamının başlangıcında, kendi seçimi olmayan bazı özeliklere sahip olarak dünyaya gözlerini açar. Anne ve babasının kim olacağı, hangi ırka/hangi milliyete/hangi dile/hangi cinsiyete/hangi fiziksel özelliklere sahip olacağı, hangi topraklar üzerinde dünyaya gözlerini açacağı gibi özellikler; kişinin kendi insiyatifine bırakılmaksızın; ilahi bir kader tarafından belirlenmiştir. Hiç kimseye doğmadan önce, bu özellikler ile ilgili özel bir tercihi olup olmadığı sorulmaz; mavi gözlü, kıvırcık saçlı, çikolata ya da beyaz tenli, Türk, İngiliz, Arap ya da Japon kökenli olup olmamak için herhangi bir kişisel insiyatif kullanmamız söz konusu değildir. Öyleyse, kendi tercihimizin söz konusu olmadığı ve kazanmak için herhangi bir çabamızın da bulunmadığı bu özellikler nedeniyle övünmenin nasıl bir narsisistik kibire işaret ettiğini görmek için fazla bir çabaya ihtiyaç yoktur sanırım. Üstüne üstlük, her Allah’ın günü Türküm, Çerkezim, İngilizim, Nijeryalıyım diye övünmenin; diğerlerini ötekileştirmek ve ırkçılığa zemin hazırlamak gibi mucizevi bir etkisi bulunduğunu da göz ardı etmeyelim. Türk olarak bu topraklarda doğmuş olmak benim yazgımken; Çerkes, Kürt, Laz, Arnavut, ve diğerleri olarak doğmak da başka birilerinin yazgısı olmuştur. Bu yazgıdan dolayı övünmek ya da gocunmanın gereksiz ve anlamsız olduğunu önce biz yetişkinler kavrasak/içselleştirsek ve çocuklarımıza bilim, ilim, irfan gibi özelliklerle donanmış insanların dini, dili, ırkı ne olursa olsun övgüyü hak edecekleri gerçeğini anlatsak daha hayırlı bir iş yapmış olmaz mıyız?

Birlik olmayı, millet olmayı sadece ırk ve neseb üzerinden ele almak ve bunun üzerinden fikir yürütmek; öteki ile aradaki uçurumu gittikçe derinleştiren bir sürecin ilk adımıdır. Kendi ırkını tabulaştıran ve üstün gören zihinler; diğerlerini sırtında bir kambur, bir yara, bir fazlalık olarak algılarlar. Bu da kişileri ötekileştirmenin tam da göbeğine bırakıp, bir arada barış ve huzur içinde yaşamayı güçleştirir. İşte bu yüzden bu and, küçücük çocuklara faşizan ve ırkçı söylemler aşılamanın en güzel örneğidir. Demokratik Türkiye’ye de hiç yakışmamaktadır. Çünkü  “Türküm, doğruyum, bundan dolayı da mutluyum” denilebiliyorsa, “Ermeniyim, Kürtüm, ezilenim, dışlananım” da pekala dedirtilebilir. Oysa hiçbir Amerikalı çocuğun “varlığını Amerikan varlığına armağan etmesi” beklenemez! Işık hızıyla küreselleşen modern dünya, ideolojik doktirinizasyonlar yoluyla bir yere varılamayacağının ispatını çoktan yapmıştır. Peki, bu yolla verilen gizli mesajın, “yıllardır şikâyet edip durduğumuz problemlerle hiç akalası yok mudur” sorusu; kimsenin aklına mı yoksa işine mi gelmemektedir?  Bu noktada  Hz Muhammed’in “Acem’in Araba, Arab’ın  Acem’e hiçbir üstünlüğü yoktur, üstünlük takvadadır” sözünü hatırlatıp; takva kelimesinin ihtiva ettiği derin anlamları öğrenmek için sözlük başına koşmayı da tavsiye etmeden geçemeyeceğim.

Meselenin ırkçı boyutu bir yana; bu metnin hazırlanışı da pedagojik açıdan hiç sağlıklı görünmemektedir. Yetmiş küsür yıldan beri okullarda her sabah söylenmekte olan "Öğrenci Andı" nı yazan ve 23 Nisan 1933'te Türk çocuklarına armağan eden zamanın Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip'tir. Rodoslu, eski İttihatçı, Şeyh Sait’i astıran İstiklal Mahkemesi’nin hukukçu olmayan üyesidir kendisi. Atatürk’e çirkin sözler sarfetmiş  ve onu Rus lokantacı karı-kocaya İş Bankası’ndan verilecek usulsüz bir krediye aracılık etmekle suçlamıştır. Atatürk onu sofradan kovduğunda “Bu, milletin sofrasıdır; kaldıramazsınız!” diyerek kafa tutunca da Atatürk sofrayı terk etmiştir. Daha sonra Atatürk onu affettiğinde iki asker çağırıp iskemlesinden kaldırtmış ve mealen “Ahan da biz adamı istersek böyle kaldırtırız” diye aşağılamıştır. Birinci Türk Tarih Konferansı’nda Türk ırkının özelliklerini “uzun boylu, uzun beyaz simalı, düz veya kemerli ince burunlu, muntazam dudaklı, çok kere mavi gözlü ve göz kapakları çekik değil, badem gözlü bir ırk” olarak tanımlamıştır. Biraz daha ileri giderek “Müslümanlık: Türk’ün milli dini” adlı tezinde, Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. Muhammed’in Türk olduğunu iddia etmiştir.
Prof. Afet İnan ‘Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler’ adlı eserinde, Andımız ve Reşit Galip hususunda şunları  anlatıyor:


“1933 yılının 23 Nisan Çocuk Bayramı idi. O, heyecanla Çankaya Köşkü’ne geldiği vakit, Atatürk’ün yanında bana bir kâğıt uzattı ve şunları anlatmaya başladı. ‘Sabahleyin ilk bayramlaşmayı kızlarımla yaptım. Onlara bir şeyler söylemek istediğim vakit, bir and meydana çıktı. İşte Cumhuriyetimizin 23 Nisan çocuklarına armağanı’ dedi…”


Adam kızlarına bir 23 Nisan sabahı aşka gelerek yazdığı manzumeyi, daha sonra bütün öğrencilere mecburi olarak okutmak için 1933 yılında bir genelge yayımlatmış. 1972 yılında, yine bir genelgeyle ‘Andımız’a eklemeler yapılmış. İşte bizler de ruh sağlığı şüpheli birinin attığı taşı, 78 yıldan beri çoluk çocuğa okutturup duruyoruz.

En yakınımdaki çocuk olan 8 yaşındaki kızıma soruyorum “Andımızdan ne anlıyorsun” diye, biraz da umursamaz bir tavırla “hiiiiççç” şeklinde gelen cevap beni hiiiiiiçççç de şaşırtmıyor. Çünkü bu metnin içinde geçen ilke, ülkü, hedef gibi kelimeler soyut sözcüklerdir ve ergenlik dönemine ulaşmadan önce çocukların zihinsel kapasitesi soyut kavramları anlamlandırmaya müsait değildir. Hal böyleyken, sanki insan elinden çıkmamış da, ilahi kaynaklardan gelen ulvi bir metinmiş gibi Andımız” a kutsal muamelesi yapmak da neyin nesidir? İlim ve vicdan, ne zaman gerçek yol göstericimiz olmaya başlayacak? Tekerleme gibi, sürekli bilimsel düşünceden, akılcılıktan bahsedip dururken; 8 yıl boyunca her sabah, çocukları asker gibi hizaya dizip aslında monotonluğun ve sürü psikolojisinin bezginliğinin kollarına atıyoruz.

Çocuklarımıza and içirmek yerine daha çok süt içirmenin yollarını arasak, onların eşit ve kaliteli eğitim alma hakları için çabalasak, öğüt kadar örnek de versek, gerçekten ileri ve çağdaş bir medeniyet olmak için bu törensel takıntılardan artık vazgeçsek olmaz mı?

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (27)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.